Bu öykü ilk olarak Temmuz, Ağustos 1935'de, The Galleon,
Vol. 1, No. 5'de yayınlanmıştır.
(1)
Mür: Lavanta yapımında kullanılan bir tür sarı sakız.
Ay Bataklığı
Denys Barry, bilmediğim bir yerlere, uzak ve korkunç bir
diyara gitmişti, insanlar arasında geçirdiği son gecesinde onun
yanındaydım ve o şey onu almak için geldiğinde çığlıklarını
duymuştum; ama County Meath'in bütün köylüleri ve polisi,
ne de diğerleri ta uzaklara kadar her yeri uzun uzun
aramalarına karşın onu bulamayacaklardı. Ve ben artık
bataklıklarda vraklayan kurbağaları duyduğumda ya da ıssız
yerlerin üzerinde yükselen ayı gördüğümde ürperti içinde
titriyorum.
Denys Barry'yi, Amerika'dan çok yakından tanıyordum,
orada zengin olmuştu ve geri dönüp gürültüsüz, sakin bir yer
olan Kilderry'de, bataklığın yanı başındaki eski şatoyu satın
aldığı zaman onu kutlamıştım. Onun babası da Kilderryliydi
ve orada, ata diyarı manzaralarının arasında zenginliğinin
keyfini çıkarmak istiyordu. Bir zamanlar, onun soyundan
gelen insanlar Kilderry'ye hükmetmiş ve o şatoyu inşa edip
içinde yaşamışlardı, ama o günler artık çok uzaklardaydı, öyle
ki şato kuşaklar boyunca boş ve bakımsız kalmıştı. İrlanda'ya
gidişinin ardından Barry, bana sık sık yazmış, gri şatonun
onun bakımı altında kule kule yükseltilerek eski görkemine
nasıl kavuştuğundan, tıpkı yüzyıllarca önce olduğu gibi
sarmaşıkların restore edilmiş duvarların üzerine nasıl yavaş
yavaş sarılarak yükseldiğinden, köylülerin denizin ötesinden
getirdiği servetini orayı eski günlerine döndürmek adına
kullandığı için onu nasıl kutladığından bahsetmişti. Ama
zaman içinde çeşitli sorunlar doğmuştu, köylüler onu
kutlamayı bırakmış, tersine, bir felaketten kaçarcasına
uzaklaşmışlardı. Ve ardından bana bir mektup daha gönderip
onu ziyaret etmemi istemişti, çünkü şatonun içinde
yapayalnızdı, Kuzey'den getirdiği yeni hizmetkârlar ve
işçilerin dışında konuşacak hiç kimsesi yoktu.
Şatoya ulaştığım gece, Barry'nin bana anlattığına göre,
bütün bu sorunların nedeni bataklıktı. Göğün zenginliğinin
tepelerin ve koruların yeşilini, bataklığın mavisini
aydınlattığı, uzakta küçük bir adacığın üzerindeki çok eski
tuhaf bir yıkıntının ihtişamla parıldadığı bir yaz gün
batımında Kilderry'ye varmıştım. Gün batımı çok güzeldi,
ama Ballylough köylüleri beni uyararak Kilderry'nin
lanetlendiğini söylediler, öyle ki şatonun alevler içinde
ışıldayan yüksek kulelerini gördüğümde neredeyse
titremiştim. Barry'nin arabası beni Ballylough istasyonunda
karşıladı, çünkü Kilderry demir yolundan uzaktaydı. Köylüler
arabadan ve Kuzeyli sürücüsünden uzak durdular, ama
Kilderry'ye gitmek üzere olduğumu gördüklerinde, beti benzi
atmış yüzleriyle bunları fısıldamışlardı. Ve yeniden
buluşmamızın sonrasında, o gece, Barry, bana bütün bunların
niçin olduğunu anlattı.
Köylüler Kilderry'den, Denys Barry büyük bataklığı
kurutacağı için kaçmıştı. Sahip olduğu bütün İrlanda
sevgisine rağmen, Amerika onun her yanma nüfus etmişti ve
turba
(1)
çıkartılabilecek, kullanıma açılabilecek güzel yerlerin
ziyan edilmesinden nefret ediyordu. Kilderry'nin efsaneleri ve
batıl inançları onu hiç etkilememişti ve başlangıçta köylülerin
ona yardım etmeyi reddetmesine kahkahalarla gülmüş ve
ardından kararlılığını gördüklerinde adama lanetler
yağdırarak birkaç parça eşyalarıyla birlikte Ballyloough'a
gitmişlerdi. Barry de onların yerine Kuzey'den işçiler
getirtmiş ve hizmetkârları da gittiğinde onların boşluğunu
aynı şekilde doldurmuştu. Ama yabancıların arasında
yapayalnız kalmış ve böylece, benden yanma gelmemi rica
etmişti.
İnsanları Kilderry'den uzaklaştıran korkuları duyduğumda
dostumun kahkahaları kadar güçlü kahkahalar atmıştım,
çünkü bu korkular belli belirsiz, aşırı çılgınca ve fazlasıyla
saçmasapan bir yapıdaydı. Adamlar bu işi bataklıkla ilgili
aptalca bir efsane ve gün batımında gördüğüm uzaktaki
adacığın üzerinde bulunan çok eski tuhaf yıkıntıya yerleşmiş
acımasız bir koruyucu ruh yüzünden yapmıştı. Ayın karanlığı
içinde dans eden ışıklar ve gecenin sıcak olduğu zamanlarda
esen üşütücü rüzgârlar hakkındaki öykülerdi; suların üzerinde
asılı duran beyazlar içindeki hayaletler ve bataklık yüzeyin
çok derinlerinde bulunan taştan hayali bir kent hakkındaydı.
Ama bu uğursuz söylentilerin en önemlisi ve doğru olduğuna
dair herkesin fikir birliği ettiği tek şey, engin kızıl bataklığa el
sürmeye ya da onu kurutmaya kalkışacak olan kişiyi bekleyen
lanetti. Köylülerin demesine göre, orada açıklığa
kavuşturulmaması gereken sırlar vardı; tarihin ötesindeki
efsanevi yıllarda, Partholan'lı çocuklara musallat olan beladan
beri orada saklı yatan sırlar. İstilacılar Kitabı'nda anlatılır ki,
bu Yunanlı oğulların tümü Tallaght'da gömülmüştür, ama
Kilderry'nin yaşlıları efendisi olan ay tanrıçası sayesinde bir
kentin gözlerden uzak kaldığını anlatır; böylece Nemed
insanları otuz gemiyle birlikte, İskitya'dan aşağıya, etrafı
darmadağın ederek geldiklerinde ormanlık tepeler onu
gömmüştü.
İşte böylesine asılsız öyküler köylülerin Kilderry'yi terk
etmelerini sağlamıştı ve onları işittiğimde Denys Barry'nin
dinlemeyi reddetmesine hiç şaşırmamıştım. Ama bununla
birlikte, o, eski zamanlara oldukça meraklıydı ve kurutulduğu
zaman bataklığı baştan aşağı araştırmayı önerdi. Adacığın
üzerindeki beyaz yıkıntıları sık sık ziyaret etmişti, her ne
kadar çok eskiye ait oldukları açıkça belli olsa da hatları
İrlanda'daki yıkıntıların çoğuna çok, çok az benziyordu ve
ihtişamlarının doruğunda oldukları günleri anımsatamayacak
kadar harap olmuşlardı. Artık kurutma işlemi başlamaya
hazırdı ve Kuzey'den gelen işçiler kısa bir süre içinde, yeşil
yosununu, kızıl fundalarını sökerek yasaklanmış bataklığı
temizleyecek, minik taşlı derecikleri ve sazlarla salkım saçak
olmuş sakin mavi havuzcukları kurutacaklardı.
Barry'nin bütün bunları anlatışının ardından, gün boyu süren
yolculuklarımın yorgunluğu ve ev sahibimin gecenin geç
saatlere dek konuşması yüzünden iyice uyuklamaya
başlamıştım. Bir erkek hizmetkâr, uzak bir kulenin içindeki
odamı gösterdi, ki yukarıdan köye, bataklığın kenarındaki
düzlüğe ve bataklığın kendisine bakıyordu; yani böylece, ay
ışığının altında pencerelerimden köylülerin bırakıp kaçtığı ve
artık Kuzey'den gelen işçilerin sığındığı sessiz çatıları,
eskiden kalma sivri kulesiyle yerel kiliseyi ve çok daha
uzaklarda, düşüncelere dalmış bataklığın ötesinde, uzaktaki
adacığın üzerinde beyaz ve hayaletvari ışıltılar saçan çok eski
yıkıntıyı görebiliyordum. Tam uykuya dalmak üzereyken
uzaklardan gelen kısık sesler duyduğumu sandım; yabanıl ve
yarı müzikal seslerdi, rüyalarımı renklendiren tekinsiz bir
heyecanla beni titrettiler. Ama ertesi sabah uyandığımda
tümünün bir düş olduğunu hissediyordum, çünkü gördüğüm
görüntüler gecenin içinde duyduğum yabanıl kaval seslerinin
tümünden çok daha harikaydı. Barry'nin bana anlattığı
efsanelerden etkilenmiştim, zihnim, mermer caddelerin ve
heykellerin, konakların ve tapınakların, oymaların ve
kabartmaların, bütün halkının görkemli bir tonla Yunanca
konuştuğu yeşil bir vadinin içindeki bir kentin üzerinde
uyuşukça dolaşıp duruyordu. Bu rüyayı Barry'ye anlattığım
zaman ikimiz de kahkahalar attık; ama ben daha gürültülü
kahkahalarla güldüm, çünkü onun kafası Kuzeyli işçileri
yüzünden biraz karışıktı. Altıncı kez aşırı şekilde uyumuş,
çok geç ve sersem bir şekilde uyanmışlardı ve önceki gece
erkenden yatağa gitmelerine rağmen sanki hiç dinlenememiş
gibi davranıyorlardı.
O sabah ve öğleden sonra boyunca, güneşin parıldattığı
köyün içinde tek başıma dolandım ve arada sırada tembel
işçilerle konuştum, çünkü Barry kurutma çalışmalarına
başlamak için son planlarıyla uğraşıyordu, işçiler olmaları
gereken kadar mutlu değillerdi, çünkü içlerinden çoğu
defalarca gördükleri ve hatırlamak için boşu boşuna
uğraştıkları bir rüya yüzünden huzursuz görünüyorlardı.
Onlara rüyamı anlattım, ama duyduğumu sandığım uğursuz
seslerden söz edene dek benimle pek ilgilenmediler.
Sonrasında bana tuhaf tuhaf bakarak kendilerinin de uğursuz
sesler duyduklarını hatırlar gibi olduklarını söylediler.
Akşam olduğunda, Barry benimle yemek yedi ve iki gün
içinde kurutma işlemine başlayacağını söyledi. Buna
sevinmiştim, çünkü yosunların, fundalıkların, dereciklerin ve
havuzcukların ortadan kalkmasından pek hoşlanmasam da
derin turba tabakasının sakladığı kadim sırları çözmek için
giderek büyüyen bir arzu duyuyordum. O gece düşlerimde,
şakıyan flütlerin ve mermer avluların üzerine aniden endişe
verici bir sonun çöktüğünü gördüm; çünkü vadinin içindeki
kentin üzerine salgın bir hastalığın çöreklendiğini, ormanlık
yamaçların korkunç bir toprak kayısıyla birlikte sokaklardaki
cesetleri örttüğünü ve geride gömülmeden kalan tek şeyin
sadece, tepenin doruğunda bulunan, içinde çağlar öncesinin
ay tanrıçası Cleis'in, gümüş başında fildişi bir taçla soğuk ve
sessizce uzandığı Artemis tapınağı olduğunu gördüm.
Aniden ve dehşet içinde uyandığımı söyleyebilirim. Çünkü
bazı zamanlar uyanık mı yoksa uykuda mı olduğumu
söyleyemezdim, çünkü flüt sesleri hâlâ kulaklarımın içinde tiz
bir sesle çınlıyordu; ama zeminin üzerinde donmuş ay
ışınlarını ve kafesli gotik bir pencerenin hatlarını gördüğüm
zaman uyanık olduğuma ve Kilderry şatosunda olmam
gerektiğine karar vermiştim. Sonra uzak bir yerlerde ikiyi
vuran bir saatin sesini duydum ve uyanık olduğumu anladım.
Ama buna rağmen tekdüze bir flüt sesi uzaklardan gelmeyi
sürdürüyor; yabani, tekinsiz nağmeler uzaklardaki
Maenalus'da birtakım faunların
(2)
dansını aklıma getiriyordu.
Bütün bunlar beni uyutmayacaktı ve sonunda sabırsızlıkla
ayağa fırlayıp odanın içinde yürümeye başladım. Sadece şans
eseri olarak kuzey penceresine doğru gittim, sessiz köyün ve
bataklığın kıyısındaki düzlüğe baktım. Etrafı seyretmek gibi
bir niyetim yoktu, çünkü uyumak istiyordum; ama flütler
bana işkence ediyordu ve bu yüzden bir şeyler yapmalı ya da
seyretmeliydim. Görebileceğim şeyi nasıl tahmin edebilirdim
ki?
Ay ışığının yüzdüğü geniş düzlüğün üzerinde gören hiçbir
ölümlünün bir daha unutamayacağı bir manzara vardı.
Kamıştan yapılmış flütlerin seslerinin yankılandığı bataklığın
üzerinde meşum ve sessiz bir şekilde ışıldayıp dalgalanan bir
şekiller kalabalığı vardı; Sicilyalıların, o eski günlerde hasat
ayının altında Demeter için dans edişlerine benzer bir
cümbüşün içinde dönüp duruyorlardı. Geniş düzlük, altın gibi
ay ışığı, hareket eden karanlık biçimler ve hepsinin üzerinde
tiz bir sesle haykıran tekdüze flüt sesi, beni neredeyse felç
eden bir etki yaratacaktı; ama yine de olanca korkumun
arasında farkına vardım ki, bu yorulmaz mekanik dansçıların
yarısı, uyuduklarını düşündüğüm işçilerken diğer yarısı da
beyazlar içindeki hayali tuhaf varlıklardı, doğaları yarı
belirsiz bir durumda olan ama bataklığın perili pınarlarında
yaşayan arzulu, solgun naiad'ları
(3)
ima eden varlıklardı.
Sabahın yükselen parlak güneşinin beni bu rüyasız
baygınlıktan uyandırmasının öncesinde, bu manzarayı tenha
kule penceresinden ne kadar seyrettiğimi bilmiyordum.
Uyandığımda kapıldığım ilk duygu bütün korkularımı ve
gözlemlediklerimi Denys Barry'ye aktarmak olmuştu, ama
kafesli doğu penceresinin içinden gün ışığı parıldarken
gördüğümü düşündüğüm şeylerin gerçek olmadığına iyice
emindim. Kendimi tuhaf kuruntulara kaptırmıştım, ama yine
de onlara inanacak kadar asla zayıf düşmemiştim; yani bu
fırsattan yararlanarak kendimi avutmak için işçileri
sorguladım, çok geç uyumuşlardı ve tiz seslerin bulanık
rüyaları dışında, önceki geceye dair hiçbir şey
anımsamıyorlardı. Bu hayali flüt çalma olayı beni oldukça
rahatsız ediyordu ve sonbaharın cırcır böceklerinin vaktinden
önce ortaya çıkarak geceleyin insanları taciz edip uğursuz
rüyaları gösterip göstermediklerini merak ettim. Günün
ilerleyen saatlerinde, yarın başlayacak büyük işin planlan
üzerine çalışmak için kütüphanesinde kapanmış Barry'yi
izledim ve ilk kez köylüleri uzaklaştıran aynı korkunun
dokunuşunu duyumsadım. Bilinmeyen bir neden yüzünden,
kadim bataklığı ve bataklığın gün ışığına çıkarılmamış
gizemlerini rahatsız etme düşüncesinden dehşete kapılarak
çağlar kadar eski turba katmanlarının ölçülemez
derinliklerinde yatan, uğursuz, korkunç şeylerin görüntüsünü
gözümde canlandırdım. Bu sırların gün ışığına çıkarılması
bana çok düşüncesiz bir davranış olarak göründü, şatoyu ve
köyü terk etmek için bahaneler kollamaya başladım. Barry'ye
laf arasında bu konudan bahsedecek kadar ileri gittim, ama o
yankılanan bir kahkaha patlattığında daha ileri gitmeye
cesaret edemedim. Yani güneş uzaktaki tepelerin üzerinde
alevler içinde batarken iyice suskunlaşmıştım ve gelecek
kötülüklerin bir alameti gibi görünen kızıl ve sarı alevlerin
içinde Kilderry, alev alev ışıldıyordu.
O geceki olaylar gerçek mi yoksa bir yanılsama mıydı, buna
asla emin olamayacaktım. Onlar kesinlikle doğa ve evren
hakkında düşlediğimiz her şeyi aşıyorlardı; ama yine de her
şeyin olup bitmesinin ardından herkes tarafından öğrendiği o
ortadan yok oluşları normal bir şekilde açıklayamazdım.
Tamamen dehşete kapılmış olarak erkenden odama çekilmiş
ve kulenin uğursuz sessizliğinin içinde uzun bir süre boyunca
uykuya dalamamıştım. Gökyüzü, iyice küçülen ve gece
yarısından sonraki dar vakitlere kadar solmayan ayı
gösterecek kadar berrak olmasına rağmen, ortalık çok
karanlıktı. Orada uzanmış yatarken Denys Barry'yi ve gün
ağardığında o bataklığın başına neler geleceğini
düşünüyordum; birdenbire kendi kendimi, gecenin bir
vaktinde dışarıya fırlayıp Barry'nin arabasını kaptığım gibi bu
tehditkâr topraklardan uzağa Balllylough'a doğru çılgınca
sürme dürtüsüne kapılmış ve neredeyse aklımı oynatmış gibi
buldum. Ama korkularımın harekete geçerek
kristalleşmesinden önce uykuya dalmıştım ve rüyalarımda
korku verici bir gölgenin örtüsü altındaki vadinin içinde
soğuk ve ölü olarak uzanan kenti seyrediyordum.
Beni uyandıran büyük olasılıkla tiz flüt sesleriydi, ama yine
de gözümü ilk açtığımda onların farkında değildim. Üzerinde
küçülen ayın yükseldiği bataklığa bakan doğu penceresinin
önünde sırt üstü yatıyor ve bu yüzden ışığın tam karşıdaki
duvara düşeceğini bekliyordum ama şu anda görünen
manzaraya benzer bir şeye daha önce hiç bakmamıştım.
Gerçekten de ışık karşımdaki duvarın üzerinde parladı, ama
ayın doğurduğu bir ışığa benzemiyordu. Gotik pencereden
içeriye akan kızılımsı parlaklık sütunu korku verici ve
deliciydi, odanın her yeri çok yoğun ve dünya dışı bir ihtişam
içinde parıldıyordu. Böylesi bir durum için ilk tepkim oldukça
alışılmadıktı, ama insanlar sadece öykülerde dramatik ve
görülmedik bir şey yaparlardı. Yeni ışığın kaynağına doğru,
bataklığın üzerine bakmak yerine, korkuya kapılarak panik
içinde gözlerimi pencereden uzak tuttum ve karmakarışık bir
kaçış düşüncesi sayesinde beceriksiz bir şekilde giysilerimi
üzerime geçirdim. Revolverimi ve şapkama el attığımı
hatırlıyorum, ama biriyle ateş edip diğerini kafama
geçiremeden ikisini de kaybettim. Bir süre sonra kızıl
ışınımın hayret vericiliği korkumu yendiği zaman doğu
penceresine doğru sürünerek ilerledim, şatonun ve köyün
tamamının üzerinde hiç kesilmemecesine vızıldanıp
yankılanan delirtici flüt sesinin nereden geldiğini anlamak
için dışarıya bakındım.
Bataklığın üstünde çakan ve uzaktaki adacıktaki çok eski
tuhaf yıkıntının üzerinden akan, kızıl, uğursuz bir ışık tufanı
vardı. O yıkıntının görüntüsünü asla betimleyemezdim -
delirmiş olmalıydım, çünkü yıkıntı sütunlarla çevrelenmiş,
ihtişamlı ve sanki hiç yıkılmamışçasma görkemli bir şekilde
yükseliyor, çatısının alevleri yansıtan mermerleri, bir dağın
tepesine kurulmuş bir tapınağın zirvesi gibi gökyüzünü
deliyordu. Flütler çığlık attı, davullar vurmaya başladı, ben
bütün bu olanları huşu ve dehşet içinde seyrederken, mermer
ve parıltı içindeki görünüme karşıt bir şekilde siluet halinde
hoplayıp zıplayan karanlık grotesk figürler gördüğümü
sandım. Yaratılan etki muazzamdı - bütün bütüne akıl almazdı
- ve flüt sesi sol tarafımda artar gibi görünmeseydi o sahneyi
sonsuza dek izleyebilirdim. Sarhoşlukla karışık acayip bir
dehşet içinde titreyerek, dairesel odada yürüdüm ve oradan
baktığımda bütün köyü ve bataklığın kıyısındaki düzlüğü
görebileceğim kuzey penceresine doğru geçtim. Sanki onları
daha biraz önce doğanın solukluğunun ötesindeki bir
sahneden ayırmamışım gibi gözlerim bir başka delice
harikaya açıldı, çünkü hayaletvari kızıl bir ışıkla aydınlanmış
düzlüğün üzerinde, hiç kimsenin kâbusları dışında başka bir
yerde göremeyeceği türden varlıklar sıra halinde yürüyordu.
Birtakım kadim ve çok ciddi ayinsel dansları çağrıştıran
fantastik davranışlar gösteren beyazlara bürünmüş bataklık
hayaletleri, havanın içinde yarı kayıp yarı yüzerek, durgun
sulara ve adacıktaki yıkıntıya doğru yavaşça çekiliyorlardı.
Görünmeyen flütlerin uğursuz seslerinin rehberliğinde yarı
saydam kolları dalgalanıyor, tekinsiz ritmleri içinde onları kör
ve beyinsizce, tıpkı bir köpek sürüsü gibi izleyen, sarhoşlar
gibi sendeleyerek yürüyen, sanki hantalca ama karşı
konulamaz, şeytani bir iradenin etkisiyle sürükleniyorlar gibi
adımlarını güçlükle atan işçi kalabalığını işaretlerle
çağırıyordu. Naiad'lar yönlerini değiştirmeden bataklığa
doğru yaklaşırken, arkada kalmış gibi görünen ve tökezlene
tökezlene gelen kişilerden oluşan yeni bir topluluk sarhoşlar
gibi zikzaklar çizerek, penceremin çok aşağısındaki bir
kapıdan, şatodan dışarıya çıktı, avluyu ve köyün arada kalan
kısmını körü körüne aşarak, düzlükte bata çıka ilerleyen işçi
koluna katıldı. Aramızdaki uzaklığa karşın, onların Kuzey'den
getirilen hizmetkârlar olduğunu anladım, çünkü gülünçlüğü
artık dile getirilemez şekilde trajikleşmiş olan aşçının çirkin
ve kaba suretini tanımıştım. Flütler dehşet saçarak çınlıyordu
ve adadaki yıkıntısı yönünden yükselen davul seslerini
yeniden duydum. Sonrasında naiad'lar sessizce ve zarif bir
şekilde suya ulaştılar ve kadim bataklığın içinde birer birer
eriyip yok oldular; bu arada takipçi kolu da hızını hiç
azaltmadan onların ardından hantalca suya girmiş ve kızıl
ışığın altında zar zor gördüğüm dağınık kabarcıklardan oluşan
minik bir burgaç ortasında yok olup gitmişti. Ve son açması
sersem yürüyüşçü olarak, şişman aşçı da o kasvetli havuzun
içine bir taş gibi batarak gözden kaybolurken flütler ve
davullar yavaş yavaş kesildi, yıkıntıdan yükselen kör edici
kızıl ışınlar geride yeni doğmuş ayın ışıkları altındaki yalnız
ve ıssız köyü bırakarak aniden söndü.
Anlatılamaz bir kaos içindeydim. Deli mi akıllı mı, uyanık
mı uyuyor mu olduğumu bilmiyordum, sadece merhametli bir
uyuşukluk içinde yaşıyordum. Sanırım Artemis'e, Leto'ya,
Demeter'e, Persephone'ye ve Plutos'a yakarmak gibi gülünç
şeyler yaptığıma inanıyorum. Durumun uyandırdığı en derin
batıl inançlarımın dehşeti yüzünden klasik gençlik
eğitimimden hatırladığım her şey dudaklarımdan dökülmüştü.
Bütün bir köyün ölümüne tanıklık ettiğimi hissettim ve
cüretkârlığı bir felakete yol açan Denys Barry ile birlikte
şatonun içinde yapayalnız kaldığımızı anladım. Onu
düşünürken kapıldığım yeni korkular beni iyice sarstı ve yere
yığıldım; baygın değildim ama fiziksel olarak çaresizdim.
Sonrasında ayın yükseldiği doğu penceresinden içeri giren bir
rüzgâr patlayışı hissettim ve şatoda, altımdan gelen bazı
çığlıklar duymaya başladım. Kısa süre içinde bu çığlıklar
yazılamayacak bir özellik taşıyana dek çoğaldı ve onları
düşünmem bile beni bayılttı. Bu konuda bütün
söyleyebileceğim, bu çığlıkların dost olarak bildiğim birinden
yükseldiğiydi.
Bu şok edici periyotun içindeyken, soğuk rüzgâr ve çığlıklar
tarafından uyandırılmış olmalıyım, çünkü uyanışımın
ardından kapıldığım ilk düşünce, zifiri karanlık odalar ve
koridorlar boyunca delice koşarak avludan çıkıp korkunç
gecenin içine dalmak olacaktı. Beni şafak vakti Ballylough
civarında bilinçsiz bir halde dolaşırken bulmuşlardı, ama
bütün bütün aklımı oynatmama yol açan şey, daha önce
gördüklerimin ya da duyduklarımın hiçbiri değildi.
Karanlıkların içinden bilincimi yeniden kazanarak yavaşça
çıkarken, kendi kendime mırıldandığım şey, kaçarken başıma
gelen iki fantastik olayla ilgiliydi: bu olayların bir anlamı
yoktu, ama yine de bataklıklarda ya da ay ışığında yalnız
olduğum zamanlarda sürekli olarak beni rahatsız etmeyi
sürdüreceklerdi.
O lanetlenmiş şatodan bataklığın kıyısı boyunca kaçarken
yeni bir ses duymuştum: tanıdık gelen, ama daha önce
Kilderry'de duyduklarıma hiç benzemeyen bir ses. İçinde
hiçbir hayvanın yaşamadığı bu durgun sular, şimdi
boyutlarına uymayan garip tonlarda, durmaksızın, tiz bir
şekilde, çığlık çığlığa öten bir sürü yapış yapış, devasa
kurbağayla dolmuştu. Ay ışığının altında yeşil yeşil, kabarmış
olarak parıldıyor ve başlarını yukarı kaldırıp üzerlerine
dökülen ışığın kaynağı izliyor gibiydiler. Çok şişman ve
çirkin bir kurbağanın gözünü diktiği yere baktım ve bilincimi
yitirmeme neden olan şeylerin ikincisini gördüm.
Uzaktaki adacığın üzerinde bulunan çok eski tuhaf
yıkıntıdan doğrudan sararmış aya doğru yükselen ve
bataklığın suları üzerinde hiçbir yansıma oluşturmayan donuk
bir şekilde titreşen bir ışık sütunu gördüm. Ateşlenmiş hayal
gücüm, bu solgun patikanın yukarılarında hafifçe kıvranıp
duran ince bir gölge gördü; görünmeyen iblisler tarafından
sürükleniyormuşcasına çırpınan, hatları bulanık bir gölgeydi.
Delirmiştim, o korkunç gölgenin yapısında inanılmaz bir
benzerlik kurdum - mide bulandırıcı, inanılmaz bir karikatür -
bir zamanlar Denys Barry olan kişinin küfürbaz suretiydi.
Mart 1921
Dostları ilə paylaş: |