The XXXVI International Scientific Symposium "Multidisciplinary Studies of the Turkish World" The 25 th of March 2023 ISBN: 978-605-72481-0-7 Eskishehir / Türkiye ---29---
sağlamaya çalışacaklardı
… “Bu toprakların bizim vatanımız olması için bedelini on kat ödedik, hem kadınlar, hem erkekler... Sanırım borçlu kalmadık...” (Ruhi, 2016: 9) diyor Asya Gelini.
Muhacir kadınların kocalarından gizlice ağladıkları ve gözyaşlarını bakır sürahi veya testilerde
topladıkları söylenir. Temmuz ayında ise Kura nehrin kıyısına gider, birikmiş gözyaşlarını götürüp nehre
dökerlerdi. Böylece gözyaşlarının vatanlarına kadar gideceğini düşünür ve öyle ümit ederlerdi. Ayrıca
“
düşüncelerini ve kederlerini Gürcistan’a hızlıca taşımak için Çoruh nehri o yüzden o kadar hızla akar” (Khvedeliani, 2017: 96) bilirlerdi.
Kevser Ruhi’nin
“Reyhan Kokusunu Kaybetti” adlı kısa öyküsü özellikle okuyucunun ilgisini çeken
eserlerden biridir. Ana karakter, genç yaşına rağmen hayattan bıkmış bir adamın adımlarıyla yürüyen
Ercan’dır. Uzağa boş, bir şey ifade etmeyen, soğuk bir bakışla bakar, insanların gözlerinin içine bakamaz,
neredeyse hiç konuşmaz ve her soruya aynı şekilde cevap verir – Ne? Evet!
Bir zamanlar hayat dolu, neşeli, bazen erik çalan, bazen akranlarıyla futbol oynayan, onlarla cesaretin,
özgürlüğün, adaletsizlikle mücadelenin sembolü olan “Harmandalı” dansını yapan Ercan, şimdi bambaşka bir
insana dönüşmüştür; soğumuş ruhlu ve yabancılaşmış bakışlı... Onun köyü de değişmiştir: “mahallelere”
bölünmüş, ıssız, birbirlerine düşman kesilmiş eski dostlar, akrabalar, kaşlarını çatmış gençler ki birbirlerine
göz çıkarmaya, kendi görüşlerini paylaşmayanların boğazlarını kesmeye hazır konumundadırlar. Bir zamanlar
“Harmandalı”nın ritmini takip eden, kartal bakışlı, adaletsizliğe karşı başkaldırmış olanlar, bugün adaletsizliği
haklı kılan bir güce dönüşmüşlerdir. Birilerinin siyasi çıkarlarına hizmet eden, kendilerini solcu ve sağcı olarak
görüp gönüllü olarak cesaretlerini, insanlıklarını, ilahi kaynaklarını unutuvermişlerdir...
Bir gün Ercan’ı da tutuklamışlardır: “
Yakışıklı, kocaman gülüşlü Ercan’ı ki çok istese bile hoşnutsuzluğu gösteremezdi... O gün güneş batmıştı..”. (Ruhi, 2016: 21)
Bu güneş batışı tam altı yıl sürdü, sonra suçsuz görüldü ve serbest bırakıldı. Ancak Ercan eskisi gibi
değildi artık... Suskun, anlamsız bakışlı, ruhsuzlaştırılmış... Kahramanca “Harmandalı” dansını bir daha asla
yapamayacak bir adamdı... Hayır, belki ellerini açıp bir iki adım da atabilirdi fakat bu asla eski Harmandalı
olmayacaktı, tıpkı yeni Ercan’ın eski Ercan olmayacağı gibi.
Yazarın, ülkeyi ikiye bölen ve insanları birbirine düşman eden 1980 Eylül olaylarını bu romanda
hatırladığı zaten açıktır. Gençlere ise böylesi durumlarda hep “kurban” rolü atfedilir.
Siyaset insanları, günlük kaygılarla dolu hayatlarının içinde yutar. Dostluklar, birlikte geçirilen
çocuklukların tatlı hatıraları, iyi komşuluk, insanlık yerini siyasi görüşler almıştır. Herkes siyasetle ilgilenir,
bu işin uzmanı olmuş insanlar da aralarında Ercan gibileri de kendi içlerinde kapanmış, dilleri tutulmuş, yaşlı
bir adamın yorgun adımlarıyla yürüyen, uzaklara dönük boş bakışlarla, incinmiş yaratıklara dönüşmüşlerdir.
Siyasetin dışında kalan insanlar daha iyi, daha hoşgörülü, daha sıcakkanlı kalmayı başarmıştır. Aslında
siyasetin kazananı siyasetçidir, kaybedeni ise maalesef insanoğlu.
Yazar, köyde büyükannesiyle geçirdiği kedersiz çocukluk günlerini gözlerimizin önünde
canlandırarak kaleme almıştır:
tavukların ötüşü, kıpkırmızı kiraz, vişnenin ekşi tadı, horozun kibirli adımları, güneşin altında kıvrılan kedi, şahinin gökteki dansı ... (Ruhi, 2016: 20).
Bundan tam 90 yıl önce Khatuna Ninenin kalbi ve hayatı ikiye bölünmüştür. Tam 90 yıl önce, bir
ailenin üyelerini, akrabalarını, arkadaşlarını birbirinden ayıran ve özlemini yavaş yavaş yıkıcı bir çığa
dönüştüren sınır ortaya çıkmıştır. Yazarın dediği gibi: her şey renk değiştirmiş, kelimeler farklı anlamlar
kazanmıştı. Örneğin Türkiye’de “sevgi”, “sevda”ya dönüşmüş, “sevda” ise Gürcistan’da “üzüntü”, “acı”
anlamında kullanılmaktadır. Aslında sevgiyi her zaman bir tür hüzün eşlik etmektedir. (Ruhi, 2016: 20)
Birçok defa dediğimiz gibi, Muhacirlik büyük bir trajedi fakat sadece muhacirler için değil,
topraklarında kalıp kalpleri ve ruhları ikiye bölünmüş, sürekli hasret ve dayanılmaz kederle dolu insanlar için
de trajik bir olaydır.
Muhacirler de ikiye bölünmüş bir varoluşa mahkum edilmiştir, böylelikle yabancılaşmanın
soğukluğunu direkt olarak hissedilmektedir.
Gürcistan’da, karşı taraftaki akrabalarına üzüntülerini veya sevinçlerini paylaşmak istediklerinde
köylünün tarlaya giderek yüksek sesle şarkı söylediğini aktarmak istediklerini:
“Söylemek istediğimiz temel şey tarlada çalışırken söylenen şarkılardı ki sanki havada kaybolur, ancak adresi asla şaşmaz gibiydi.” (Ruhi,
2016: 28) sözleriyle açıklar.
Bir hikâyenin baş karakteri, Ömer Ağa Bey’in kızı Hatuna Nine, bir anka kuşu gibi defalarca
küllerinden yeniden doğmuş, anne ve babasından, akrabalarından ayrı kalmanın verdiği dayanılmaz gönül
yarası, uzun ömrünün ayrılmaz bir parçası olmuştur:
“Zavallı babaannem, buradan akmaya başlayan ve Gürcistan’a kadar akan nehri bile kıskanmış.” (Ruhi, 2016: 34). Karşı yakada yaşayanların acıklı geçmişinden
bile haberi olmayan çocuklar, “öbür yaka”dan nadiren gelen misafirleri büyük bir mutlulukla karşılamışlardır.