Şekil 3.12 :
“
Kitchen Stories
” (2003) adlı filmden;
gözlemcinin mutfak
kullanıcısının hareketlerini kaydettiği sahnelerden bir
i.
İlerleme, kontrol, düzen gibi kavramların ön plana çıktığı ve tamamıyle pozitivist bir
anlayışın ürünü haline gelen bir mimarlık anlayışı 1945 sonra hegemonik hale gelir.
Evrensel ya da yüksek modernizmin olarak a
dlandırılan bu hareket
üst
yapı
ile yakın
ilişkiler içerisindedir,
onun
bir nevi aracıdır.
Harvey’e
(2010) göre
“…yüksek
modernist
mimarlık, Aydınlanma’nın ilerleme ve insanlığın kurtuluşu yolunda
gelişme projesinin tekelci kapitalist bir versiyonun politik
-ekonomik hakimiyeti
altındaki bir topl
umda, sistemin san
atı ve pratiği haline geliyordu” (
s.50). Ellin
’e
(1997) göre 8. CIAM (1945),
endüstrileşmenin sosyal kategorileri geçersiz kıldığını
iddia eder. Beklentileri ve zevkleri aynı olan monolitik bir toplum düşüncesi; yalın,
steril, avangart, elitist ve ezoterik bir tasa
rım mentalitesini meşrulaştırır
(
Şekil 3.1
3).
Şekil 3.13 :
“Homojen metropol toplumu” Christoph Mohr ve Michael Müller,
“
Funktionalitaet und Moderne
”
, p.198 (Heynen, 1999).
45
Frederic Jameson da yüksek modernizmin, rasyonel ve teknokratik plan ve
sonradan çok-uluslu
kapitalin sistemine dönüşecek
evrensel planlama için bir zemin
hazırladığını ve istemeden kendi devrimci ve ütopyacı iddialarına ters düştüğünü
ifade eder ve mimarların Ford ve Taylor’un kendi alanlarında yaptıklarınının aynısını
mimari
nesneye yaptıklarını düşünür, yani nesneyi
vahşice ve kapsamlı bir biçimde
rasyonalize etmek (Jameson, 2009).
Bu anlayışın kaygı ve yabancılaşmaya neden olan fiziki yansımaları olarak;
bağlamından kopuk binalardan oluşan toplu konut pro
jeleri ve fonksiyonel kent
çözümleri incelenebilir.
Harvey’e göre, Huyssens ve Frampton da benzer görüşler
içerisindedir:
Geriye bakıldığında ortaya çıkan mimarlığın, bir yandan halkla ilişkilere düşkün büyük şirketler
ve devlet kurul
uşları için kusursuz iktidar ve prestij imajları yaratırken, bir yandan da işçi sınıfı
için “yabancılaşma ve insanlıktan çıkma simgeleri” haline gelen modernist konut projeleri
ürettiğini ileri sürmek kolaydır
. (Harvey, 2010, s.50)
Missuri’de 1954
-1956
arasında
inşası tamamlanan Pruitt Igoe bu yabancılaşma
simgelerinden en bilenenidir. Temel olarak CIAM’in prensipleri doğrultusunda
geliştirilen ve 1951’de AIA tarafından tasarım ödülü alan bu proje daha sonra yüksek
suç oranları, yoksulluk ve ayrışmanın
mekan
ı haline gelmiştir
.
Jencks’e göre Pruitt
Igoe’nin ortadan kalktığı gün “modern mimarlığın” öldüğü gündür ve Pruitt Igoe
modernizmin gerçek dünyanın sosyal gelişmeleri ile parallelik göstermeyen
niyetlerinin tipik bir örneğidir
.
Jencks aynı zamanda üstyapının bir parçası olan
devlet ya da belediye gibi otoritelerin,
bu projelerin lokasyonu, nüfus yoğunluğu,
gider politikaları ve hatta kaç katlı olması gerektiği gibi kararlarda söz sahibi
olm
asını eleştirir (
Jencks, 1987) (
Şekil 3.1
4).
Şekil 3.14 :
Pruitt Igoe (1954-1956
), soldan sağa: vaziyet planı ve yıkılışı
.
Yüksek modernizmin ürünü olan Pruitt Igoe gibi projelerin
yabancılaşmaya sebep
olmasının nedenleri araştırılırken; ilişkisizlik
ve ilişkisizliğin bir sonucu olan
46
“soyutla(n)ma“ kavramları öne çıkarılabilir. Bu ilişkisizlik, hem yapı ile kent arasında,
hem de kullanıcı ile
mekan
arasında gözlemlenir.
Çevresinden kopuk soyut bir obje
olarak bina tasarlama
nın
modernist
mimari yaklaşımın bir sonucu olduğu öne
sürülebilir. Tom
Schumacher’e
(1971) göre modernist mimarlar; fiziksel veya sosyal
olarak bulunduğu lokasyonla ilişki kurmayan bir binayı
; mimari bir objeyi
amaç
lıyorlardı
. Bu konsept yeni olmasa da -zira Leona Battista, Alberti, Andrea
Palladio ve diğerleri de mimari objeler tasarlıyorlardı
-; tüm bina tiplerinin izole objeler
halinde var
olması gerektiği iddiası yenidir
.
Binaların otonom nesneler olarak ele
alınması kamusal alanla olan ilişkiyi de etkiler.
Calthorpe’a
göre modernizm kamusal
alana yaklaşımı ile de romantik ve klasik gelenekten farklılaşır. Bu iki gelenek
birbir
lerine ters gözükse de paylaştıkları ortak bir özellik vardır: kamusal alan ister
sokak ister meydan olsun dominant formdur; binalar ise ikincildir. Oysa Garnier’in
“Bahçekent”
(Garden City)
önerisi ve devamında
Le Corbusier ve Frank Lloyd
Wright gibi mima
rların
projelerinde
yepyeni bir anlayış vardır: binanın kendisi nesne
haline gelir, mekan
ı tanımlamaz, içine yerleşir. Kısacası modernizmde yapılar
cephesini dayadıkları ve kamusal alanı tanımlayan binalar olarak değil, yalnızca
boşluklar içine yerleşmiş i
çindeki fonksiyonlara sorumlu olan otonom objeler gibi ele
alınır
. (Ellin, 1997). Bu duruma
Le Corbusier’in Bahçe Kent’ten
ilham alarak önerdiği
“Radiant City” de örnek olarak verilebilir. Jacobs’a göre
bu projede
kente değil parka
girilir. Proje bir park içinde tekrar eden gökdelenlerden ibarettir (Jacobs, 1992)
(Şekil
3.15).
Şekil 3.15 :
Le Co
rbusier’in “
Radiant City
”
(1924) projesinden görseller.
Bu anlayışın devamını günümüzde de görmek mümkündür. Mehaffy ve Salingaros’
a
(2011) göre bu tutumun sonucunda mimarlar
tarafından çok beğenilen ancak mimar
olmayanların
çoğunluğu tarafından başarısız bulunan yapılar ortaya çıkar. Bu
fenomeni “mimari miyopluk” olarak adlandırır ve sebebini kökleri 1900l’ı yıllara
47
dayanan ve mimari obje
tasarımına teşvik eden mimarlık eğiti
mi olarak görür.
Yazarlara göre Peter Behrens, Le Corbusier, Mies van der Rohe ve Walter Gropius
ve
devamındaki mimarların binaları bireyselleşmiş formlardır
ve bu binalar
bağlamdan dramatik bir biçimde kopu
k duran objeler olarak dururlar.
Son yarım yüzyıldır, ”mimari miyopluk”, tasarımcıların
görünüşlerinin dramatikliği ile
çok fazla
ilgilenmelerinden ötürü en temel insani kriterleri yerine getirmeyen binalar sonucunu vermiştir.
Bu binalar insanları izole ediyor, yeterince ışık sağlamıyor veya düşük kalitede ışık sağlıyor,
köşelerinde düşmancıl yaya çevrelerine neden oluyor, fazla gölge yaratıyor, “kanyon etkisi “
denilen durum rüzgarlara sebebiyet veriyor; kull
anıcıları “hasta bina sendromu”
na sokuyor,
kaynakları verimsiz kullanıyor.
(Mehaffy ve Salingaros, 2011)
İlişkisizliğin diğer boyutu kullanıcı
ile mekan
arasında gerçekleşir.
K
ullanıcılar
mekan
la ilişki kuramaz
lar ya da
ilişki kurmaları
na izin verilmez. Modernist iç
mekanda
“açık plan” ve “akışkan
mekan
”
anlayışı öne çıkar.
Modern öncesi
konutlara örnek gösterilebilecek V
iktoryen evin ana koridor ve çok sayıda küçük
tek
fonksiyonlu odalarının
yerini, çok fonksiyon içeren açık ve geniş
mekan
lar alır.
Transparan cepheler iç-
dış ilişkisini değiştirir. Vidler
(2000)
modernist mimarların
(Giedion, Mendelsohn, Le Corbusier vb.
) modernizmin rönesanstan miras aldığı
transparanlık ülküsü içinde; insanın kapalı abidesi/konutunu, içinden havanın ve
ışığın aktığı
mekan
lar ile değiştirdikleri ifade eder
.
Bu değişim modernist teoriyi
pratiğe dökme araçlarından bir
idir zira
Ellin’
e göre iç mekan
ın bu modernist açılımı,
geleneksel toplumsal ve ahlaki değerlerinden kurtulma ve sosyal sınıflar
, etnik
gruplar
, jenerasyonlar ve cinsiyetler arası engelleri kaldırma arzusunu yansıtır
(Ellin,1997).
“Açık plan” ve “akışkan
mekan
” hiyerarşik ve tek fonksiyonlu
mekan
lardan oluşan konutlardan daha eşitlikçi ve özgürlükçüdür ancak dönemin
sosyal mühendisliğinin bir yansıması olarak görülebilecek mimarların dayatıcı
tutumları; bu eşitlikçi ve özgürlükçü anlayışa ters düşen durumların gözlenmesine
neden olur. Örneğin iç mimaride “
less is more
” estetiğinin hakimiyeti altında
yaratılan yalın ve steril iç
mekan
ların kullanıcıların müdahalesine çok da açık
olmadığı öne sürülebilir.
“Mimarlıkta ve planlamada bu, süsten ve kişiselleştirilmiş tasarımdan kaçınma biçiminde
ortaya çıkıyordu. Bu öyle noktalara varıyordu ki, toplu konutlarda kiracıların kişisel ihtiyaçlarını
karşılamak üzere çevreyi değiştirmelerine izin verilmiyordu; Le Corbusier’in yaptığı Pavillon
Suisse adlı öğrenci yurdunda, mimar estetik nedenlerle perde takılmasına izin vermediği için
öğrenciler yazları pişiyordu.” (Harvey, 2010
, s.51)
Kısacası böyle bir anlayışın kullanıcının inisiyatif almasına engel olduğu ve kullanıcı
iradesini hiçe saydığı öne sürülebilir.
Heynen’
e (1999) göre modernist dönemde
k
ullanıcı için neyin iyi olduğuna karar veren bir üst karar vericiler grubu bireylerin
48
hayatına her ölçekte (planlamadan, dekorasyona) müdahale ederler
. Bloch,
modernizmin y
arattığı konutların
steril bir boşluk
tan ibaret old
uğunu ve her an
terkedilecekmiş gibi bir his yarattıklarını öne sürer
(Heynen, 1999).
Bu görüş
modernizmin hijyenik ve steril mekan
larının
yaşanmışlık hissinden uzak olduğunu
ifade eder. Kullanıcı ayrılmayı ifade eden
mekan
ı kişiselleştiremez
. Bu kontrol ve
sterillik, bireyin mekan
la ilişkisinin zayıflamasına hatta kopmasına neden olur ve
yabancılaşmaya sebebiyet verir.
Kaygıya sebebiyet veren kentsel durum
lardan biri olarak ise homojenlik öne
sürülebilir. Mekan
sal karşılığı olarak, tarihi kentin dinamik heterojen yapısını
parçalayarak homojen düzenlemelere yönelen planlama önerileri ve her ölçekte
sürekli olarak tekrar eden geometrik biçimler araştırılabilir. Holston’a gör
e modern
şehircilik teorisi CIAM’da sistemleştirilir ve bu sistem; insan bedeninden türetilmiş
ölçüler, zonlama ve bölgesel planlama yoluyla
fonksiyonları (bitki, iş, rekreasyon,
do
laşım) ayırır ve organize eder
(Holston, 1989). Ebezener Howard, Tony Garnier
ve Le Corbusier gibi tasarımcılar “spesifik alanlara uygulanacak spesifik planlarda
n
ziyade her yere uygulanabilecek “ideal t
i
p”ler önerirler. Huet (1986)
buna
“fonksiyonel kent” adını verir ve “
nicelik ve endüstriyel tekrarlama ile düzenlenen
öklidyen soyutlamanın
mekan
ı” olarak tanımla
r. Bu kentin temel karakteristik
özellikleri “homoj
e
nlik, izotropi ve fragmanlaşma”dır ve kendisini “tarihi
kentin
tamamen antitezi
” gibi su
nar (Ellin, 1997
’de atıfta bulunduğu gibi
).
Jacobs’un ortodoks planlama olarak tanımla
d
ığı
bu durum bir çok işlevi bir
arada
barındıran geleneksel anlamda sokağın ölü
müne neden olur (Jacobs,1992). Benzer
içerikte ve benzer formlara sahip yapılardan oluşan yaşam çevreleri zamansal ve
mekan
sal olarak boşluklar içerirler.
Cacciari ve Eisenman’a göre modernlik
, parçalar
ve boş işaretlerle
dolu bir sessizlik sunar (Heynen,1999). Bu durum heterojen bir
yapıdan homojen bir yapıya geçiş olarak özetlenebilir
. Modern kentin homojen
boşlukların
da -
agorafobide olduğu gibi
-
kullanıcının hareketi bir referans noktası
olmadığı takdirde sönümlenir, kullanıcı k
aybolur.
Homojenlik yalnızca boşluklarda
değil biçimlerin ve içeriklerin dizilişinde de görülür. Bu bir tekrar
a (repitition) neden
olur. Homojenlik kaynaklı tekrarın hiçlikle eş anlamlı olduğu ve bu sebeple kaygıy
a
neden olduğu öne sürülebilir (Şekil 3.1
6).
49
Şekil 3.16 :
Biçimsel tekra
ra ilişkin örnekler (J.F. Frazuier’in
“
Babel
”
projesinden).
3.5 Korku ve güvensizlik
Bu bölümde metropol mekan
larının doğasına içkin hale gelmiş “yabancı/yabancılık”
,
“
tehlike
”
ve
“
güvenlik
”
kavramları, fiziksel “sınır”
ve ‘”şeffaflık’
aracılığıyla
‘mahremiyet’
,
“
denetim
”
ve
“
gözetim
”
ve affektif reaksiyonlar olarak da
“korku”
ve
“
güvensizlik
”
birlikte ele alınacaktı
r.
Kentler Antik çağdan itibaren ve Rönesans boyunca sakinlerini düşmanlardan ve
işgalcilerden yani dışarıdan gelen tehlikelerden korumak
amac
ıyla surlar ve yüksek
duvarlar
gibi fiziksel sınırlarla çevrelenmiştir. Bir başka deyişle kentlerin inşası için
temel motivasyonlardan biri dışarıdan gelecek tehlikelerden kaynaklanan kork
udur
ve kentler görece güvenli yerlerdir. Ancak
Ellin’e
(1997) göre bir zamanlar görece
güvenli yerler olan kentler bugün güvenlikten çok korku ve tehlike ile özdeşleşen
yerler haline gelmiş
lerdir. Oktay, kentlerin
bizim biçimlendirdiğimiz
mekanlar
olmalarının ötesinde onların da bizim kimliklerimizi ve karakterlerimizi belirlediğini
ifade
eder ve bir yandan “insansal
dokusuyla, tarihsel ve doğal zenginlikleriyle,
geçmişin fısıltılarını olduğu kadar güncelin bağırtılarını da yankılayan simgeleriyle“
insanları büyülediğini ancak bir yandan da “kaotik yapısı, terörize edici ve yalıtıcı
çoğulluğu”yla korku verdiğ
ini ifade eder (Oktay, 2002).
Modernite ile birlikte gelen normatif epistemolojiden spekü
latif epistemolojiye geçişin
ve
kentte gerçekleşen fiziksel değişimlerin bireylerde fobi, kaygı ve
yabancılaşmalara neden olmasınd
an
“Kaygı ve Yabancılaşma” bölümünde
bahsedilmişti
.
Modernite ile birlikte gelişen endüstriyel kapitalizmin hem kent
50
peyzajını biçimlendirdiği hem de kentlerin demografik yapılarını değiştirdiği bir
gerçektir.
Demografik yapıdaki değişim göçlerden ve artan
mobiliteden kaynaklanır.
Ellin’e göre modern endüstrileşme ile birlikte, çalışan sınıfın daha güvenli ve iyi
standartlarda koşullarda çalışma arayışı ile iş sahiplerinin kar amacı arasındaki
gerilim, mobiliteyi arttırır. Bunun yanında göçlerden kaynaklanan kültürel çeşitlilik ve
farklılıklar, bireylerde güvensizlik duygusunu arttırır. Yani hem iş yaşamında hem de
sosya
l yaşamda (fabrika içi ve dışı)
güvensizlik endüstriyel kapitalizme içkin bir
bileşen haline gelir
(Ellin,1997).
Mobilitenin güvensizliğe neden olması; kişinin
mekan
la ve içinde geçici olarak bulunduğu sosyal yaşamla aidiyet ilişkisi kurmasını
engellemesine bağlanabilir. Kişi m
ekan
ı “kendileyemez”
(appropriation) ve komünite
hissi azalır.
Göçlerden kaynaklanan insan çeşitliliğinin ve sebep olduğu korku ve güvensizliği
anlamak için yabancı ve yabancılık kavramlarına yakından bakmak faydalı olabilir.
Yabancı bizden olmayandır, tanınmayan ve bilinmeyendir. Metropol yaşamının taşra
yaşamından en önemli farklarından biri gündelik hayatımızı yabancılarla
paylaşmamıza neden olmasıdır. Yabancı tehlike ve potansiyeli bir arada taşır. Yi Fi
Tuan (1986)
yabancı ve tanıdık karşıtlığını doğa ile kültür karşıtlığı ile ilişkilendirir.
Kültür, tanıdık insanlar ve tanıdık bir ortamı sembolize eder, dışında doğa vardır
ve
doğa yabancı olandır. Doğa ile özdeşleşen orman
bilinmez varlıklara ev sahipliği
yapar, ilkseldir ve kaotiktir. Tuan bu ilişkiyi ‘forest’ ve ‘foreigner’ kelimelerinin aynı
Latince kökten (foranus
) gelmesine bağlar. Yabancı da, orman
da bizim
alanımız
dışındadır;
gariptir, tehdit edici ve tehlikeli olma potansiyeli taşır ama aynı
zamanda
sıradan ve bilindik olanın dışında olmalarının getirdiği bir gizeme ve bildiğimiz
anlamın dışında bir “iyi”nin zerafetine dair ipuçları taşırlar. Tarih boyunca
insanlar
çoğunlukla kültürü doğaya, tanıdığı yabancı olana tercih ederler. An
cak istisnalar
oluşur; kültürle ilişkilendirilebilecek kent korkunun nesnesi haline gelir çünkü
metropol yabancılardan oluşur. Yabancıdan korkarız çünkü tehlikelidir; bizi rahatsız
eder ve sınıflandırma sistemlerimizi altüst eder. Ancak yabancı
aynı zamanda
potansiyeldir. Sıkı örülmüş ilişkilerden oluşan bir toplumsal hayatın sürdüğü
geleneksel küçük yerleşim alanlarında, tanıdıklık durumundan kaynaklanan sıcaklık
ve huzur ile uzu
n süredir bir arada yaşamaktan kaynaklanan gerginlikler bir
aradadır. Tanıdıklık ve aşinalık boğucu olabilir;
modern öncesi toplumlarda insanlar
bu
boğuculuktan ve rutinler
den kurtulmak için festivaller düzenler ve hacca giderler.
Kısacası yabancı olan hem iyi olma hem de ilginç olma potansiyelini taşır. Bunun
yanı sıra bugün tanıdık olanın bir zamanlar yabancı olması gerçeği de yabancının
güvenilir de
olabileceğini gösterir. Bu açıdan metropol yaşamı seçim ve özgürlük
51
demektir;
seçemediğin insanlardan oluşan bir cemaattense, iletişim kurmayı
seçebileceğin bir topluluk sunar. Tuan’a göre m
odern toplumda ve metropol
yaşamında yabancının iyiliğine bağımlıyızdır (Tuan, 1986)
.
Bir başka deyişle
metrop
ol yaşamında yabancıdan medet umarız.
Yabancı ve yabancı ile olan ilişkimizin
mekan
sal boyutları kentle olan ilişkimizde
önemli bir yer tutar ve korku, güvende hissetme gibi affektif reaksiyonlara neden
olur.
Yabancı ile, öteki olanla kurulan ilişkinin
mekan
sal boyutları olarak
“mahremiyet” ve “kişisel
mekan
”
kavram
ları öne çıkar. Giddens’a göre mahremiyet,
herşey
den
önce, kişiler arası eşitlik bağlamında, diğer insanlarla ve benlikle
duygu
sal iletişim kurma
meselesidir (Göregenli, 2010). Metropol
yaşamı bireyleri
sürekli olarak farklı kişilerle (yabancılarla) farklı pozisyonlarda
birlikte hareket
etmeye zorlar, bu da bireyleri
mahremiyet düzeylerini istedikleri düzeyde tutmaları
için çaba göstermek zorunda bırakır
.
Fiziksel çevre mahremiyetin akışını düzenler
;
fiziksel elemanlar kullanılarak mahremiyet düzeyi belirlenir. Aslında bu
mekan
izmalar birer sınır tarif ederler ve bir
mekan
tanımlarlar. Mahremiyetle ilişkili
mekan
lardan ilki “kişisel
mekan
”dır. Göregenli’ye göre “kişisel
mekan
”ın literatürde
kişisel
mekan
, kişilerarası mesafe ve kişilerarası
mekansal proksemi gibi
kullanımları vardır. “Kişisel
mekan
”
terimini ilk kez
Katz tarafından
1
937’de
gündeme
getirmiştir. Daha sonra Heidegger (1950) bu terimi “her hayvanın çevresini bir balon
veya hava kabarcığı gibi kuşatarak kendisi ve diğer hayvanlar arasında uygun
bir
mesafeye izin vermek”
olarak tanımlamıştır. Hall (1963,1969) ise kişisel
mekan
ı bir
iletişim formu olarak betimlemiş
,
kişiler arası ilişkilerin niteliğini
mesafelerin
belirlediğini savunmuştur. Kişilerin çeşitli ortam ve insan ilişkilerinde
duygusal
duruml
arına bağlı olarak ilişki düzeylerini
belirlemek için
farklı mesafel
er
kullandıklarını vurgular ve
dört tip mesafe bölgesi belirler: Bunlardan ilki
“yakın
mesafe
”
dir; 45 cm.
’
e kadar
bir alanı tanımlar ve en yakınlarla kurulan ilişkiyi
tarif
eder. İkin
cisi
“kişisel mesafe”
olarak tanımlanır ve
45 cm. ile 125 cm.
arası
nda
değişir. Arkadaşlar ile kurulan ilişkide çoğunlukla kullanılan mesafedir.
Üçüncüsü
“
sosyal mesafe
”
olarak adlandırılır; bu mesafe 125 cm
. ile 370 cm.
arasında değişir
ve örnek olarak iş
ilişkileri verilebilir. Son olarak “genel mesafe”, 370 cm. ve
sonrasını tarif eder ve örnek olarak konuşmacılar ile onların
dinleyenleri gösterilir.
Hall
aynı zamanda kişisel mesafeyi Heidegger’e benzer bir biçimde
organizmanın
kendisi ile
diğerleri arası
ndaki küçük koruyucu bir
çevre ya da küre anlamına
geldiğini dile getirmiştir
(Göregenli, 2010
’da atıfta bulunduğu gibi
). Tüm bu
tanımlamalarda sınır, tabaka, mesafe, küre gibi kavramlardan faydalanılır ve tüm bu
52
mekan
sallıklar bizzat birey tarafından inş
a edilir.
Bu bağlamda
s
ınır inşası
dinamiktir.
Fiziksel sınır inşası yalnızca bireysel ilişkilerde değil her tür ölçekte iletişim ve
iletişimsizlik aracıdır.
Mekan
ın sınırları kişisel, ulusal, etnik ayrımları
ifade etme
araçlarından biridir. Vidler’e göre
mekan
ın politik bir rolü vardır ve her tür iktidarın
işgal etme ya da sosyal ve bireysel kontrol sağlama araçlarından biridir (Vidler,
1993).
Kontrol etme, doğacak olası tehlikelere karşı tetikte olmak olarak ifade
edilebilir. Bu noktada bir tarafın bir tarafı gözetleme ve denetleme aracılığıyla kontrol
etmesinin iletişim biçimlerinden biri olduğunu öne sürmek yanlış olmaz. Kontrol,
denetleme ve gözetimin mahremiyet ve kişisel alan ile ilgili kompleks durumlar
ortaya çıkarması gene iktidar ve birey arasındaki gerilimli ilişkinin bir sonucudur.
Yabancıdan kaynaklanan korku ve potansiyel tehlike
,
tehlike ile ilişkili güvenlik ve
güvenlik sağlamanın bir y
olu olarak kontrol ve denetleme; tüm bunlar mekanla
ilişkilendirilebilen durumlardır. Kontrol ve denetlemen
in mekan
sallaşması ve/veya
kontrol ve denetim sağlamak için
mekan
ın araçsallaşmasına,
“sınırlar” ve “şeffaflık”
kavramları üzerinden örnekler verilebilir.
Bunlard
an en bilineni “Panoptikon”dur (Şekil. 3.1
7).
Fransız D
evrimi
’ne yakın bir
ta
rihte (1785), İ
ngiliz filozof
ve kuramcı Jeremy Bentham’ın tasarlamış olduğu
“Panoptikon”
-
Yunanca’
da
“herşey”
,
“görüş alanı”
,
“herşeyi görme”
anlamına gel
ir-
merkezinde,
gözetmen için tasarlanmış, dairese
l formlu bir nöbetçi kulesinin, çevresi
boyunca da açısal olarak yerleştirilmiş suçlu ve işçiler için hücrelerin yer aldığı
dairesel formlu bir
binadır. “Panoptikon”
, çok dar siyah galerileri ve stratejik olarak
yerleştirilmiş kör noktaları sayesinde gözetmenin tüm suçluları ve işçileri
görebilmesini ama tersinin mümkün
olmamasını sağlar
.
Dostları ilə paylaş: |