Modern klasikler dizisi



Yüklə 0,49 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə1/2
tarix16.05.2023
ölçüsü0,49 Mb.
#113725
  1   2
— 146. Robert Louis Stevenson - Olalla



MODERN KLASİKLER Dizisi 
-
146 


ROBERT LOUIS STEVENSON 
OL.All.A 
ÔZGÜN AOI 
OLALLA 
©TÜRKİYE iş BANKASI KÜLTÜR YAYll'LARI. 
2020 
SERTFIKA NO: 
40077 
EDITOR 
GAMZE VARIM 
GÔRSEL YÔNETMEN 
BİROL BAYRAM 
DÜZELTi 
MEHMET CELEP 
GRAFiK TASARIM 
VE 
UYGULAMA 
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI 
1. 
BASIM MART 
2020, 
ISTANBUL 
ISBN 978�25-7070-13-3 
BASKI: UMUT KAGITÇILIK SANAYi VE TiCARET LTD. ŞTI. 
Keresteciler Sitesi Fatih Caddesi Yüksek Sokak No: 11/1 
Merter 
Güngören/lstanbul 
Tel. (0212) 
637 04 11 
Sertifika No: 45162 
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜL TÜR YAYINLARI 
İstiklal Caddesi, Meşelik Sokak No: 214 Beyoğlu 34433 İstanbul 
Tel. (0212) 252 39 91 Faks (0212) 252 39 95 
www.iskultur.com.tr 
ÇEViREN: 
CELAL ÜSTER 
İngiliz Erkek Lisesi, Robert Academy ve İÜ Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve 
Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1983'te George Thomson'ın Tarihôncesi 
Ege adlı kitabının çevirisiyle Azra Erhat Çeviri Ôdülü'ne değer görüldü. 1970'1erin 
başından bu yana aralarında Robert Louis Stevenson, Yaroslav Haşek, George 
Orwell, Juan Rulfo, iris Murdoch, Maria Antonietta Macciocchi, Mario Vargas 
Llosa, Roald Dahi, Jorge Luis Borges, Paulo Coelho ve John Berger'ın yapıt­
larının da bulunduğu BO'e yakın kitabı dilimize çevirdi. Uzun yıllar Cumhuriyet 
gazetesinin Kültür editörlüğünü üs�endi. 


Modern 
Klasikler 
Dizisi -146 
Robert Louis 
Stevenson 
Olalla 
İngilizce aslından 
çeviren: Celal Üster 
T0RKIYE 
Kültür Yayınları 



Çevirmenin Ônsözü 
Düşler Yazarı Stevenson'dan 
Küçük Bir Düş Mücevheri 
Dr. ]ekyll ile Bay Hyde Robert Louis Stevenson'ın gece 
düşlerinin, başka bir deyişle karabasanlarının bir ürünü ise, 
Define Adası da gündüz düşlerinin bir yaratısıdır, desek 
yeridir. 
188l'de yayımlanan Define Adası, Stevenson'ın, üvey 
oğlu Lloyd ile aralarında bir oyun olarak doğmuş olsa 
da, çocuklar için heyecanlı bir serüven öyküsü olmanın 
ötesinde, insan davranışlarının ardında yatan çelişkili yön­
lere vurgu yapan iğneleyici üslubuyla giderek büyükleri de 
büyük ölçüde etkilemişti. Gündüz düşlemlerinden boy atan 
bu büyüleyici masal, kafalarımızda, 
ta 
günümüze kadar 
gelen "korsan imgesi"ni oluşturmuşnı. 
Stevenson'ın, Define Adası'mn yayımlanışından beş yıl 
kadar sonra, bir karabasandan uyanıp ]ekyll ile Hyde'ın 
yarısına yakınını yüksek sesle anlattığı, üç dört gün içinde 
de tümünü kaleme aldığı söylenir. Bu "tuhaf vaka"nın 
tanıkları, kansı Fanny Stevenson ve üvey oğlu Lloyd 
Osboume'dur. Bu gotik novella ya da alegorik korku roma­
nı, insan ruhunun alacakaranlığını bu denli gözü peklikle 
keşfe çıkmamış olsaydı, bugün hiç kuşku yok ki klasik ede­
biyatın başyapıtları arasında kendine yer bulamazdı . 
......... 


Robert Louis Stevenson 
Stevenson'ın jekyll ile Hyde'ın prova baskılarını göz­
den geçirdiği sıralar yazdığı ve ilk kez 1885'te yayımlanan 
O/alla (okunuşu "Olaya") öyküsü de, rastlantı mıdır bilin­
mez, yazarın bir rüyasından anlatıya dökülmüştür. Nitekim, 
Stevenson, bu rüyayı bir öyküye dönüştürmekte çektiği 
güçlükleri 1888'deki bir yazısında anlatmıştır. Gerçi hemen 
hemen hiçbir edebiyat yapıtında yazarın düş gücünün payı 
yadsınamaz, ama Stevenson'ın yapıtlarında düşlerin payının 
da azımsanamayacağı anlaşılmaktadır . 
...... 
"Olalla"da, Yarımada Savaşı (1808-1814) sırasında 
İspanyolların yanında saf tutup yaralanan genç bir İskoç 
subayın başından geçen yabansı denilebilecek bir öykü 
anlatılır. Hastanede tedavi gördükten sonra hava değişimi 
için soylu ama yoksul düşmüş bir ailenin konağına yerleşen 
genç subay, tuhaf bir ana-oğul-kız üçlüsü arasında akıllara 
durgunluk veren gariplikte bir öykünün içinde bulacaktır 
kendini ... 
.. .... 
Gotik edebiyat ya da roman, romantizmin ilk dönemle­
rine özgü, ortaçağa özenen, gizem ve korku havasının ağır 
bastığı bir tür. En çok on sekizinci yüzyıl sonlarında ilgi gör­
müş olmakla birlikte, günümüze kadar birçok kez yeniden 
canlandırılmış. Ortaçağ yapı ve yıkıntılarının çağrıştırdığı 
imgeleri yüzünden gotik diye nitelenen bu yapıtlarda yeraltı 
geçitleri, karanlık mahzenler, gizli duvar kapıları ve tuzak­
larla dolu kale ve manastırlara yer verilir. 
Gotik modası İngiltere' de Horace Walpole'un çok tutu­
lan Otranto Şatosu (1764) ile başlamış, onWl saygın izle­
yicilerinden Ann Radcliffe'in Udolpho'nun E.srarı (1794) 
adlı romanıyla sürmüş. Almanya'da ise gotik romanın 
dehşet ve şiddete geniş yer veren çok daha gösterişli bir tarzı 
ortaya çıkmış ve Matthew Gregory Lewis'in Keşiş (1796) 
adlı romanıyla İngiltere'ye ulaşmış. Wılliam Beckford'ın 


O/alla 
Doğu'yu işleyen Vathek (1786) adlı romansı ile Charles 
Robert Maturin'in İrlandalı Faust'un öyküsünü anlattı­
ğı Gezgin Melmoth (1820) da gotik edebiyatın önemli 
örneklerinden. Bu arada, Mary Wollstonecraft Shelley'nin 
Frankenştayn'ı (1818) ve Bram Stoker'ın D
r
ak
u
la'sı (1897) 
gibi klasik dehşet öyküleri de, özgül gotik öğeleri içerme­
mekle birlikte, kuşkusuz gotik gelenek içinde sayılmalı. 
*** 
Yayımlandığı dönemde pek önemsenmese de giderek 
Stevenson'ın en ilginç öykülerinden biri sayılan O/alla, kimi 
eleştirmenlerce gotik edebiyatın çarpıcı bir örneği olarak 
kabul edilmiş, kimi eleştirmenlerce de bir "vampir öyküsü" 
olarak yorwnlanmıştıc. 
Stevenson'ın Olalla'da belki de bile bile belirsizliğe terk 
ederek okurun düş gücüne bıraktığı yanlar öyküyü tipik 
gotik öğelerden yoksun bıraksa da, soyluluktan soysuzlu­
ğa evrilen bir aile, dağlar arasında ıssız bir konak, ölüm 
ve soysuzlaşma kaygılarının durmadan karşımıza çıkması 
gibi özellikler bu öyküyü gotik edebiyatın dışında sayma­
mamızı olanaklı kılmaktadır. Kaldı ki, pek çok edebiyat 
eleştirmeninin vurguladığı gibi, eski bir aile portresindeki 
kadın ile Olalla ve annesi arasındaki esrarengiz ve tekinsiz 
benzerlik, başka bir deyişle soyaçekim öğesi, Sheridan 
Le 
Fanu'nun Oırmilla öyküsünde ve Arthur Conan Doyle'un 
Baskerville'lerin Köpeği romanında olduğu gibi, bu kanıyı 
güçlendirmektedir. 
*** 
Stevenson'ın O/alla öyküsü, neresinden bakarsak baka­
lım, hangi akımın içinde sayarsak sayalım, hemen tüm 
yapıtlarında insan davranışlarını psikolojik yönleriyle ele 
alan, doğa koşullarının bu davranışlar üstündeki etkilerini 
işlemekten geri durmayan bu yazarın düşsel edebiyatının 
küçük bir mücevheri olarak görülmeli. 
Celal Üster 
vii 



"Artık ben üstüme düşeni yaptım," dedi doktor, "bö­
bürlenmek gibi olmasın ama fazlasıyla yaptım hem de. Ar­
tık geriye seni bu soğuk ve zehirli şehirden uzaklaştırmak, 
iki aylığına temiz havaya kavuşturmak ve huzura eriştir­
mek kalıyor. Huzura erişmek sana kalmış. Temiz hava ko­
nusunda ise sanırım sana yardımcı olabilirim. Şimdi sana 
tuhaf gelebilir, ama geçen gün papaz efendi geldi köyden; 
mesleklerimiz tamamen farklıysa da eski dostuzdur, cema­
at üyelerinden bazılarının içinde bulunduğu sıkıntı konu­
sunda bana danışmak istemiş. Bir aileden söz ediyordu -
gerçi sen İspanya'yı bilmezsin, soylularımızın adlarını bile 
pek duymamışsındır; şu kadarını söyleyebilirim ki, bir za­
manlar görkemli bir hayat süren bu aile artık yoksulluğun 
eşiğine gelmiş. Ellerinde oturdukları konaktan ve büyük 
bir bölümünde keçilerin bile yaşayamayacağı kıraç, dağlık 
bir araziden başka bir şey kalmamış. Ama evleri tepeler 
arasında yüksek bir yerde, eski, güzel bir evmiş, üstelik sa­
pasağlammış; dostumun anlattığı hikayeyi duyar duymaz 
aklıma sen geldin. Ona tanıdığım yaralı bir subay olduğu­
nu, hayırlı bir dava uğruna yaralanmış bu subayın artık 
bir hava değişimine çıkabileceğini söyledim ve arkadaşıma 
seni dostlarının yanına pansiyoner olarak yerleştirmesini 
önerdim. Tam da beklediğim gibi, o saat yüzü asıldı papaz 


Robert Louis Stevenson 
efendinin. Buna asla yanaşmayacaklarını söyledi. Ne hal­
leri varsa görsünler öyleyse, dedim ben de, hem acından 
öleceksin hem de kibrinden geçilmeyecek, hiç gelemem. 
Böylece birbirimizi pek hoşnut edemeden ayrıldık; ama 
papaz efendi dün geri gelip önerimi kabul ettiğini söyle­
yerek beni şaşırttı: Sorup soruşturduktan sonra korktuğu 
kadar güçlük olmadığını anlamıştı, o gururlu insanlar gu­
rurlarını bir yana bırakmışlardı. Sonunda anlaştık; senin 
için o evde oda tuttum, tabii sen de onaylarsan. Bu dağla­
rın havası seni dinçleştirir; oradaki sakin ortamın yanında 
dünyanın bütün ilaçları solda sıfır kalır." 
"Doktor," dedim, "bu kadar zamandır iyilik meleğim 
oldunuz, sizin tavsiyeniz emirdir benim için. Ama lütfen, 
yanında kalacağım aile hakkında bir şeyler söyler misi­
niz?" 
"Ben de oraya geliyorum," diye yanıtladı dostum, "ne 
ki anlatması zor. Dediğim gibi bu fukaralar çok soylu bir 
aileden geliyorlar, ama artık hiçbir neden kalmamış olsa 
da kendilerini dev aynasında görüyorlar; birkaç kuşaktır 
gittikçe büyüyen bir yalnızlığa gömülmüşler, hem artık 
erişemeyecekleri zenginlerden hem de hala kendilerinden 
çok aşağı gördükleri yoksullardan uzakta yaşamışlar; 
yoksulluğun onları kapılarını bir konuğa açmak zorunda 
bıraktığı bugün bile hiç de hoş olmayan bir şart koşmak­
tan kendilerini alamıyorlar. Bir yabancı olarak kalacaksın, 
diyorlar; sana hizmet edecekler, ama daha en baştan en 
küçük bir yakınlık göstermeye yanaşmayacaklar." 
Gücendiğimi yadsımayacağım, ama bu duygu belki de 
oraya gitme isteğimi kamçılamıştı, çünkü çok istersem o 
engeli yıkabileceğimden emindim. "Böyle bir şart koşma­
larında aşağılayıcı bir şey yok," dedim, "buna yol açan 
duyguyu anlayışla karşıladığımı bile söyleyebilirim." 


Ola/la 
Doktor kibarca, "Doğru, seni hiç görmediler," diye 
yanıt verdi, "senin bugüne kadar İngiltere'den gelmiş en 
yakışıklı ve en cana yakın adam olduğunu (İngiltere'de 
yakışıklı adamlara çok rastlandığı, ama cana yakın adam­
lara pek o kadar rastlanmadığı söylenmiştir bana) bilse­
ler seni mutlaka daha bir candan ağırlarlar. Ama sen bu 
durumu kabullendiğine göre fark etmez zaten. Oysa bana 
kalırsa saygısızlık bu yaptıkları. Yine de bu işten kazançlı 
çıkan sen olacaksın. Bu ailenin seni yoldan çıkaracağını 
pek sanmıyorum. Bir anne, bir oğul ve bir kız; yarım akıllı 
olduğu söylenen yaşlı bir kadın, taşralı bir hödük ve gü­
nah çıkaran papazın gözüne girmiş, o yüzden de," diye 
kıkırdadı hekim, "eline eteğine doğru bir taşra kızı; senin 
anlayacağın, alımlı çalımlı bir subayın aklını çelecek pek 
bir şey yok." 
"Ama yine de soylu olduklarını söylüyorsunuz," diye­
cek oldum. 
"Eh, bu konuda bir ayrım yapmalıyım," diye yanıt­
ladı doktor. "Anne soylu; ama çocuklar pek o kadar de­
ğil. Anne, hem aklını hem de servetini yitirmiş soylu bir 
ailenin son temsilcisiymiş. Babası yalnızca yoksul değil, 
deliymiş de: Kız, babası ölünceye kadar evin içinde azıtıp 
dellenirmiş. Sonra, babanın ölümüyle elde avuçta bir şey 
kalmayıp ailenin de soyu kuruyunca daha da azıtmış, ta ki 
evleninceye kadar; kiminle evlendiğini de Tanrı bilir, bazı­
ları katırcının tekiyle diyorlar, bazıları da bir kaçakçıyla; 
gel gör ki, evlilik mevlilik olmadığını, Felipe'yle Olalla'nın 
piç olduklarını söyleyenler de yok değil. Evlilik, pek bir 
değeri olmasa da birkaç yıl önce trajik biçimde son bul­
muş; ama o kadar gözlerden uzak yaşıyorlarmış ve taşra o 
sıralar o kadar karışıklık içindeymiş ki adamın tam olarak 
nasıl biri olduğunu bir tek papaz biliyor - hatta belki o da 
bilmiyor." 


Robert Louis Stevenson 
"Bana öyle geliyor ki orada tuhaf şeyler yaşayacağım," 
dedim. 
"Yerinde olsam fazla hayal kurmazdım," diye yanıtla­
dı doktor, "korkarım, son derece berbat ve sıradan bir ger­
çekle karşılaşacaksın. Mesela, Felipe'yi görmüşlüğüm var. 
Çok kaba, çok kurnaz, çok hoyrat, ama bana sorarsan 
safın teki; öbürleri de ondan farklı olmasa gerek. Yok, ha­
yır, seiior commandante, 
• 
huzuru dağlarımızın görkemli 
manzaralarında aramalısın sen; biraz olsun doğa aşığı bir 
adamsan, hiç değilse o manzaraların seni düş kırıklığına 
uğratmayacağından emin olabilirsin." 
Ertesi gün Felipe bir katırın çektiği kaba saba bir köy 
arabasıyla beni almaya geldi; öğleden hemen önce, dok­
torla, hancıyla ve hastalığım sırasında elimden tutmuş iyi 
yürekli insanlarla vedalaştıktan sonra şehrin doğu kapı­
sından çıkıp sıradağlara tırmanmaya başladık. Konvoyda­
kiler öldüğümü sanıp beni geride bıraktıklarından beri o 
kadar uzun bir süre mahpus kalmıştım ki, toprağın koku­
su bile gönlümü şenlendirdi. Geçtiğimiz bölge yabanıl ve 
kayalıktı, ama yer yer mantar meşeleri, yer yer kocaman 
kestane ağaçlarıyla kaplı engebeli ormanlarla örtülüydü, 
sık sık dağlardan inen sellerin yataklarıyla kesiliyordu. 
Güneş pırıl pırıl parlıyor, rüzgar püfür püfür esiyordu; bir­
kaç kilometre yol aldıktan sonra şehir ardımızdaki ovanın 
üstünde ufacık bir tepe gibi kalmıştı ki, dikkatim yol ar­
kadaşımın üzerinde toplanmaya başladı. İlk bakışta, dok­
torun tarif ettiği gibi ufak tefek, kaba saba, sağlam yapılı, 
eline çabuk ve cıva gibi, ama kültürden nasibini almamış 
bir taşra delikanlısı gibi görünüyordu; üstelik pek çok kişi 
bu ilk izlenimle yetinebilirdi. Benim dikkatimi çekmeye 
başlayan, senlibenli gevezeliğiydi; ettiği sözlerde o kadar 
• 
Bay komutan. (ç.n.) 



O/alla 
tuhaf bir tutarsızlık vardı ki; bir yandan sözcükleri doğru 
dürüst söyleyemediği, bir yandan da insanı gülümsetecek 
kadar daldan dala atladığı için ne dediğini tam olarak an­
layabilmekte epeyce zorlanıyordum. Gerçi benzer yaradı­
lıştaki insanlarla, (onun gibi) sanki duyularıyla yaşayan, 
kendini o anın görselliğine kaptıran ve bu izlenimi kafala­
rından silip atamayan insanlarla daha önce de konuşmuş­
luğum vardı. Felipe'nin konuşması (oturduğum yerden 
kayıtsızca kulak verirken) zamanlarının büyük bölümünü 
hiçbir şeye kafa yormadan, her gün gördükleri kır manza­
ralarına bakıp durarak geçiren arabacıların konuşmaları 
gibi geldi bana. Ama Felipe öyle biri değildi; anlattıklarına 
bakılırsa evcimen bir adamdı; "Keşke şimdi evde olsay­
dım," dedikten sonra, göz ucuyla yol kıyısındaki bir ağaca 
bakarak birden durdu, bir keresinde o ağacın dalları ara­
sında bir karga gördüğünü söyledi. 
Söylediği sözün saçmalığı karşısında şaşkınlığa kapılıp, 
yoksa yanlış mı duydum diye duraksayarak "Karga mı?" 
deyiverdim. 
Ama o arada aklına başka bir şey gelmiş olmalı ki, 
başını yana eğip yüzünü buruşturarak, pür dikkat, sanki 
kendinden geçmişçesine bir sese kulak verdi; ses etmemem 
için de bana sert bir dirsek attı. Sonra gülümseyerek başını 
salladı. 
"Ne duydun?" diye sordum. 
"Ha, bir şey yok," dedikten sonra katırını hızlandır­
mak için dağların yamaçlarında yabanılca yankılanan çığ­
lıklar atmaya başladı. 
Ona daha yakından baktım. Boyu bosu yerindeydi, 
çevik, kıvrak ve güçlü kuvvetliydi; eli yüzü düzgündü; 
sarı gözleri pek o kadar etkileyici olmasa da çok iriydi; 
enikonu yakışıklı bir delikanlıydı; hiç hoşlanmadığım iki 
özelliğini, esmer ve biraz kıllı olmasını saymazsak onda 



Robert Louis Stevenson 
hiçbir kusur bulamamıştım. Kafamı karıştırmakla birlik­
te ilgimi çeken zihniydi. Doktorun sözünü -safın teki­
anımsadım. Aklımdan acaba doğru bir tanım mı bu diye 
geçiriyordum ki, yol sellerin açtığı dar ve çıplak boğaza 
doğru inmeye başladı. Aşağıda sular gümbür gümbür 
gümbürdüyordu; koyak bu gürültüden, savrulan serpin­
tilerden ve rüzgarın suların akışına eşlik eden şaklamala­
rından geçilmiyordu. Manzara hiç kuşkusuz çarpıcıydı; 
ama yol oralarda iki yanına duvar örülerek güven altına 
alınmıştı; katır burnunun dikine ilerliyordu ve ben kıla­
vuzumun yüzünün korkudan bembeyaz kesildiğinin far­
kına varmanın şaşkınlığı içindeydim. Azgın ırmağın sesi 
durmadan değişiyordu, bir an sanki bitkin düşmüş gibi 
kısılıyor, bir an daha da boğuklaşıyordu; kısa süreli taş­
kınlar ırmağın sularını kabartıyor, koyaktan aşağı sürük­
leniyor, yolun iki yanını tutan duvarlara kudurmuşçasına 
çarpıp parçalanıyordu; tam o sırada, her kopan gümbür­
tüde sürücümün daha da belirgin bir biçimde irkildiğini 
ve beti benzinin attığını fark ettim. İskoçların hurafeleri 
ve o göl canavarları geçti aklımdan; onların benzerleri 
İspanya'nın bu yörelerinde de olmasındı; ağzını aramak 
için Felipe'ye döndüm. 
"Derdin ne senin?" diye sordum. 
"Ah, korkuyorum," diye yanıtladı. 
"Neden korkuyorsun?" dedim. "Burası, bu çok tehli­
keli yolun en güvenli yeri gibi görünüyor." 
Sıradan bir korkuymuşçasına, "Gürültü yapıyor," de­
yince yüreğime su serpildi. 
Bu delikanlı küçük bir çocuğun zekasına sahipti; zihni 
bedeni gibi kıvrak ve işlek olmasına karşın pek gelişme­
mişti; o andan başlayarak ona biraz da acıyarak bakmaya 
başladım, ipe sapa gelmez laflarına önceleri aldırmıyor­
dum, ama giderek onu dinlerken keyif alır bile olacaktım. 



Ola/la 
Öğleden sonra dört sularında dağların doruğunu aş­
mış, batıdan vuran gün ışığını ardımızda bırakmış, bir sürü 
koyağın kıyısından dolanarak, yarı karanlık ormanların 
gölgeleri arasından geçerek öbür taraftan aşağıya inme­
ye başlamıştık. Akıp giden suların sesi, ırmağın yatağında 
olduğu gibi zorlu ve ürkütücü bir biçimde değil, ama bir 
dereden öbürüne şen şakrak ve ahenkle saçılarak dört bir 
yandan yükseliyordu. Burada sürücümün keyfi yerine gel­
di ve müzikten anlamamasını hiç umursamaksızın, ezgi ya 
da ahenge asla bağlı kalmaksızın, bozuk düzen, canının 
istediği gibi, ama yine de kuşların ötüşü gibi kulağa doğal 
ve hoş gelen tiz bir sesle şarkı söylemeye başladı. Akşam 
karanlığı bastırırken, içten gelen bu şakımanın büyüsüne 
gittikçe daha fazla kapıldığımı fark ettim, açık seçik bir 
nağme yakalamak için ne kadar beklesem de düş kırıklı­
ğına uğruyordum; en sonunda dayanamayıp söylediğinin 
ne olduğunu sorduğumda, "Amaan, öylesine söylüyorum 
işte!" diye bağırdı. En çok da, aynı notayı kısa aralıklar­
la bıkıp usanmadan yinelemesine kaptırmıştım kendimi; 
sanabileceğiniz kadar tekdüze ya 
da en azından çekilmez 
değildi; ağaçların dinelişini ya da bir gölcüğün dinginliğini 
seyreylerken hayallere dalmaya nasıl bayılırız, işte öyle bir 
gönül şenliği veriyordu insana sanki. 
Yüksek bir düzlüğe varıp, kısa bir süre sonra bir konak 
olduğunu kestirebildiğim koskoca bir karaltının karşısın­
da durduğumuzda, gecenin karanlığı inmişti bile. Orada 
arabadan aşağı atlayan kılavuzum uzun bir süre bağırıp 
ıslık çaldıysa da karşılık gelmedi; en sonunda ortalığı ku­
şatan karanlığın içinden bir yerden elinde bir mumla yaşlı 
bir köylü bize doğru geldi. Mumun ışığında Mağrip tarzı 
büyük bir kemerli girişi seçebildim; demir kakmalı kapı­
ları kapalıydı, Felipe kapı kanatlarından birindeki yavru 
kapıyı açtı. Köylü arabayı alıp bir müştemilata götürdü; 



Robert Louis Stevenson 
ama kılavuzum ve ben yavru kapıdan içeri girdik, kapı 
ardımızdan kapandı; mumun titrek ışığında bir avludan 
geçip taş merdivenlerden yukarı çıktık, konağı çevreleyen 
balkonda bir süre ilerleyip birkaç basamak daha çıktıktan 
sonra en sonunda büyük ve epeyce gösterişsiz bir bölme­
nin kapısına vardık. Bana ayrıldığı anlaşılan bu odaya üç 
pencere açılmıştı, içerisi cilalı ahşap panellerle kaplıydı, 
yerlere bir sürü vahşi hayvan postu serilmişti. Ocakta par­
lak bir ateş yanıyor, odaya titrek bir ışık saçılıyordu; ateşin 
yanına akşam yemeği için hazırlanmış bir masa çekilmişti; 
odanın öbür ucunda da bir yatak duruyordu. Bütün bu 
hazırlıklar hoşuma gitmişti, Felipe'ye de söyledim; Felipe 
de, övgülerimi onda daha önce de fark ettiğim yalınlık­
la yineleyip durdu. "Güzel bir oda," dedi, "çok güzel bir 
oda. Ateş de öyle; ateş iyidir; insanın kemiklerini ısıtır. 
Hele yatak," diye sürdürdü sözünü mumu oraya doğru 
götürerek, "bakın çarşaflar incecik, yumuşacık, ne kadar 
pürüzsüz, pürüzsüz"; elini çarşafın üstünde gezdirdikten 
sonra başını yatağa koyup beni nedense tedirgin eden 
abartılı bir hoşnutlukla yanaklarını çarşafa sürttü. Mumu 
elinden aldım (yatağı tutuşturabileceğinden korkmuştum), 
yemek masasına gidip görmeye çalışarak bir çanağa biraz 
şarap koydum ve gelip içmesini söyledim. Birden yerinden 
fırlayıp büyük bir umutla bana doğru koştu; ama şarabı 
görür görmez irkildiğini fark ettim. 
"Yok, hayır," dedi, "onu içemem, o sizin için. Ondan 
nefret ederim." 
"Pekala, senyor," dedim, "öyleyse senin sağlığına, evi­
nizin ve ailenizin dirliğine içiyorum." İçtikten sonra da, 
"Yeri gelmişken," diye ekledim, "anneniz senyoraya say­
gılarımı bizzat sunma zevkine erişecek miyim?" 
Ama bu sözlerim üzerine yüzündeki o çocuksu bakış 
siliniverdi ve yerini anlatılması olanaksız şeytani ve esra-



O/alla 
rengiz bir bakış aldı. Aynı zamanda sanki üstüne atılmak 
üzere olan bir hayvanmışım ya da eli silahlı tehlikeli biriy­
mişim gibi geri geri gitti, kapıya vardığında da gözlerini 
kısarak bana dik dik baktı. En sonunda, "Hayır," dedi ve 
bir anda odadan sessizce çıktı gitti; ayak sesleri, yağmur 
kadar hafif, merdivenlerde giderek kayboldu, bütün ev 
sessizliğe büründü. 
Akşam yemeğimi yedikten sonra masayı yatağın ya­
kınına çekip yatmaya hazırlanıyordum ki, ışığın yeni ko­
numunda gözüm duvardaki bir tabloya takıldı. Resimde 
hala genç görünen bir kadın betimlenmişti. Sırtındaki giy­
siye ve tuvalin yıpranmışlığına bakılırsa kadın öleli çok 
olmuştu; ama kadının duruşunun, gözlerinin ve yüz hat­
larının canlılığına bakılırsa, bir aynadaki hayat dolu bir 
görüntüyü seyrediyordum sanki. Vücudu incecik, sırım 
gibi ve mevzundu; kızıl bukleler alnının üzerini bir taç gibi 
süslüyordu; gözlerimi kızıl kahverengi gözlerinden ayıra­
mıyordum; kusursuz güzellikteki yüzü ise kıyıcı, karanlık 
ve kösnül bir bakışla gölgeleniyordu. Hem yüzünde hem 
de vücudunda bir şey, bir yankının yankısı gibi tarif edi­
lemez bir şey, kılavuzumun yüz hatlarını ve bedenini çağ­
rıştırıyordu; kendimi tabloya kaptırıp gitmiştim, benzerli­
ğin tuhaflığı karşısında şaşkınlığa kapılarak bir süre öyle 
kaldım. Aslında o anda tuvalden bana bakmakta olan 
hanımefendiye yakıştırılmış soylu beden, kala kala, eve 
bir pansiyoner getirmek gibi soysuz bir amaçla bir katır 
arabasının tepesine oturup dizginlere sarılmış, taşra giysi­
leri içindeki bir bedene miras kalmıştı. Belki de gerçek bir 
bağ vardı; bu ölmüş hanımefendinin bir zamanlar atlas ve 
sırmalı kumaşların sardığı yumuşak teni belki şimdilerde 
Felipe'nin şayaktan giysilerinin kaba dokunuşuyla ürperi­
yordu. 


Robert Louis Stevenson 
Sabahın ilk ışığı portreyi tümden aydınlattı; döşeğimde 
uyumadan yatarken, gözlerim portrenin üzerinde gittik­
çe artan bir rehavetle gezinmeyi sürdürüyordu; güzelliği 
kuşkularımı bir bir bastırarak yüreğime usul usul sinsice 
süzülüyordu; böyle bir kadına aşık olmakla başımı nara 
yakacağımı bilsem de, hayatta olsa ona vurulacağımın far­
kındaydım. Onun uğursuzluğu ve benim zayıflığım günden 
güne gözümde daha da açıklık kazanıyordu. Gözlerinin 
beni yeni yeni suçlara ayarttığı ve yaraşır biçimde ödüllen­
dirdiği gündüz düşlerimin kahramanı olup çıkmıştı. Düş­
lemlerime karanlık bir gölge düşürmüştü; temiz hava al­
mak için dışarı çıktığımda, var gücümle egzersiz yaparken, 
damarlarımdaki kanı sağlıklı bir biçimde tazelerken, beni 
büyüleyen bu kadının artık mezarında yattığını, güzelliği­
nin sihirli değneğinin kırıldığını, ağzının mühürlendiğini, 
aşk iksirinin tükendiğini düşünmek sık sık yüreğime su 
serpiyordu. Ama yine de, ölmemiş olabileceği, soyundan 
inenlerden birinin bedeninde yeniden doğmuş olabileceği 
aklımdan geçtikçe, yüreğimde belli belirsiz bir korku da 
gezinmiyor değildi. 
Felipe yemeklerimi odama getiriyordu; portreye ben­
zerliği ise beni ürkütüyordu. Bazen o kadar benzemiyor­
du, bazen de o benzerlik farklı bir davranışıyla ya da yü­
zünde bir an belirip kaybolan bir ifadeyle bir hayalet gibi 
karşıma dikiliyordu. Portreye benzerliği en çok hırçınlaştı­
ğında ortaya çıkıyordu. Benden hoşlandığı açıktı; onunla 
ilgilenmemden kıvanç duyuyor, bunun için de safça ve ço­
cuksu yollara başvuruyordu; odamdaki ateşin karşısında 
oturmaya bayılıyor, o kırık dökük söylemiyle konuşuyor 
ya da o tuhaf, sonu gelmeyen, sözsüz şarkılarını söylüyor, 
bazen de elini sevecen bir biçimde okşarcasına giysilerimin 
üzerinde gezdiriyor, bu da bende her seferinde utanç verici 
bir rahatsızlık uyandırıyordu. Ama bütün bunlara karşın, 
10 


Ola/la 
hiçbir neden yokken öfke nöbetlerine kapılabiliyor, aksi­
liği tutabiliyordu. Sitemli bir söz karşısında yemek yemek 
üzere olduğum tabağı devirdiğini gördüm, hem de bunu 
belli etmeden değil meydan okurcasına yaptı; ona sorular 
sormaya kalktığımda da benzer şeyler yapıyordu. Tuhaf 
bir yerde ve garip insanlar arasında olduğum için bazı şey­
leri merak etmem doğal sayılırdı; ama en küçük bir soru 
karşısında çekingenleşiveriyor, somurtuyor, dahası barut 
fıçısına dönüyordu. Sonra da, bu kaba saba delikanlı bir 
anda tablodaki hanımefendinin erkek kardeşiymiş gibi bir 
havaya bürünebiliyordu. Ama bu ruh halleri çabucak ge­
çiyor, aralarındaki benzerlik de onlarla birlikte yitip gidi­
yordu. 
O ilk günlerde, portredeki hanımefendiyi saymazsak, 
Felipe'den başka biriyle karşılaşmadım; delikanlının dü­
pedüz aklı kıtın teki olduğu ve ikide bir öfke nöbetlerine 
tutulduğu düşünülürse, onun tehlikeli yakınlığını soğuk­
kanlılıkla karşılamam şaşırtıcı görünebilir. Doğrusu bir 
süre bezdirici olmadı da değil; ama çok geçmeden onun 
üzerinde o kadar büyük bir hakimiyet kurdum ki, tedir­
ginliğimden eser kalmadı. 
Şöyle oluyordu. Aslında doğuştan tembel ve aylağın 
teki olmakla birlikte yine de evi çekip çeviriyordu, üstelik 
bana hizmet etmekle kalmıyor, aynı zamanda bahçede ya 
da konağın güneyindeki küçük çiftlikte çalışıyordu. Geldi­
ğim gece gördüğüm, çitle çevrili alanın öbür ucunda, bir 
kilometre kadar uzaktaki derme çatma bir müştemilatta 
oturan köylü de ona katılıyordu, ama işin çoğunu Feli­
pe'nin yaptığının farkındaydım; gerçi arada sırada elinde­
ki beli yere atarak bellediği bitkilerin arasına yatıp uyudu­
ğunu görüyordum, ama kararlılığına ve gösterdiği çabaya 
hayran kalmamak elde değildi; bunların yaradılışına ne 
kadar ters düştüğünden ve gönülsüz bir çabanın ürünü ol-
1 1


Robert Louis Stevenson 
duğundan kuşkum olmadığından hayranlığım bir kat daha 
artıyordu. Ama hayranlık duymama karşın, bu kadar kıt 
zekalı bir delikanlıda bu kadar sağlam bir görev bilincini 
doğuranın ne olduğunu da merak etmiyor değildim. Kendi 
kendime, bu görev bilincine nasıl katlanabiliyor, içgüdüle­
rini ne ölçüde bastırabiliyor diye soruyordum. Onu buna 
özendiren rahip olsa gerek diye düşünüyordum ki, rahip 
bir gün konağa geldi. Eskiz çizmekte olduğum küçük bir 
tepeden, rahibin geldiğini de, bir saate yakın bir süre sonra 
gittiğini de gördüm, bütün bu süre boyunca Felipe bahçe­
deki çalışmasını oralı olmadan sürdürdü. 
Sonunda, yüreğimin iyiden iyiye daraldığı bir gün, de­
likanlıyı o bitmez tükenmez uğraşından ayartayım dedim, 
bahçe kapısının orada karşısına dikilip benimle bir gezin­
tiye çıkmaya kolayca razı ettim. Pırıl pırıl bir gündü, onu 
götürdüğüm orman yemyeşil ve çok hoştu, ortalık burcu 
burcu kokuyor, börtü böceğin çığırışlarından geçilmiyor­
du. Felipe orada bambaşka bir kişiliğe bürünüverdi, öyle 
bir coşup aşka geldi ki yüzüm kızardı, hayat dolu, zarif 
hareketlerinin seyrine doyamadım. Hoplayıp zıplıyor, se­
vinç içinde çevremde dolanıyordu; durup bakıyor, etrafa 
kulak veriyor, sanki dünyayı bir hayat iksiri gibi içine 
çekiyordu; sonra bir sıçrayışta ağaçlardan birine tırma­
nıyor, dallara asılıp gamsızca sallanıyordu. Hoş, benimle 
pek az konuşuyor, konuştuğu zaman da incir çekirdeğini 
doldurmayacak şeyler söylüyordu, ama bu kadar coşkulu 
bir dostla ömrümde karşılaşmamıştım; onun aldığı hazzı 
seyretmek bitimsiz bir şenlikti; hareketlerinin çevikliği ve 
kusursuzluğu yüreğimi serinletiyordu; kader aldığım keyfe 
çok acı bir biçimde son vermeseydi, bencillik edip bu şen­
liğin tiryakisi olabilirdim. Delikanlı büyük bir çabukluk 
ve ustalıkla bir ağacın tepesine tırmandığı gibi bir sincabı 
yakalayıverdi. O sırada epeyce önümdeydi, ama yere atla-
12 


Ola/la 
yıp çömeldiğini gördüm, bir çocuk gibi büyük bir keyifle 
çığlıklar atıyordu. Çığlıkları o kadar çocuksu ve masum­
du ki karşı konulmaz bir sevecenlik uyandırdı bende; ama 
adımlarımı açıp yaklaştığımda sincabın bağırtısı içime 
işledi. Gençlerin, en çok da köylülerin zalimlik yaptığını 
çok duymuş, çok görmüştüm; ama o anda gördüğüm beni 
çileden çıkardı. Onu kenara itip zavallı hayvanı elinden 
kaptım ve acısına son vermek için öldürdüm. Sonra o taş 
yürekliye dönüp, sapsarı kesiledursun, öfkeden kudurmuş­
çasına verip veriştirdim; en sonunda da, konağı göstererek 
defolup gitmesini, beni yalnız bırakmasını, çünkü hain­
lerle değil doğru dürüst adamlarla gezinmeyi yeğlediğimi 
söyledim. Dizlerinin üstüne çöktü; her zamankinden daha 
düzgün sözcüklerle konuşuyor, dudaklarının arasından en 
dokunaklı yakarılar birbiri ardı sıra dökülüyor, kendisini 
bağışlamam, yaptığını unutmam, bundan sonrasına bak­
mam için yalvarıp yakarıyordu. "Ah, elimden geleni yapa­
cağım," dedi. "Ah, commandante, bu seferlik hoş görün 
Felipe'yi; bir daha zalimlik yapmayacak." Bunun üzerine, 
göründüğümden çok daha fazla etkilenerek, ona inandım 
ve sonunda el sıkışıp barıştık. Günahının kefareti olarak 
sincabı ona gömdürdüm; zavallıcığın güzelliğinden söz 
ettim, ona hayvancığın ne kadar acı çektiğini, gücü kötü­
ye kullanmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlattım. 
"Bak, Felipe," dedim, "gerçekten güçlüsün; ama benim 
elimde ağaçlarda yaşayan o zavallıcık kadar çaresizsin. 
Elini elime ver. Gördün mü, çekemiyorsun elini. Ya ben de 
senin kadar hain, acı çektirmekten zevk alan biri olsaydım. 
Acı çektiğini görmem için elini biraz daha sıkmam yeter." 
Avazı çıktığı kadar bağırdı, benzi kül gibi oldu, yüzü bon­
cuk boncuk terledi; elini serbest bıraktığımda kendini yere 
attı, bir bebek gibi inleyerek elini ovuşturdu. Ama aklını 
başına toplamış görünüyordu; belki bu yüzden, belki ona 
13 


Robert Louis Stevenson 
söylediklerimden, belki de artık bedensel gücüm hakkında 
daha iyi bir fikir edindiğinden, ilk başlarda gösterdiği ya­
kınlığın yerini köpeksi, tapınırcasına bir sadakat almıştı. 
Bu arada hızla iyileşiyordum. Konak, taşlık bir pla­
toya tepeden bakıyordu; dört bir yandan dağlarla çevri­
liydi; yalnızca bir çıkma kulenin bulunduğu çatıdan, iki 
tepe arasından, uzaklarda maviye çalan ovanın küçük bir 
parçası görülebiliyordu. O yüksekliklerde rüzgar oradan 
oraya savrulup duruyordu; kocaman bulutlar oralarda 
toplanıyor, rüzgarla dağılıp parçalanıyor, tepelerin doruk­
larına oturuyordu; dört bir yandan sellerin boğuk, hafif 
gümbürtüsü yükseliyordu; insan, doğanın tüm yabanıl ve 
eskil özelliklerini günümüze kalan gücüyle biraz olsun iz­
leyebiliyordu. Çarpıcı görünüm ve değişken hava daha en 
baştan hoşuma gitmişti; kaldığım eski ve harap konak da. 
İki karşıt köşesi burç gibi çıkmalarla korunan, kocaman, 
uzunca bir yapıydı; çıkmalardan biri kapıya bakıyor, iki­
sinde de ateş edilebilecek mazgal delikleri bulunuyordu. 
Üstelik alt katta hiç pencere yoktu, o yüzden bina aske­
ri karargah olarak kullanılsa top ateşine tutulmadan ele 
geçirilemezdi. Orta yerinde nar ağaçları dikili açık bir 
avlu bulunuyordu. Buradan bir kat geniş mermer mer­
diven, binayı çepeçevre saran ve avluya bakan ince uzun 
sütunlar üstünde duran üstü açık bir üst balkona uzanı­
yordu. Oradan da, dolanıp duran çeşitli merdivenlerden 
ayrı bölmelere ayrılmış olan evin üst katlarına çıkılıyor­
du. Pencerelerin kepenkleri hem içeriden hem de dışarıdan 
sımsıkı kapatılmış, üst bölümlerdeki taş işlerinden bazıları 
dökülmüş, çatının bir yanı bu dağlarda sık sık rastlanan 
fırtınalardan birinde çökmüştü; bütün ev, olanca gücüyle 
vuran gün ışığının altında, kalın toz tabakasıyla soluklaş­
mış bodur mantar meşesi korusunun tepesinde, efsanedeki 
uyuyan saraya benziyordu. Özellikle avlu kestirmek için 
14 


Ola/la 
biçilmiş kaftan görünüyordu. Dam saçaklarında güver­
cinlerin boğuk ötüşleri dolanıyordu; rüzgarın içeri girmesi 
engellenmişti, ama dışarıda esmeye görsün, dağdan gelen 
toz toprak yağmur gibi yağıyor, kırmızı narçiçeklerinin 
üstünü örtüyordu; panjurları kapatılmış pencereler ve bir­
kaç mahzenin kapalı kapıları, üst balkonun boş kemerle­
ri avluyu çevreliyordu; güneş gün boyunca dört bir yana 
kırık dökük izdüşümler düşürüyor, sütunların gölgelerini 
üst balkon zemininde gezdiriyordu. Ama yer düzeyinde, 
insan yerleşiminin izlerini taşıyan sütunlu bir girinti vardı. 
Gerçi ön tarafı avluya açılıyordu, ama bir odun ateşinin 
hiç eksik olmadığı bir ocak göze çarpıyordu; karo döşeme 
ise hayvan postlarıyla kaplıydı. 
Ev sahibemi ilk kez orada gördüm. Hayvan postların­
dan birini öne çekmiş, sütunlardan birine yaslanarak gü­
neşe oturmuştu. İlkin sırtındaki giysi gözüme çarptı, albe­
nili ve parlak renkliydi, toz toprak içindeki avluda hemen 
kendini gösteriyor, tıpkı narçiçekleri gibi insanın gönlünü 
hoş ediyordu. Yeniden bakınca, alımlılığına vuruldum. 
Arkasına yaslanmış, gizliden gizliye ve yüzünde alıkça de­
nebilecek kadar huzurlu ve kendinden hoşnut bir ifadeyle 
beni izliyordu, ama yüzünün kusursuz güzelliğiyle, eda­
sındaki sessiz soylulukla bir heykelin bile boy ölçüşemeye­
ceğini düşündüm. Önünden geçerken şapkamı çıkararak 
selam verdiğimde, hafif bir rüzgar çıkınca bir gölcüğün 
suları hızlıca ve usulca nasıl kırışırsa yüzü kuşkuyla öyle 
buruştu; gösterdiğim nezaket karşısında oralı olmadı. Her 
zamanki yürüyüşümü yaparken biraz ürkmüş gibiydim, 
put gibi duygusuz duruşu gözümün önünden gitmiyordu; 
geri döndüğümde hala aynı durumda oturuyordu, ama 
gün ışığını izleyerek bir sonraki sütuna geçmiş olması kar­
şısında doğrusu biraz şaşırdım. Ne var ki, bu kez, belli be­
lirsiz de olsa bana pek kibarca karşılık verdi ve daha önce 
15 


Robert Louis Stevenson 
oğlunun dediklerini elimden geldiğince can kulağıyla din­
lememe karşın anlayamadığım, tok ama çatallı ve peltek 
bir sesle bir şeyler söyledi. Rasgele yanıt verdim, çünkü ne 
dediğini tam olarak anlayamadığım gibi, birden gözlerinin 
ayırdına varmam beni tedirgin etmişti. Gözleri olağanüstü 
iriydi, iris tabakası Felipe'ninkiler gibi altın sarısıydı, ama 
gözbebekleri o anda o kadar büyümüştü ki nerdeyse siyah 
görünüyorlardı; yine de bana çarpıcı gelen, gözbebekleri­
nin iriliğinden çok (belki de onun sonucu olarak) bakışla­
rındaki garip anlamsızlıktı. Bu kadar alık salık bir bakış 
ömrümde görmemiştim. Onunla konuşurken bile gözle­
rimi indirdim, şaşkınlık ve utanç içinde yukarıya, odama 
çıktım. Ama içeriye girip de portredeki yüzü görünce aynı 
soydan gelmenin mucizesi yeniden aklıma düştü. Gerçi 
ev sahibem portredekinden yaşlı ve tombuldu; gözlerinin 
rengi farklıydı; üstelik yüzünde, portrede beni hem iten 
hem de çeken o kem bakıştan eser olmadığı gibi iyi ya da 
kötü bir ifade de yoktu - sözcüğün tam anlamıyla hiçliği 
yansıtan bir boşluk. Ama pek o kadar kendiliğinden ve 
doğal olmasa da, bütününde belirli bir özelliğe dayanmasa 
da, yine de bir benzerlik vardı. Ressam bu kasvetli res­
me imzasını attığında yalnızca gülümseyen ve ayartıcı bir 
kadının imgesini yakalamakla kalmamış, sanki bir soyun 
temel özelliğine de damga vurmuş diye düşündüm. 
O günden sonra, ne zaman içeri giriyor ya da dışarı çı­
kıyor olsam, hiç şaşmıyor, senyorayı bir sütuna yaslanmış 
güneşlenirken ya da ateşin karşısında bir halıya uzanmış 
buluyordum; pek ender olarak da, yer değiştirip taş mer­
divenin en üst basamağını seçiyor, tam yolumun üstünde 
aynı umursamazlıkla uzanmış oluyordu. Bütün o günler 
boyunca, bakır rengi gür saçlarını durmadan fırçalaması 
ya da sesinin o kalın kırık boğukluğu ve dilinin peltekli­
ğiyle beni her zamanki gibi kayıtsızca selamlaması dışın-
16 


O/alla 
da, en küçük bir zahmete katlandığını görmedim. Sanırım, 
miskin miskin oturmanın ötesinde haz aldığı başlıca iki 
şey buydu. Ettiği sözlerden sanki nükteli, zekice sözlermiş 
gibi her zaman övünç duyar gibiydi; o sözler, gerçekten 
de, pek çok saygın kişinin konuşmaları gibi incir çekirde­
ğini doldurmadığı ve çok dar konuların çevresinde dönüp 
durduğu halde hiç de anlamsız ya da tutarsız değildi; üs­
telik kendine özgü bir güzellikleri vardı, onun kendinden 
hoşnutluğuyla soluk alıp veriyorlardı adeta. Bazen (tıpkı 
oğlu gibi) çok hoşlandığı sıcaktan, bazen nar ağaçlarının 
çiçeklerinden, bazen de avlunun havasını körükleyen be­
yaz güvercinler ve uzun kanatlı kırlangıçlardan söz açardı. 
Kuşlar onu heyecanlandırıyordu. Bazen hızlı kanat çırpış­
larıyla dam saçaklarına sürtünerek geçerlerken ya da ona 
değercesine telaşla geçip giderlerken şöyle bir kıpırdanır, 
oturduğu yerden hafifçe doğrulur, doygunluğun uyuşuk­
luğundan sıyrılır gibi olurdu. Ama günün öteki saatlerinde 
uzanıp rahatına bakar, miskinliğin keyfini sürerdi. Haya­
tından bu kadar hoşnut olması ilk başlarda sinirime doku­
nuyordu, ama yavaş yavaş onu izlerken huzur bulduğumu 
fark ettim, en sonunda bir de baktım gelip giderken günde 
dört kez yanına oturup neden söz ettiğimi pek bilmeden 
onunla dingin bir biçimde konuşmayı alışkanlık edinmi­
şim. Sonunda onun vurdumduymaz, hayvansı varlığından 
hoşlanır olmuştum; güzelliği ve alıklığı beni yatıştırıyor, 
oyalıyordu. Sözlerinde bir çeşit aşkın sağduyu bulmaya 
başlamıştım ve akıl sır ermez iyi huyluluğu bende hayran­
lık ve kıskançlık uyandırıyordu. Ona duyduğum yakınlık 
karşılıksız değildi; o da benim varlığımdan, derin düşünce­
lere dalmış birinin bir derenin şırıltısından hoşlanabileceği 
gibi, pek ayırdında olmadan hoşlanıyordu. Yanına vardı­
ğımda yüzünün aydınlandığını doğrusu pek söyleyemem, 
çünkü doygunluk tıpkı bir heykelin alık suratı gibi onun 
1 7


Robert Louis Stevenson 
yüzünden de hiç eksik olmuyordu; ama hoşnutluğunun 
farkına görünüşten daha içten bir bağla varıyordum. Ve 
bir gün, mermer merdivende onun yanında otururken, 
birden elini uzatıp elimi pışpışladı. Bunu yaptıktan sonra, 
daha ben bu okşayışın ne anlama geldiğini anlayamadan, 
her zamanki haline geri döndü; dönüp yüzüne baktımsa 
da bu davranışını dışa vuran bir duygu yakalayamadım. 
Belli ki bunu hiç önemsemeden öylesine yapmıştı; bu denli 
duyarlılık gösterip tedirgin olduğum için kendimi suçla­
dım. 
Annenin görünüşü ve (sözüm yerindeyse) aşinalığı oğ­
lundan edinmiş olduğum izlenimi doğruluyordu. Belki de, 
soylular ve seçkinler arasında sık rastlanan, yanlış oldu­
ğunu bildiğim, uzun zamandır süren akraba evlilikleri so­
nucunda soy zayıflamıştı. Gerçi kuşaktan kuşağa güzellik 
ve güçlülük bakımından en küçük bir eksilme olmadan 
geçen bedenlerinde hiçbir bozulma göze çarpmıyordu; tıp­
kı portreden bana gülümseyen iki yüzyıl önceki yüz gibi 
bugünkü yüzler de özene bezene yaratılmıştı. Ama zeka (o 
ata yadigarı) körelmişti; soydan gelen akıl serveti tüken­
mişti; güçlü ve kaba saba bir katırcı ya da dağlı bir kaçak­
çının ahmak bir anneyle çiftleşmesinden çıka çıka ibretin 
kudreti bir oğul çıkmıştı ortaya. Yine de, anneyi oğula 
yeğlerdim. Bir hınçlanan bir yatışan, bir köpürüp bir mum 
gibi olan, tavşan kadar ürkek Felipe'yi tehlikeli bir yaratık 
olarak görebilirdim. Anneye karşı ise sevecenlikten başka 
bir duygu beslemiyordum. Aslına bakılırsa, seyirciler gözü 
kapalı taraf tutmaya yatkındırlar ya, ben de ikisi arasında 
içten içe sürdüğünü hissettiğim düşmanlıkta taraf tutar ol­
muştum. Evet, sanırım büyük ölçüde anneden yanaydım. 
Bazen Felipe yaklaştığında anne göğüs geçiriyor, boş ba­
kan gözbebekleri sanki dehşet ya da korku içinde küçü­
lüyordu. Varla yok arası duyguları ortaya çıkıyor, hemen 
18 


Ola/la 
belli oluyordu; bu gizli düşmanlık zihnimi kurcalıyor, ne­
reden kaynaklandığını ve hatanın oğulda olup olmadığını 
hep merak ediyordum. 
Konağa geleli aşağı yukarı on gün olmuştu ki, birden, 
toz bulutlarını taşıya·n sert, şiddetli bir rüzgar çıktı. Siv­
risineklerden geçilmeyen ovalardan çıkıyor, karlı sıradağ­
ları aşarak geliyordu. O rüzgarı yiyenlerin sinirleri aya­
ğa kalkıyor, altüst oluyor, toz topraktan gözleri yanıyor, 
bacakları gövdelerinin ağırlığı altında sızlıyor, birbirine 
değen eller tiksinti veriyordu. Rüzgar, bir de, tepelerin ara­
sındaki küçük koyaklardan iniyor, kulağı rahatsız eden ve 
insanın içini karartan, büyük, yankılı bir uğultu ve ıslık 
sesiyle evin çevresinde esip gürlüyordu; fırtınalar kopara­
rak değil de bir çağlayanın aralıksız dökülüşü gibi esiyor, 
eserken verdiği rahatsızlık dinmek bilmiyordu. Ama dağın 
daha yukarılarında belli ki daha değişken bir güce erişiyor, 
zaman zaman gazaba geliyordu; çünkü arada sırada çok 
uzaklardan iç karartıcı bir inilti duyuluyordu; bazen de 
yüksek düzlük ya da sekilerden birinden, bir patlamanın 
dumanını andıran bir toz bulutu yükselip dağılıyordu. 
Yatağımda uyanır uyanmaz havadaki gerginlik ve sı­
kıntının farkına vardım ve bu baskı gün boyunca giderek 
güçlendi. Karşı koymak boşunaydı; her günkü sabah yü­
rüyüşüne çıkmamın da bir yararı olmadı; fırtınanın akla 
zarar, dinmeyen öfkesi çok geçmeden gücümü kırmış, si­
nirlerimi altüst etmişti; konağa döndüğümde kuru sıcak­
tan yanıyordum, tepeden tırnağa toza toprağa bulanmış­
tım. Avlu ıssızlığa bürünmüş gibiydi; arada sırada avluya 
güneşin titrek ışığı vuruyor, zaman zaman da rüzgar nar 
ağaçlarına çullanıp çiçekleri sağa sola saçıyor, panjurla­
rı duvara çarpıyordu. Senyora, avludaki girintide, alı al 
moru mor, gözleri parıl parıl, bir aşağı bir yukarı gidip 
geliyordu; öfkeden deliye dönmüşçesine kendi kendine 
19 


Robert Louis Stevenson 
konuştuğunu sandım. Ama onu her zamanki gibi selamla­
dığımda, yalnızca kısa bir baş hareketiyle karşılık verdi ve 
yürümeyi sürdürdü. Hava bu vurdumduymaz yaratığı bile 
germişti; merdivenlerden çıkarken artık kendi tedirginli­
ğimden o kadar utanmıyordum. 
Rüzgar bütün gün sürdü; ben de odamda oturup kah 
bir şeyler okumaya çalıştım, kah odanın içinde gidip gele­
rek dışarıdaki hengameye kulak verdim. Gece oldu, ama 
bir mumum bile yoktu. Biriyle yarenlik etmek için daya­
nılmaz bir istek duyunca usulca avluya indim. Avlu ilk 
karanlığın mavisine bürünmüştü artık; ama ateş avludaki 
girintiyi kıpkızıl aydınlatıyordu. Üst üste yığılmış odunla­
rın tepesinden yükselen alevler bacanın çekişiyle sağa sola 
savruluyordu. Senyora, bu güçlü ve oradan oraya savru­
lan parıltının ortasında, bir duvardan öbür duvara ilgisiz 
el kol hareketleriyle gidip geliyor, ellerini kavuşturuyor, 
kollarını öne uzatıyor, gökyüzünden medet umarcasına 
başını arkaya atıyordu. Bu düzensiz hareketler güzelli­
ği ve zarafetini daha açık seçik gözler önüne seriyordu; 
ama gözünde hiç de hoşuma gitmeyen bir pırıltı vardı; bir 
süre sesimi çıkarmadan ve elden geldiğince fark edilmeden 
baktıktan sonra gerisingeri sıvıştım ve el yordamıyla iler­
leyerek odama döndüm. 
Felipe akşam yemeğimi ve mumları getirdiğinde, si­
nirlerim ayağa kalkmış durumdaydı; delikanlı onu her 
zaman gördüğüm durumda olsaydı, iç karartıcı yalnızlı­
ğımı biraz olsun azaltsın diye (gerekirse zor da kullana­
rak) alıkoyardım onu. Ama rüzgar Felipe'nin de içine iş­
lemişti. Sabahtan akşama kadar hummaya tutulmuş gibi 
dolanıp durmuş, gece bastırınca da benim ruh halimi de 
etkileyen bir keyifsizlik ve gerginliğe sürüklenmişti. Ya­
ralı yüzünü, ikide bir irkilip benzinin sarardığını, olduğu 
yerde kalakaldığım görünce sinirlerim ayağa kalktı; bir 
20 


O/alla 
tabağı düşürüp kırınca da dayanamadım, yerimden fır­
layıverdim. 
"Bugün hepimiz aklımızı kaçırdık sanırım," dedim zo­
raki gülerek. 
"Karayelden," diye yanıtladı kederli bir sesle. "İlle de 
bir şey yapman gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılırsın, 
ama ne yapacağını bilemezsin." 
Birden ne kadar yerinde bir tanımlama yaptığını fark 
ettim; ama Felipe'nin gerçekten de bazen bedenin duyum­
larını dile getirme konusunda tuhaf bir yeteneği vardı. 
"Annen de," dedim, "bu havadan çok etkilenmiş görünü­
yor. Hasta olabileceğinden korkmuyor musun?" 
Yüzüme şöyle bir baktıktan sonra, küstahça sayılabi­
lecek bir edayla, "Hayır," dedi ve o saat elini alnına gö­
türerek, aklını başından alan rüzgara ve gürültüye doğru 
acıklı bir sesle haykırdı: "Kim iyi olabilir ki?" Ben de o 
kadar allak bullak olmuştum ki, bu soruya katılmamak 
elde değil diye geçirdim aklımdan. 
Gün boyunca süren huzursuzluktan bitkin düşmüş 
olarak erkenden yatağıma uzandımsa da, insanın yüreği­
ne ağu salan rüzgarın dinmek bilmeyen, kötücül uğultusu 
beni uyutmadı. Sinirlerim laçka olmuş bir halde, pestil gibi 
yanım kaldım. Arada sırada uykuya dalıyor, karabasanlar 
görüyor ve yeniden uyanıyordum; bu kısa süreli kendin­
den geçişlerde zaman duygumu yitiriyordum. Ama yürek 
parçalayıcı ve ürkünç çığlıklarla birden irkildiğimde gece 
yarısını geçmiş olsa gerekti. Rüya gördüğümü sanarak 
yatağımdan sıçradım; ama çığlıklar evin içinde hala sü­
rüyordu, bu çığlıklarda acı var ama öfke de diye geçirdim 
aklımdan, o kadar yabanıl ve dayanılmazdılar ki insanın 
yüreği parçalanıyordu. Yanılıyor olamazdım; canlı bir 
varlığa, bir deliye ya da vahşi bir hayvana gaddarca iş­
kence ediliyordu. O anda Felipe ile sincap geldi aklıma 
21 


Robert Louis Stevenson 
ve kapıya koştum, ama dışarıdan kilitlenmişti; ne kadar 
zorladıysam açamadım, içeride mahpus kalmıştım. Çığ­
lıklar hala sürüyordu. Arada sırada gitgide hafifleyerek 
belirgin bir iniltiye dönüşüyorlar, o zaman bir insandan 
çıktıklarından kuşkum kalmıyordu; çok geçmeden yeni­
den göğü tutuyorlar, evin içinden canhıraş feryatlar yükse­
liyordu. Kapının orada durup kulak verdim, en sonunda 
çığlıklar kesildi. Üstünden uzun bir süre geçtikten sonra 
bile, odanın içinde dolanıp dururken, çığlıkların rüzgarın 
uğultusuna karıştığını duyar gibi oluyordum; en sonunda 
usulca yatağıma uzandığımda perişan bir durumdaydım, 
yüreğim yerinden oynamıştı. 
Bir daha da gözüme uyku girmemesinin şaşılacak bir 
yanı yoktu. Beni neden odaya kapatmışlardı? Neler olup 
bitmişti? Bu akıl almaz ve akla ziyan çığlıklar kimden ge­
liyordu? Bir insandan mı? Anlamak olanaksızdı. Bir hay­
vandan mı? Bir hayvandan geliyor olması pek mümkün 
görünmüyordu; bir aslan ya da kaplan dışında hangi hay­
van konağın sağlam duvarlarını böyle titretebilirdi? Bu es­
rarengiz olayı kafamda evirip çevirirken, evin kızını henüz 
hiç görmediğim geldi aklıma. Kim bilir, belki de senyora­
nın kızı, Felipe'nin kız kardeşi akıl hastasıydı. Belki de, bu 
cahil ve yarım akıllı insanlar bu meczup akrabayı şiddet 
kullanarak terbiye ediyorlardı. Böyle bir çözüm bulmuş­
tum; ama çığlıkları ne zaman hatırlasam (ki her seferinde 
tüylerim diken diken oluyordu) bu çözüm tümden yetersiz 
kalıyordu; gaddarlık bile bir deliye bu çığlıkları attıramaz­
dı. Ama bir şeyden emindim: Böyle bir şey aklımdan geçip 
de olan biteni araştırmadığım, gerekirse müdahale etmedi­
ğim bir evde yaşayamazdım. 
Ertesi gün rüzgar kendiliğinden dinmişti, gece olup 
bitenleri bana anımsatacak hiçbir şey kalmamıştı. Feli­
pe pür neşe başucumda belirdi; avludan geçerken bak-
22 


Ola/la 
tım, senyora her zamanki miskinliğiyle güneşlenmekteydi; 
kapıdan çıkınca doğanın yüzünde güller açtığını gör­
düm, gökyüzü uçuk maviye bürünmüş, koca koca bulut 
adalarıyla örtülmüştü, dağların yamaçlarına yer yer ışık 
vurmuş, yer yer gölge düşmüştü. Kısa bir yürüyüş beni 
kendime getirdi ve bu esrarengiz durumu açıklığa kavuş­
turma konusundaki kararlılığımı pekiştirdi; bulunduğum 
tepecikten Felipe'nin bahçedeki işinin başına döndüğünü 
görünce de, aklımdan geçeni uygulamaya koymak üzere 
hemen konağa döndüm. Senyora uykuya dalmış görü­
nüyordu; bir süre kenara çekilip gözümü ona diktim, hiç 
kımıldamadan yatıyordu; aklımdan geçen uygunsuz bile 
olsa böyle bir muhafızdan korkmama gerek yoktu; dönüp 
galeriye çıktım ve evi keşfe başladım. 
Bütün sabah kapıları bir bir yokladım, geniş ve solgun 
odalara girdim, bazılarının panjurları sımsıkı kapatılmış, 
bazıları gün ışığına boğulmuştu, ama hepsi de boş ve ruh 
karartıcıydı. Zaman'ın soluğuyla küflenmiş, tozla örtü­
lerek düş kırıklığına boğulmuş, zengin bir evdi. Her yeri 
örümcek ağları bağlamıştı; pervazların üstünde koca koca 
tarantulalar dolaşıyordu; karınca sürüleri salonların döşe­
melerini yol yapmışlardı; çürümüş etlerle beslenen ve çoğu 
zaman ölümün habercisi olan iri ve iğrenç sinekler, çürük 
ahşap mobilyalara yuva yapmış, odaların içinde vızılda­
yarak uçuşuyorlardı. Orada burada, artakalmış birkaç is­
kemle, bir kanepe, bir karyola ya da geniş bir oymalı kol­
tuk, çıplak döşemelerde birer adacık gibi, geçip gitmiş bir 
hayata tanıklık ediyordu; tekmil duvarlar ölmüşlerin port­
releriyle kaplıydı. İşte o zaman, çürüyüp gitmekte olan bu 
suretlere baktığımda, ne kadar yüce, ne kadar alımlı bir 
soyun evinde dolaştığımı anlayabildim. Erkeklerin birço­
ğunun göğsünde nişanlar vardı ve yüksek makamlarda 
bulundukları anlaşılıyordu; kadınların ise hepsi pahalı ve 
23 


Robert Louis Stevenson 
güzel giysiler içindeydi; tabloların çoğu ünlü ressamların 
imzasını taşıyordu. Ama bu büyük evin şimdiki ıssızlığı ve 
haraplığıyla bütünüyle çelişse bile o görkemli yaşamdan 
geriye kalan izler aklımı pek o kadar da kurcalamıyordu. 
Aklımı asıl kurcalayan, ailenin birbirini izleyen güzel yüz­
leri ve endamlı bedenlerinde okuduğum yaşamöyküsüydü. 
Bir soyun süregelişinin mucizesinin, yaratılış ve yeniden 
yaratılışın, bedensel özelliklerin örülüp değişimi ve ku­
şaktan kuşağa geçişinin daha önce hiç bu kadar ayırdına 
varmamıştım. Bir çocuğun anasından doğması, büyüyüp 
(nasıldır bilinmez) insan kılığına bürünmesi, kalıtım yo­
luyla bir görünüş edinmesi, başını atalarından biri gibi çe­
virmesi, elini bir başka atası gibi uzatması, yinelene yinele­
ne bizim gözümüzde körelmiş mucizelerdir. Ama mucize, 
konağın duvarlarında resmedilmiş bütün o kuşakların 
bakışlarındaki olağandışı benzerlikte, ortak yüz çizgileri 
ve ortak duruşlarında ortaya çıkmış, gözlerimin önüne 
serilmişti. Tam o sırada karşıma çıkan çok eski bir ayna­
nın önünde durdum ve kendi yüz çizgilerimi uzun uzun 
izlerken, hem soyumdan gelen izleri hem de beni aileme 
bağlayan bağları keşfettim. 
Araştırmamı sürdürürken, sonunda, içinde yaşandı­
ğına dair izler bulunan bir odanın kapısını açtım. Büyük 
bir odaydı ve dağların en yabanıl göründüğü kuzeye ba­
kıyordu. Hemen yakınına bir koltuk çekilmiş olan ocakta 
ateşin korları için için yanıyor, dumanı tütüyordu. Gel gör 
ki, odanın görünüşü burada katı bir münzevi hayat ya­
şandığı izlenimi veriyordu; koltuğun yastığı yoktu, yerler 
ve duvarlar çıplaktı, biraz ötede de oraya buraya dağılmış 
kitaplar duruyordu, çalışmaya ya da keyfe dair en küçük 
bir belirti yoktu. Böyle bir ailenin evindeki kitapların hali 
doğrusu beni çok şaşırttı; ben de büyük bir telaş içinde 
ve her an birinin gelebileceği korkusuyla, kitaplara bir bir 
24 


Ola/la 
hızlıca göz gezdirmeye başladım. Her çeşit kitap vardı; 
dinsel, tarihsel, bilimsel, ama çoğu çok eskiydi ve Latin­
ceydi. Bazılarının durumundan sürekli okundukları anla­
şılıyordu; bazıları ise şöyle bir bakılıp sanki öfkeyle ya da 
hoşnutsuzlukla bir kenara atılmıştı. Boş odada dolaşırken, 
sonunda, pencerenin yanındaki masada kurşunkalemle 
yazılmış bazı kağıtlar ilişti gözüme. Karşı koyamadığım 
bir merakla birini uzanıp aldım. Kağıtta İspanyol dilinde 
kaba bir ölçüyle yazılmış, az çok şöyle çevirebileceğim di­
zeler okunuyordu: 
Haz acı ve utançla yaklaştı, 
Zambaklardan bir taçla geldi hüzün. 
Haz güzelim güneşi gösteriyordu; 
Sevgili İsa, bilsen, ne hoş parlıyordu! 
Hüzün, o bitkin eliyle, 
Sevgili İsa, seni işaret ediyordu! 
Birden utanç ve şaşkınlık çöktü üstüme; kağıdı yerine 
bırakarak kendimi hemen odadan dışarı attım. Felipe de, 
annesi de bu kitapları okumuş ya da bu kaba ama duygu­
lu dizeleri yazmış olamazdı. Belli ki, bir saygısızlık etmiş, 
evin kızının odasına dalmıştım. Tanrı bilir ya, düşüncesiz­
liğimden ötürü kendi yüreğim en ağır cezayı verdi bana. 
Çok tuhaf bir konumdaki bir genç kızın mahremiyetine 
gizlice girmiş olduğum düşüncesi ve bunu her nasılsa öğ­
renebileceğinden duyduğum korku, bir suç gibi yüreğime 
çöktü. Ayrıca bir gece önceki kuşkularımdan ötürü kendi­
mi suçluyordum; o korkunç çığlıkları hayalini kurduğum 
bir yüze, insan kılığından çıkmış, kendini körü körüne bir 
inancı uygulamaya vermiş ve o tuhaf akrabalarıyla birlikte 
büyük bir ruh inzivasında yaşayan, artık bir azize olarak 
gördüğüm birine yakıştırmış olmama şaşırıyordum; gale-
25 


Robert Louis Stevenson 
rinin parmaklığına yaslanıp, nar ağaçlarıyla ışıldayan av­
luya ve tam o sırada gerinerek uyuşukluğun ayartıcılığıyla 
dudaklarını usulca yalayan, şen şakrak giyinmiş, uykulu 
kadına baktığımda, zihnimde hızla o sahneyi kuzeydeki 
dağlara bakan, kızının yaşadığı o soğuk odayla kıyasla­
dım. 
Aynı gün öğleden sonra, her zamanki tepeciğimde 
otururken, Padre'nin konağın ana kapısından girdiğini 
gördüm. Kızın nasıl biri olduğunun ortaya çıkması haya­
limden geçenleri yerle bir etmiş ve bir gece öncenin dehşe­
tini nerdeyse silip atmıştı; ama bu muhterem insanı görür 
görmez o gecenin anısı yeniden canlandı. Bunun üzerine, 
bulunduğum tepecikten indim, ağaçların arasından dola­
şarak yolun kenarına dikildim, adamın yolunu bekledim. 
Padre görünür görünmez bir adım öne çıkıp kendimi ko­
nakta kalan pansiyoner olarak tanıttım. Çok güçlü ve 
içten bir ifade olan yüzünde, beni bir yabancı, bir kafir, 
ama yine de o haklı dava uğruna yaralanmış biri olarak 
gördüğü karışık duygular kolayca okunuyordu. Konakta 
yaşayan aileyle ilgili olarak temkinli, ama yine de saygıyla 
konuşuyordu. Evin kızını hala görmediğimi söylediğimde, 
bana biraz da kuşkuyla bakarak böyle olması gerektiği­
ni belirtti. Sonunda cesaretimi toplayıp gece beni tedirgin 
eden çığlıklardan söz açtım. Sesini çıkarmadan dinledik­
ten sonra, durup, beni kesinlikle başından savmak istedi­
ğini belirtircesine başını hafifçe yana çevirdi. 
Enfiye kutusunu uzatarak, "Tütün tozu alır mıydın?" 
diye sordu; ben istemediğimi söyleyince de, "Ben yaşlı bir 
adamım," diye ekledi, "sana burada bir konuk olduğunu 
hatırlatmaya hakkım olsa gerek." 
Bu serzeniş karşısında kızarmama karşın, "Demek, 
muhterem peder," diye dosdoğru yanıtladım, "işleri olu­
runa bırakmalı, burnumu sokmamalıyım, öyle mi?" 
26 


O/alla 
"Evet," deyip biraz somurtuk bir selam vererek arka­
sını döndü, beni orada bırakarak uzaklaştı. Ama iki şey 
yapmıştı: Hem vicdanımı rahatlatmış hem de genç kızla il­
gili duyarlılığımı uyandırmıştı. Büyük bir çaba harcayarak 
gece olup biteni bir kez daha kafamdan attım ve bir kez 
daha aziz şairem üstüne derin düşüncelere daldım. Ama 
bir yandan da odama hapsedilişimi unutamıyordum; o 
gece Felipe akşam yemeğimi getirdiğinde her iki konuda 
da ona temkinli bir biçimde yüklendim. 
"Kız kardeşini hiç görmüyorum," dedim öylesine. 
"Ha, yok, iyi bir kızdır, iyidir," dedi ve aklı hemen baş­
ka bir yere dümen kırdı. 
Bir an durduktan sonra, "Kız kardeşin dinine düşkün 
galiba?" diye sordum. 
Ellerini coşkuyla kavuşturarak "Ah, o bir azizedir!" 
diye haykırdı. "Beni ayakta tutan odur." 
"Çok talihlisin," dedim, "çünkü ben de dahil çoğumuz 
dibi boylamayı daha iyi beceriyoruz sanırım." 
"Senyor," dedi Felipe ciddi bir sesle, "yerinizde olsam 
öyle demezdim. Tanrı'yı gücendirmeyin. İnsanın dibi boy­
lamasının sonu yok." 
"Yahu, Felipe," dedim, "senin vaiz olduğundan, hem 
de doğrusu iyi bir vaiz olduğundan haberim yoktu; ama 
sanırım kız kardeşinin işi bu?" 
Gözlerini belerterek başıyla onayladı. 
"Öyleyse," diye devam ettim, "hayvanlara eziyet ede­
rek günah işlediğin için mutlaka azarlamıştır seni." 
"Tam on iki kere," diye bağırdı; bu garip yaratık sık 
sık azarlandığını böyle dile getiriyordu. "Hem senin de 
beni azarladığını söyledim ona, unutmadım," diye ekledi 
böbürlenerek. "Doğrusu hoşuna da gitti." 
"Peki, Felipe," dedim, "dün gece duyduğum çığlıklar 
neydi öyle? Besbelli, acı çeken bir yaratığın çığlıklarıydı." 
27 


Robert Louis Stevenson 
Felipe, ateşe bakarak "Rüzgar," diye yanıtladı. 
Elini elime alınca okşayacağımı sandı, yüzü keyifle 
aydınlanarak gülümsedi; az kalsın kararlılığı elden bıra­
kıyordum. Ama zayıflığıma yenik düşmedim. "Rüzgar," 
diye yineledim; elini havaya kaldırarak, "ama bana öyle 
geliyor ki, beni odaya kilitleyen bu eldi," dedim. Delikanlı 
gözle görülür biçimde sarsıldıysa da tek bir söz söylemedi. 
"Bak," dedim, "ben burada bir yabancı ve konuğum. Si­
zin işinize karışmak, olup biteni yargılamak bana düşmez; 
bu konularda kız kardeşinin öğütlerine kulak vereceksin, 
en iyisini onun bileceğinden kuşkum yok. Bana gelince be­
nim kimsenin mahpusu olmaya niyetim yok, o anahtarı 
istiyorum." Yarım saat sonra kapım birden ardına kadar 
açıldı, içeri atılan anahtar yerde çınladı. 
Bir iki gün sonra öğleden az önce yürüyüşten dönmüş­
tüm. Senyora, girintinin eşiğinde uzanmış, kestiriyordu; 
güvercinler saçakların altında kar topakları gibi uyuklu­
yorlardı; bütün ev öğlen sessizliğinin derin dalgınlığın­
daydı; bir tek dağlardan gelen başıboş ve tatlı bir rüzgar 
galerileri çepeçevre dolanıyor, nar ağaçlarının yapraklarını 
hışırdatıyor, gölgelerde püfür püfür esiyordu. Bu dinginlik 
beni her nasılsa rüzgara öykünmeye yöneltti, usulcacık av­
ludan geçtim, mermer merdivenden yukarı çıktım. Adımı­
mı tam en üst basamağa atarken bir kapı açıldı ve Olalla 
ile yüz yüze geldim. Şaşkınlıktan donakalmışım; güzelliği 
beni yüreğimden vurdu; galerinin koyu gölgesinde bir mü­
cevher gibi ışıldıyordu; gözleri beni tutsak aldı ve iki elin 
kavuşması gibi bizi sımsıkı birbirimize bağladı; birbirimi­
ze bakakaldığımız, birbirimizi içimize çektiğimiz o anlar, 
ruhların birleştiği kutsal anlardı. O derin esrimeden ken­
dime gelip telaşlı bir selam vererek en üst basamağa adım 
atana kadar ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yerinden 
kımıldamadı, o iri, istekli gözleriyle beni izledi; geçip gi­
derken yüzü sararıp solmuş gibi geldi. 
28 


Ola/la 
Odama girince pencereyi açıp dışarıya baktım ve o çıp­
lak dağların yüce göğün altında nasıl olup da böyle aşka 
geldiğine akıl sır erdiremedim. Onu görmüştüm - Olalla! 
Ve sarp kayalıklar yankılandı - Olalla! Ve suskun, uçsuz 
bucaksız gökyüzü yankılandı - Olalla! Düşlerimin solgun 
yüzlü azizesi ebediyen yok olmuştu; şimdi onun yerinde, 
Tanrı'nın en güzel, en canlı renkleri, en coşkun yaşam 
güçlerini esirgemediği, bir geyik kadar kıvrak, bir kamış 
kadar ince ve narin kıldığı, o iri gözlerinde ruhun yalım­
larını tutuşturduğu bu genç kızı görüyordum. Gençliğinin 
büyüsü yabanıl bir hayvan gibi içime girmişti; ruhunun 
gözlerinden yansıyan ve gözlerimi tutsak alan gücü yüreği­
mi sarıp sarmalamış, dudaklarımda bir şarkı olup çıkmış­
tı. Damarlarımda dolaşıyordu: Benimle bir olmuştu artık. 
Bu coşkunun giderek azaldığını söyleyemem; sağlam 
bir kaleye kapatır gibi ruhuma gömdüğüm o esrikliğin 
orada soğuk ve kederli kaygılarla kuşatıldığını söylemek 
daha doğru olur. Ona ilk görüşte, hem de delicesine vu­
rulduğumdan en küçük bir kuşkum yoktu. Ama bundan 
sonra ne olacaktı? Acılara boğulmuş bir evin çocuğu, sen­
yoranın kızı, Felipe'nin kız kardeşiydi; güzelliğinde bile 
taşıyordu bunu. Onda birinin hafifliği ve hızlılığı vardı, ok 
kadar hızlı, çiy damlacığı kadar hafifti; öbürü gibi de, bu 
dünyanın solgun yüzünde çiçeklerin ışıltısıyla parlıyordu. 
Ama ne erkek kardeşi olacak o ebleh delikanlıyla kıyasla­
yabilirdim onu, ne de annesi olacak ahmak bakışlarını ve 
aptal aptal sırıtışını şimdi nefretle anımsadığım, o otur­
duğu yerden kımıldamayan güzel vücutla. Hem onunla 
evlenemeyecek olduktan sonra! Umarsızca korumasızdı; 
bütün ilişkimiz olan o biricik ve uzun bakışmada gözleri 
benim düşkünlüğümden aşağı kalmayan bir zayıflığı ele 
vermişti; ama yüreğimin derinliklerinde onu kuzeye ba­
kan o soğuk odadaki kitapların okuru, o hüzünlü dize-
29 


Robert Louis Stevenson 
lerin yazarı olarak biliyordum; bu da bir yaban adamının 
bile elini kolunu bağlayacak bir bilgiydi. Kendimde kaçıp 
gidecek cesareti bulamıyordum; ama sakınganlığı elden 
bırakmayacağım diye söz verdim kendime. 
Pencereden arkama döndüğümde gözüm portreye ta­
kıldı. Gün doğumunun ardından sönen bir mum gibi ölüp 
gitmişti; yağlıboya gözleriyle bana bakıyordu. Kimlere 
benzediğini bildiğim için, yok olmakta olan bu soydan 
gelenlerin direnci karşısında şaşırmadan edemiyordum; 
ama benzerlik farklılığın içinde yitip gitmişti. Doğanın al­
çakgönüllülüğünden çok ressamın ustalığının yaratısının 
bana ne kadar erişilmez bir şey gibi geldiğini anımsamış, 
bu düşünce karşısında şaşkınlığa uğramış ve Olalla'yı gö­
rünce düğün bayram etmiştim. Daha önce de pek çok 
güzel görmüştüm, ama aklım başımdan gitmemişti ve 
yalnızca bana güzel gelen pek çok kadına kapılmıştım; 
ama arzuladığım ve hayal bile edemediğim ne varsa hepsi 
Olalla'da bütünleşmişti. 
Ertesi gün onu görmeyince yüreğim sızladı, insanlar 
sabahı nasıl iple çeker ben de onu görmeyi öyle iple çeker 
oldum. Ama ertesi gün her zamanki saatte konağa dön­
düğümde, Olalla yine galerideydi, bakışlarımız bir kez 
daha karşılaşıp kucaklaştı. Konuşmalıydım, yanına gitme­
liydim; ama aklımı başımdan almasına, beni bir mıkna­
tıs gibi kendine çekmesine karşın, daha da buyurgan bir 
şey beni alıkoydu; yalnızca başımı eğerek selam verdim ve 
geçip gittim; o ise selamımı karşılıksız bırakıp beni soylu 
gözleriyle izlemekle yetindi. 
Artık suretini ezberlemiştim, yüzünün çizgilerini belle­
ğime kazırken sanki içinden geçenleri okuyordum. Sırtın­
daki giysi annesinin şuhluğu ve canlı renklere düşkünlü­
ğünden izler taşıyordu. Kendi elleriyle diktiğinden kuşku 
duymadığım elbisesi bedenini fettan bir zarafetle sımsıkı 
30 


O/alla 
sarıyordu. Ayrıca, ülkesinde alışılageldiği gibi, elbisesinin 
üst kısmının ortasında derin bir yarık vardı ve evin yok­
sulluğuna karşın esmer göğsünden sarkan bir kurdelenin 
ucunda bir altın sikke asılıydı. Bunlar, hiç gerekmese de, 
yaşamdan ve kendi güzelliğinden duyduğu içten sevincin 
kanıtlarıydı. Öte yandan, gözlerimin içine bakan gözleri­
nin derinliklerindeki tutku ve hüznü, şiirsellik ve umut ışıl­
tılarını, umarsızlığın karaltılarını ve bu dünyanın ötesine 
uzanan düşünceleri okuyabiliyordum. Vücudu olağanüstü 
güzellikteydi, o vücuttaki ruh çok daha değerliydi. Bu eş­
siz çiçeği bu hoyrat dağlarda sessiz sedasız solup gitmeye 
mi terk edeydim? Bana gözlerinin o anlamlı sessizliğinde 
sunulan bu yüce armağanı hor mu göreydim? Karşımda 
hapsedilmiş bir ruh duruyordu; o zindanı yerle bir etme­
meli miydim? Ufak tefek bütün kaygılar kafamdan silinip 
gidiyordu; benim kılacağıma ant içtiğim Herodes'in ço­
cuğuydu o; o akşam, ihanetle utancın birbirine karıştığı 
bir duyguyla, erkek kardeşini avcuma almaya koyuldum. 
Belki ona daha olumlu bir gözle bakıyordum, belki de 
kız kardeşini düşünmek bu kusurlu delikanlının daha iyi 
niteliklerini çağrıştırıyordu; ama bana hiç bu kadar cana 
yakın gelmemişti, Olalla'ya benzerliği de beni rahatsız et­
mekle birlikte yumuşatmıştı da. 
Üçüncü bir gün daha boşuna geçiyordu - ıssız saatler. 
Vakit geçirmek için bütün bir öğleden sonra avluda ay­
lak aylak dolaştım, (oyalanayım diye) senyorayla her za­
mankinden daha fazla konuştum. Tanrı bilir ya, onu bu 
kez büyük bir sevecenlik ve içtenlikle gözlemliyordum; 
Felipe'ye olduğu kadar şimdi annesine de gittikçe artan 
bir hoşgörüyle yaklaştığımın ayırdındaydım. Yine de şa­
şırıyordum. Onunla konuşurken bile hiç sıkılmadan bir 
uykuya dalar gibi oluyor, bir uyanıyordum; bu rahatlık 
da beni şaşkına çeviriyordu. Dahası, duruşunu varla yok 
31 


Robert Louis Stevenson 
arası değiştirerek kımıldanışların bedensel hazzıyla ken­
dinden geçişini izlerken, bu dingin kösnüllüğün derinliği 
karşısında hayretler içinde kalıyordum. Kendi bedeninde 
yaşıyordu; bilinci, güven içinde varlığını sürdürdüğü or­
ganlarına gömülmüş ve yayılmıştı. Son olarak da, gözle­
rine alışamıyordum. Ne zaman ardına kadar açılmış, ama 
insanların sorularına kapalı o kocaman, çok güzel ve an­
lamsız gözyuvarlarını bana çevirse, bir anda genişleyip da­
ralan gözbebeklerindeki canlı değişimleri gözleme fırsatı 
buluyor, neye uğradığımı anlayamıyordum; düş kırıklığı, 
kızgınlık ve tiksinmenin birbirine karıştığı, sinirimi bozan 
o duyguya ne ad vereceğimi bilmiyorum. Pek çok konu­
dan söz açmaya çalıştım, ama hepsi boşuna; en sonunda 
sözü kızına getirdimse de bu konuda bile kayıtsız kalmayı 
başardı; kızının sevimli olduğunu söyledi, belli ki (çocuk­
larla ilgili) ağzından çıkabilecek en büyük övgüydü bu, 
açıkçası daha övücü bir şey söylemekten acizdi; Olalla'nın 
sessiz göründüğünü söylediğimde de karşımda esnemek­
le yetindi ve insanın söyleyecek hiçbir şeyi yoksa konuş­
masının da pek yararı olmadığı yanıtını verdi. Gözlerini 
belerterek bana bakıp, "İnsanlar çok konuşuyorlar, çok 
fazla konuşuyorlar," diye ekledi; sonra da, o ufacık, naze­
nin ağzını açarak bir kez daha esnedi. Bu sefer ne demek 
istediğini anladım ve onu dinginliğiyle baş başa bırakarak 
odama çıktım, açık pencerenin önüne oturup öylece dağ­
lara bakarak ışıltılı, derin düşlere daldım, hiç duymadığım 
bir sesin tınısına kulak verdiğimi hayal ettim. 
Beşinci sabah, kaderi hiçe sayacak gibi görünen bir 
beklentinin ışıltısıyla uyandım. Kendimden emindim, gön­
lüm ferah, keyfim yerindeydi, aşkımı bir an önce açığa 
vurmakta, kalbimi açmakta kararlıydım. Artık suskun­
luğun zincirlerini kırmalı, dili çözülmeli, hayvanların aşkı 
gibi yalnızca bakışlarda kalmamalıydı; artık cesaretini 
32 


O/alla 
toplamalı ve kusursuz insan ilişkisinin hazlarını tatmalıy­
dı. Bir El Dorado 
• 
yolcusu gibi çılgınca umutlar içindey­
dim; artık Olalla'nın ruhunun bilinmeyen ve olağanüstü 
güzellikteki aleminde serüvene atılmaktan ürkmüyordum. 
Gel gör ki, onunla gerçekten karşılaşır karşılaşmaz, o aynı 
güçlü duygu tepeme çöktü ve birden aklımı başımdan aldı; 
sanki bir çocukmuşum gibi dilim tutuldu; yine de, yük­
sekten başı dönmekle birlikte uçuruma yaklaşan bir adam 
gibi yaklaştım ona. Ben yaklaştıkça o hafifçe geri çekil­
di; ama gözlerini gözlerimden kaçırmadığını görünce ona 
doğru ilerlemeden edemedim. En sonunda, iyice yakınına 
geldiğimde durdum. Ağzım dilim bağlanmıştı; biraz daha 
yaklaşsam onu sessizce sarılıp kucaklayabilirdim; ne ki, 
bütün mantığım, yüreğimde hala yenik düşmemiş ne var­
sa ayağa kalktı, aklımdan geçen böyle bir kucaklaşmayı 
engelledi. Böylece, bir an, göz kesildik; birbirimize al beni 
diyen bakışlarla bakıyor, ama yine de direniyorduk; sonra 
da, büyük bir irade gücüyle, ama aynı zamanda ani bir 
düş kırıklığının acısının ayırdında olarak döndüm ve aynı 
suskunlukla oradan uzaklaştım. 
Hangi güç beni konuşmaktan alıkoymuştu. Ya Olal­
la, peki o neden suskundu? Neden bana büyülenmişçesine 
El Dorado ya da Eldorado (İspanyolcada "Altın Kaplı Adam") bu­
günkü Bogota yakınlarında yaşamış bir Yerli kabilesinin efsanevi yö­
neticisidir. Şölenlerde çıplak bedenini altın tozuyla kapladığına; şölen 
bittikten sonra da tozu temizlemek için Guatavita Gölü'ne girdiğine 
inanılırdı. Kabile halkı da göle mücevher ve altın atardı. On altıncı 
yüzyılın ortalarına doğru Peru'dan gelen İspanyollarla Venezuela'dan 
gelen Almanlar, "Altın Kaplı Adam"ı aramak için Bogota yaylaların­
da toplandılarsa da aradıklarını bulamadılar. Bu arayış Orinoco ve 
Amazon vadilerinin içlerine doğru sürdükçe, Manoa ve Omagua gibi 
efsanevi kentlerle birlikte El Dorado masalsı bir altın ülke anlamını 
kazandı. El Dorado adı, çabuk ve kolayca zengin olunabilecek yerle­
ri belirtmekte kullanılır oldu. El Dorado öyküsü edebiyatta da sıkça 
kullanılmıştır. Milton'ın 
Yitik Cennet'i 
ve Voltaire'in 
Candide'i 
buna 
örnektir. (ç.n.) 
33 


Robert Louis Stevenson 
bakarak, hiç sesini çıkarmadan çekilip gitmişti? Bu aşk 
mıydı, yoksa mıknatısın demiri çekmesi gibi olağan ve ka­
çınılmaz, yabanıl bir çekimden başka bir şey değil miydi? 
Hiç konuşmamıştık, birbirimizi hiç tanımıyorduk; ama 
yine de, bir devin sımsıkı yakalaması kadar güçlü bir etki 
bizi sessizce birbirimize sürüklemişti. Kendi payıma sabır­
sızlığa kapılıyorsam da Olalla'nın buna değer olduğundan 
kuşkum yoktu; onun kitaplarını görmüş, şiirlerini okumuş 
ve böylece bir bakıma sevdiceğimin ruhunu yüreğimde du­
yumsamıştım. Ama onun açısından, beni nerdeyse korku­
tuyordu. Beni bedensel olarak beğenmesi dışında benimle 
ilgili hiçbir şey bilmiyordu; taş nasıl yere düşerse öyle ka­
pılmıştı bana; yeryüzünü yöneten yasalar, karşı koymak 
istese de onu kollarıma sürüklüyordu; böyle bir birlikte­
liğin düşüncesi karşısında geri çekildim ve kendimi geri 
tutmaya başladım. Böyle sevilmek istemiyordum. Sonra 
da kızın kendisine karşı büyük bir merhamet duymaya 
başladım. Bu kızın, her şeyden elini eteğini çekip kendi­
ni kitaplara veren, Felipe'nin nur yüzlü eğitmeni olan bu 
kızın, daha önce tek bir söz bile konuşmadığı bir adama 
karşı gurur kırıcı bir zayıflığı açığa vurması onun için ne 
kadar küçük düşürücü olsa gerek diye geçirdim aklımdan. 
Acıma duygusuyla birlikte de bütün öteki kaygılar silin­
di gitti; onu bulup yatıştırmaktan, içini rahatlatmaktan, 
aşkının bende nasıl tümüyle yanıt bulduğunu ve yaptığı 
seçimin her ne kadar körü körüne bir seçim de olsa hiç de 
yakışıksız olmadığını söylemekten başka bir şey düşüne­
mez oldum. 
Ertesi gün hava harikuladeydi; dağların üstü engin bir 
maviyle örtülüydü; güneş dört bir yanı aydınlatıyordu; 
ağaçların arasında esen rüzgar ve dağlara inen sağanaklar 
ortalığa tatlı ve büyüleyici bir musiki yayıyordu. Yine de 
içimi derin bir hüzün kaplamıştı. Bir çocuk annesini göre-
34 


O/alla 
meyince nasıl ağlar, benim yüreğim de Olalla'yı göreme­
diğim için kan ağlıyordu. Yaylayı kuzeyden kuşatan alçak 
kayalıkların saçağındaki büyük bir taşın üstüne oturdum. 
Oradan bir ırmağın ucu bucağı görünmeyen ağaçlıklı va­
disine bakakaldım. O kadar içlenmiştim ki, bu ıssızlığı 
seyre dalmak yüreğime dokundu; Olalla yoktu; o zaman, 
bu yaman ortamda ve bu yalçın ve göz alıcı dağların ara­
sında koca bir ömrü Olalla'yla birlikte geçirmenin hazzı­
nı ve mutluluğunu düşündüğümde az kalsın ağlıyordum, 
ama çok geçmeden kendimi Samson kadar güçlü kuvvetli 
ve irikıyım gördüğüm coşkun bir sevinç kapladı içimi. 
Sonra birden Olalla'nın yaklaştığını fark ettim. Bir 
mantar ağacı korusunun içinden belirdi ve dosdoğru bana 
doğru geldi; ayağa kalkıp bekledim. Bu yaratığın yürüyü­
şündeki canlılık, ele avuca sığmazlık ve yumuşaklık göz­
lerimi kamaştırdı; oysa sessizce ve ağır ağır yaklaşıyordu. 
Gücü yavaşlığındaydı; ama gözle görülmeyen bir güçle 
bana doğru koştuğunu, bana doğru uçtuğunu hissettim. 
Yine de, yaklaşırken gözlerini yerden kaldırmadı; iyice ya­
kınıma geldiğinde bana bir kez bile bakmadan konuştu. 
Sesini daha duyar duymaz irkildim. Bu anı bekliyordum; 
aşkımın son sınanışıydı bu. Ve işte, söyleyişi, annesiyle 
kardeşi gibi peltek ve tutuk değil, akıcı ve açık seçikti; 
sesi ise bildik kadın sesinden daha kalın olmakla birlikte 
hem terütaze hem de kadınsıydı. Tok bir sesle konuşuyor­
du; buklelerindeki kızılların kahverengilere karıştığı gibi 
muhteşem kontralto nağmeler boğuk seslere karışıyordu. 
Yalnızca doğrudan yüreğime seslenen bir ses değil, aynı 
zamanda bana kendinden söz eden bir sesti. Yine de, söz­
leri beni o saat yeniden umutsuzluğa düşürdü. 
"Buradan gideceksin," dedi, "hem de bugün." 
Bu sözleri karşısında dilim çözüldü; üstümden bir yük 
kalkmış ya da büyü bozulmuştu sanki. Hangi sözcüklerle 
35 


Robert Louis Stevenson 
yanıt verdiğimi bilmiyorum; ama sarp kayalıkta karşısına 
dikilip aşkımı olanca tutkusuyla dile getirdim, onu düşün­
meden edemediğimi, yalnızca rüyamda onun güzelliğini 
görebilmek için uyuduğumu, onunla sonsuza dek birlikte 
olabilmek için ülkemi de, dilimi de, dostlarımı da seve seve 
yadsıyabileceğimi anlattım. Sonra da yüreğimdeki coş­
kuyu bastırarak ses tonumu değiştirdim; içini rahatlatıp 
yatıştırdım; onun ruhunda yakınlık duyduğum ve payla­
şıp açığa çıkarmak için can attığım bir sofuluk ve yücelik 
sezdiğimi söyledim. "Doğa," dedim ona, "insanların teh­
like karşısında karşı geldikleri Tanrı'nın sesiydi ve evet, 
biz Tanrı'nın değersiz kulları aşkın mucizesiyle bile olsa 
birbirimize yakınlaştıysak, bu ruhlarımızdaki ilahi gücün 
bir yansıması olsa gerek; biz birbirimiz için yaratılmış ol­
malıyız." Sonra da, "Biz bu içgüdüye boyun eğmemek için 
Tanrı'ya başkaldıran mecnunlar olmalıyız," diye haykır­
dım. 
Başını iki yana salladı. "Bugün gideceksin," diye yine­
ledikten sonra elini kaldırıp, birden, sert bir sesle, "Yok, 
bugün değil," diye bağırdı, "yarın! " 
Ama bu yumuşama belirtisi karşısında anadan yeni 
doğmuşa döndüm. Kollarımı uzatarak adını seslendim; 
Olalla üstüme atılıp sımsıkı sarıldı. Çevremizdeki kayalar 
yerinden oynadı, yer sarsıldı; yumruk yemişçesine afalla­
dım, gözlerim görmez oldu, sersemledim. Ama çok geç­
meden beni geriye itti, kollarımın arasından sıyrılarak bir 
geyik gibi mantar ağaçlarının arasına dalıp hızla uzaklaştı. 
Orada durup dağlara haykırdım, sonra dönüp şen 
şakrak konağa doğru yürüdüm. Beni kovmuş, ama onun 
adını seslendiğimde bana koşmuştu. Bunlar, genç kızların, 
onun gibi kendi cinsinin en tuhaf örneklerinden birinin 
bile dışında kalamadığı zaaflarından başka bir şey değil­
di. Gitmek mi? Ben değil, Olalla - Ah, ben değil, Olalla, 
36 


O/alla 
Olalla'm benim! Yakınlarda bir yerde bir kuş şakıyordu; 
bu mevsimde kuşlara pek rastlanmazdı. Bu da yüreğimi 
şenlendirdi. Ve bir kez daha, kasvetli ve durağan dağlar­
dan ağaçlığın gölgesindeki en hafif yaprağa ve uçuşup 
duran en küçük sineğe kadar doğanın tekmil çehresi kar­
şımda kıpırdanmaya, hayat dolu bir görünüm almaya ve 
müthiş bir coşkuya bürünmeye başladı. Güneş örse inen 
çekiç kadar güçlü bir biçimde tepelere vuruyor, tepeler 
sarsılıyordu; gün ışığının sıcaklığı altında yeryüzünden 
baş döndürücü kokular saçılıyordu; orman ışıl ışıl yanı­
yordu. Yeryüzünün acı ve hazla titrediğini duyumsadım. 
Yüreğimde çağlayan sevgide dizginsiz bir şey, kaba, yeğin 
ve yabanıl bir şey sanki doğanın gizlerini açıyordu önüm­
de; ayaklarımın altında çakıldayan taşlar ise capcanlı ve 
dosttular sanki. Olalla! Dokunuşu beni canlandırmış, di­
riltmiş, sarp yeryüzüyle yeniden uyum kurmamı sağlamış, 
insanların kibar meclislerde unutup gittikleri o ruh taşkın­
lığına erdirmişti beni. Aşk bir öfke gibi yanıyordu içimde; 
sevecenlik yangına dönmüştü; ondan nefret ediyor, ona 
tapınıyor, ona acıyor, cezbeye tutulmuşçasına tapıyordum 
ona. Sanki beni bir yandan ölü şeylere bağlıyordu, bir yan­
dan da saf ve merhametli Tanrı'mıza bağlıyordu: Zalim 
ve ilahi ve yeryüzünün hem masumiyetine hem de azgın 
güçlerine yakın düşen bir şey. 
Bütün bu kafamdan geçenlerle sersemlemiş olarak ko­
nağın avlusuna girdiğimde, annenin görünüşü aklımı başı­
ma getirdi. Oracıkta tepeden tırnağa uyuşukluğa ve hazza 
gömülmüş olarak oturuyor, güçlü gün ışığı altında gözleri­
ni kırpıştırıyordu; uysal bir hoşnutluğun sarıp sarmaladığı 
bu kendinden geçmiş yaratık karşısında bütün heyecanım 
utanmışçasına söndü. Bir an durdum ve ne kadar etkilen­
diğimi belli eden bir sesle iki çift laf ettim. Akıl sır ermez 
sevecenliğiyle bana baktı; yanıt verirken sesi hala içinde 
37 


Robert Louis Stevenson 
uyukladığı o huzur aleminden gelir gibiydi ve o anda ma­
sumiyetle mutluluğu kendine aynı oranda yakıştıran bu 
insana karşı yüreğim ilk kez saygıyla doldu; kendime şa­
şırmamın verdiği tedirginlikle geçip gittim. 
Masamın üstünde, kuzeye bakan odada görmüş oldu­
ğumun aynısından, sarı bir kağıt duruyordu; aynı elyazı­
sıyla, Olalla'nın elyazısıyla kurşunkalemle bir şeyler ya­
zılmıştı; birden telaşa kapılarak alıp okudum: "Olalla'ya 
biraz olsun acıyorsanız, fena halde örselenmiş bir yaratığa 
azıcık iyilik etmek istiyorsanız, bugün gidin buradan; çar­
mıhta can veren İsa efendimize merhametiniz ve saygınız 
varsa, O'nun yüzü suyu hürmetine, yalvarırım gidin." 
Kağıda aptal aptal bakakalmıştım k� hayat karşısında 
bıkkınlığa ve yılgıya kapılmaya başladığımı fark ettim; dı­
şarıda, gün ışığı çıplak dağların üstünde kararırken, kor­
kuya kapılan biri gibi tir tir titremeye başladım. Böylece 
hayatımda birden doğan boşluk, bedensel bir eksiklik gibi 
cesaretimi kırdı. Elimden giden kalbim değildi, mutlulu­
ğum değildi, hayatın ta kendisiydi. Onu kaybedemezdim. 
Böyle dedim ve oracıkta durmadan tekrarladım. Sonra da, 
sanki rüya gören biri gibi, pencereye yaklaştım, pencere­
nin kanadını açmak için elimi uzattım ve cama bir yum­
ruk attım. Bileğimden kan fışkırır fışkırmaz durulup ken­
dimi toparlayarak başparmağımı o küçük kan çeşmesine 
bastırdım ve ne yapmam gerektiğini düşündüm. Bomboş 
odada işime yarayacak hiçbir şey yoktu. Üstelik yardıma 
ihtiyacım olduğunun farkındaydım. Bir umut, Olalla'nın 
bana yardım edebileceğini düşündüm ve başparmağımı 
yaranın üstünden kaldırmadan geri dönüp merdivenler­
den aşağı indim. 
Olalla da, Felipe de ortalıkta görünmüyorlardı; ben de, 
sıcağa bayılan senyoranın artık iyice içeriye çekildiği, ate­
şin önünde uyukladığı girintiye yöneldim. 
38 


Ola/la 
"Rahatsız ediyorsam özür dilerim," dedim, "ama yar­
dımınızı istemek zorundayım. " 
Başını kaldırıp uykulu gözlerle bana baktıktan sonra 
ne olduğunu sordu; sorarken derin bir soluk aldığını ve 
burun deliklerinin genişlediğini fark ettim, birden enikonu 
canlanmıştı sanki. 
"Elimi kestim," dedim, "hem de çok kötü. Bakın !" 
Kan damlayan ellerimi uzattım. 
İri gözleri fal taşı gibi açıldı, gözbebekleri ufalıp birer 
nokta oldu; sanki yüzünden bir peçe düştü ve yüzü apaçık 
ortaya çıktı, ama yine de bir gizem vardı. Tedirginliğine 
biraz şaşırarak kalakalmıştım ki, hızla üstüme geldi, bana 
doğru eğilip elimi yakaladı; neye uğradığımı anlamadan 
elimi kaptığı gibi dişlerini kemiğe kadar geçirdi. Isırığın 
apansız acısı, aniden fışkıran kan ve olup bitenin korkunç 
dehşeti hep birden hızla beynime üşüştü ve itip geri püs­
kürttüm onu; ama o fırtınalı gecede beni uyandırmış olan 
çığlıkları andıran vahşi çığlıklar atarak ha bire üstüme at­
lıyordu. Kadına sanki deli kuvveti gelmişti, benim gücüm 
ise kan kaybından hızla azalıyordu; saldırının garipliği 
karşısında o kadar afallamıştım ki ne yapacağımı bilemez 
durumdaydım, beni tuttuğu gibi duvara yaslamıştı, neyse 
ki tam o sırada Olalla aramıza girdi, hemen ardından yeti­
şen Felipe de annesini yakalayıp yere yatırdı. 
Büyülenmişçesine bir düşkünlük çökmüştü üstüme; gö­
rüyor, işitiyor, hissediyor, ama kımıldayamıyordum. Yerde 
alt alta üst üste boğuştuklarını, bana erişmeye çalışan sen­
yoranın yeri göğü inleten vahşi çığlıklarını duyuyordum. 
Saçları yüzüme düşen Olalla'nın beni kucakladığını, erkek 
kadar güçlü kollarıyla beni kaldırıp sürükleye taşıya mer­
divenlerden çıkararak odama götürüp yatağa bıraktığını 
fark ettim. Sonra bir telaş koşup kapıyı kilitlediğini, bir 
an durup konağı sarsan vahşi çığlıklara kulak verdiğini 
39 


Robert Louis Stevenson 
gördüm. Sonra da, oktan hızlı, tüyden hafif, yanımda bit­
ti, elimi sarıp göğsüne koydu; güvercin gibi dem çekerek 
inliyor, yakınıp sızlanıyordu. Dudaklarından dökülen söz­
cükler değildi, sözden daha güzel seslerdi, öyle dokunak­
lı, öyle sevecen; gel gör ki, döşeğimde yatarken, yüreğimi 
delen bir düşünce, beni kılıç gibi yaralayan, çiçeği yiyip 
bitiren bir solucan gibi bir düşünce aşkımın kutsallığına 
leke düşürdü. Evet, bunlar çok güzel seslerdi, insan seve­
cenliğinin esinlediği seslerdi de, güzelliği insanca mıydı? 
Bütün gün yatağımdan çıkmadım. O ne idüğü belirsiz 
kadın müsveddesinin ebleh yavrusuyla boğuşurken attığı 
çığlıklar konağın içinde uzun bir süre yankılandı durdu, 
yüreğime umarsız bir hüzün ve nefret saldı. Bunlar aşkı­
mın ölüm çığlığıydı; aşkım öldürülmüştü; yalnızca ölmüş 
de değildi artık, beni yerle bir etmişti; ama yine de, ne 
düşünürsem düşüneyim, ne hissedersem hissedeyim, yü­
reğimde hala dayanılmaz bir kasırga gibi büyüyor, onun 
bakışları ve dokunuşları karşısında yüreğim eriyordu. Bir­
den beliren bu dehşet verici durum, Olalla'nın içine düşen 
kuşku, yalnızca ailesinin tüm davranışlarına yansımakla 
kalmayan, aynı zamanda aşkımızın temellerinde ve öykü­
sünde de yer bulan bu yabanıl ve hayvansı gerilim, beni 
ürkütüp dehşete düşürmekle, verem etmekle birlikte, he­
nüz karasevdamın düğümünü çözecek güçte değildi. 
Çığlıklar son bulduğunda kapıdan bir tıkırtı gelince dı­
şarıdakinin Felipe olduğunu anladım; Olalla gidip konuş­
tu onunla - ne konuştu bilmiyorum. Bunun dışında yanı 
başımdan ayrılmadı, yatağımın yanında diz çöküp tut­
kuyla dua ediyor, sonra gözlerini gözlerimden ayırmadan 
oturuyordu. Böylece, altı saat boyunca güzelliğini içime 
çektim ve öyküsünü sessizce yüzünden okumaya çalıştım. 
Fısıltılarında kutsal aşkın uçuştuğunu gördüm; gözlerinin 
bir koyulup bir parladığını, ama yine de akıl sır ermez bir 
40 


O/alla 
iyiliğin dilinden konuştuğunu gördüm; o kusursuz yüzü ve 
sabahlığın aralığından o kusursuz vücudun hatlarını gör­
düm. En sonunda akşam olduğunda Olalla'nın gövdesi 
odanın gittikçe büyüyen karanlığında yavaş yavaş gözden 
silinirken bile yumuşacık eli elimin içinde usul usul gezi­
niyor ve benimle konuşuyordu. İnsanın böyle amansız bir 
düşkünlük içinde yatarken sevdiğinin güzelliklerinin sey­
rinden haz alması, düş kırıklığının tüm sarsıntılarına son 
verir, aşkı geri getirir. Kendimi inandırmaya çalışıyordum; 
tüm korkuları görmezden gelerek en kötüsünü kabullen­
mek için bir kez daha cesaretimi topladım. O buyurgan 
duygu varlığını sürdürse, gözlerimden ayrılmayan gözleri 
beni çağırsa, düşkün bedenim daha önce olduğu gibi şimdi 
de onun için yanıp tutuşsa ve ona yönelse ne çıkardı? Ge­
cenin geçinde yeniden güçlenir gibi oldum ve konuşnım: 
"Olalla," dedim, "hiçbir şeyin önemi yok; hiçbir şey 
istemiyorum, mutluyum, seni seviyorum." 
Diz çöküp bir süre dua etti, ben de yürekten bir say­
gıyla kulak verdim dualarına. Ay ışığı üç pencerenin de 
bir yanından içeri vurmaya başlamış, odanın içinde puslu 
bir aydınlık oluşturmuştu; bu puslu aydınlıkta Olalla'yı 
belli belirsiz de olsa görebiliyordum. Ayağa kalkınca haç 
çıkardı. 
"Ben konuşacağım, sen dinleyeceksin," dedi. "Ben bi­
liyorum; oysa sen ancak tahmin yürütebilirsin. Buradan 
gitmen için o kadar dua ettim ki. Gitmen için yalvardım 
sana, benim için bunu bile yapacağını biliyorum; yoksa 
yapmaz mısın, bir düşüneyim bakalım!" 
"Seni seviyorum," dedim. 
"Hem sen görmüş geçirmiş bir insansın," dedi; bir an 
durduktan sonra da, "Sen akıllı bir adamsın, bense daha 
çocuk sayılırım," diye devam etti. "Ben ki dünyadan biha­
ber bir cahilim, sana ders verir gibi konuşuyorsam bağışla 
41 


Robert Louis Stevenson 
beni; ama çok bilenler bilginin kaymağını yerler; yasaları 
kavrarlar, düşüncenin yüceliğine akıl erdirirler - hayatın 
gerçeklerinin dehşeti yavaş yavaş belleklerinden silinir gi­
der. Biz kötülüklere aşina olanlar ise galiba unutmuyoruz. 
İyisi mi git artık, git, ama beni aklından çıkarma. Aklından 
çıkarma ki, bu bedende yaşadığım gibi, kendi hayatımı ya­
şadığım gibi, sevgiyle anılarak yaşayayım belleğinde." 
"Seni seviyorum," dedim bir kez daha; güçsüz elimi 
uzatarak elini tuttum, dudaklarıma götürüp öptüm. Karşı 
koymadı, ama biraz çekinir gibiydi; kaşlarını çatarak ba­
karken sevecenlikten yoksun olmadığını, yalnızca üzgün 
ve şaşkın olduğunu görebiliyordum. Sonra birden kara­
rını vermiş gibi, elimi kendine çekerken hafifçe öne eğil­
di, elimi küt küt atan kalbinin üstüne koydu. "İşte," diye 
bağırdı, "hayatımın nabız atışlarını duyuyorsun. Kalbim 
yalnız senin için atıyor; kalbim senin. Ama kalbim benim 
mi ki? Benim, ama sana sunmak için benim, boynumdaki 
kolyeyi çıkarıp ya da bir ağacın taze bir dalını kırıp sana 
veriyormuşum gibi. Ama yine de benim değil! Eli kolu 
bağlı bir mahpus olarak uzaklarda bir yerde yaşıyorum 
ya da yaşadığımı sanıyorum (eğer gerçekten varsam), hiç 
tanımadığım bir güruhun eline düşmüşüm, kulaklarım 
duymaz olmuş. Bu beden, hayvanların sağrılarına vurulan 
mahmuzlar gibi, bir dokunuşta efendisi biliyor seni; evet, 
seni seviyor! Ya ruhum, ruhum da seviyor mu? Sanmıyo­
rum; sormaya korktuğum için bilmiyorum. Oysa sen be­
nimle konuşurken sözlerin ruhundan geliyordu; ruhunla 
istiyorsun beni - beni arzulayan yalnızca ruhun." 
"Olalla," dedim, "ruhla beden birdir, özellikle de aşk­
ta. Bedenin seçtiğini ruh sever; bedenin sımsıkı sarıldığına 
ruh bağlanır; beden bedene, ruh ruha, Tanrı'nın işaretiyle 
bir araya gelirler; aşağı taraf da (ona aşağı denebilirse ta­
bii) en yücenin payandası ve dayanağıdır yalnızca." 
42 


O/alla 
"Atalarımın evindeki portreleri gördün mü?" dedi. 
"Anneme ya da Felipe'ye hiç baktın mı? Başucunda asılı 
duran o resme hiç göz gezdirmedin mi? O resimdeki ka­
dın asırlar önce ölmüş, sağlığında ise kötülükler yapmış. 
Ama yeniden bir bak; şu elimin çizgilerine, gözlerime, 
saçlarıma bir bak. Hangisi benim, neyim ben? Ya şimdi 
sevdiğim insanla konuşurken bile şu zavallı bedenimin 
(senin aşık olduğun ve uğruna olanca sevecenliğiyle beni 
sevdiğini hayal ettiğin bedenimin) tek bir kıvrımı, elimi, 
kolumu oynatışım, sesimin tonu, tek bir bakışım bile baş­
kalarına aitse? Yüzyıllar önce ölmüş olan başkaları biri­
lerini benim gözlerimle baştan çıkarmış; başka insanlar 
şimdi senin kulaklarında yankılanan aynı sesin yalvarışını 
duymuş. Ölmüşlerin elleri döşümde; beni hareket ettiren, 
sürükleyen, bana yol gösteren onlar; onların oynattığı bir 
kuklayım ben; çok uzun bir zamandır mezarın suskunlu­
ğuna gömülü kötülüklerden artakalmış yüzler ve özellikler 
bende yeniden cisme bürünüyor. Sevdiğin ben miyim dos­
tum, yoksa beni ben yapan o soy mu? Kendini zerre ka­
dar tanımayan ve kendi adına tek bir söz söyleyemeyen bu 
kız mı, yoksa gelgeç bir burgacı olduğu ırmak, ömürsüz 
meyvesi olduğu ağaç mı? Soy varlığını sürdürüyor, yaşlı 
ama kanlı canlı, sonsuz yazgısını bağrında taşıyor; denizde 
birbirini izleyen dalgalar gibi, kişiden kişiye geçiyor; kendi 
kendimizin efendisi olduğumuzu sanıyoruz, oysa bir hiçiz. 
Ruhtan söz ediyoruz, ama ruh soyda." 
"Doğa yasasına öfke duyuyorsun," dedim. "İnandı­
rırken dost, hükmederken buyurgan olan Tanrı'nın sesine 
isyan ediyorsun. Kulak ver, ikimizin arasında nasıl konuş­
tuğuna kulak ver! Elin elimi sımsıkı tutuyor, sana dokun­
duğumda yüreğin hop ediyor, bizi birleştiren bilinmez güç­
ler uyanıyor ve bir bakışla dörtnala kalkıyor; yerin balçığı 
bağımsız yaşamını anımsıyor ve bize katılmaya can atıyor; 
43 


Robert Louis Stevenson 
gökyüzünde dönüp dolaşan yıldızlar ya da alçalıp yükse­
len gelgitler gibi, bizden daha eski ve bizden daha büyük 
şeyler bizi birbirimize çekti." 
"Heyhat!" dedi. "Ne diyebilirim ki sana? Bundan sekiz 
yüz yıl önce bütün buraları atalarım yönetiyorlardı; akıllı, 
yüce, kurnaz ve gaddardılar; seçkin bir İspanyol soyundan 
geliyorlardı; savaşlarda sancakları açılırdı; kral onları hı­
sım akraba sayardı; insanlar, kendilerine darağaçları kurul­
duğunda ya da savaştan dönüp de kulübelerinin yanıp kül 
olduğunu gördüklerinde onlara lanet yağdırırlardı. Çok 
geçmeden bir değişim başladı. İnsan yükselip gelişmiştir; 
ama eğer hayvandan gelip yükseldiyse, yeniden aynı düze­
ye inebilir. Atalarımın insanlığı üzerinde de yorgunluğun 
soluğu esti ve bağlar gevşedi; düşüş başladı; zihinleri uy­
kuya yattı, tutkuları birden birbiri ardına uyandı, dağların 
arasındaki geçitlerden esen rüzgar gibi sert ve kendinden 
geçercesine; güzellik hala kuşaktan kuşağa geçiyordu, ama 
insana yol gösteren zekadan da, yürekteki insancıllıktan 
da artık eser kalmamıştı; döl sürüyor, ete sarıp sarmalanı­
yor, et de kemiği kaplıyordu, ama hayvanların eti ve ke­
miğiydi bunlar ve kuş kadar beyinleri kalmamıştı. Şimdi 
sana gözümü karartarak anlatırken abartıyorum belki; 
ama bahtsız soyum için her şeyin nasıl kötüye gitmiş oldu­
ğunu sen kendi gözlerinle gördün. Ben, sanki bu umarsız 
çöküşe bir tepeciğin üstünden bakıyorum ve hem öncesi 
ve ardını, hem de neler yitirdiğimizi ve kaçınılmaz olarak 
daha da büyük çöküşe doğru gittiğimizi görüyorum. Ben 
de -ölüler evinde perperişan yaşayan ben, bu evde yaşa­
nanlardan nefret eden bedenim- bu büyüyü tekrarlayacak 
mıyım? Şu anda içinde çile çektiğim, fırtınaların harabeye 
çevirdiği bu efsunlu eve benim gönülsüz ruhumu da rnı ka­
tacağım? Bu lanetli insanlık teknesini devralıp ona yeni bir 
zehir akıtır gibi yeni bir hayat mı yükleyeceğim ve onu bir 
44 


O/alla 
ateş gibi gelecek kuşakların yüzüne mi savuracağım? Ama 
ant içtim; bu soy yeryüzünden silinecek. Tam şu anda kar­
deşim hazırlıkları yapıyor; birazdan merdivenden çıkıp ge­
lecek; sen de onunla gidecek, sonsuza dek gözümün önün­
den silineceksin. Bazen hayat dersinin acımasızca verildiği, 
ama o dersi cesaretle dinlemiş biri olarak; seni gerçekten 
sevmiş, ama kendinden ölesiye, aşkından bile nefret ede­
cek kadar nefret eden biri olarak; seni kendinden uzaklaş­
tıran, ama senden sonsuza kadar ayrılmamanın özlemini 
çeken biri olarak; seni unutmaktan daha değerli bir umu­
du, unutulmaktan daha büyük bir korkusu olmayan biri 
olarak düşün beni." 
Konuşurken kapıya doğru gerilediği için gür sesi daha 
yumuşak ve uzaktan geliyordu; son sözünü söylerken 
gözden kayboldu, ayaydınlık odada döşeğimde bir başı­
na kalakalmıştım. Bitkinlikten serilip kalmış olmasam ne 
yapardım, bilmiyorum; ama büyük ve karşı konulmaz bir 
umutsuzluk çökmüştü üstüme. Çok geçmeden kapıda bir 
fenerin titrek kırmızı ışığı göründü, Felipe içeri girip tek 
bir söz söylemeden beni sırtına aldı, merdivenlerden indi­
rerek arabanın beklediği büyük bahçe kapısına götürdü. 
Tepeler ay ışığında mukavvadan yapılmış gibi keskin hat­
larıyla uzanıyordu; konağın kocaman kara gövdesi, yayla­
nın parıldayan yüzeyinde ve rüzgarda hep birlikte sallanan 
ve ışıldayan alçak ağaçların arasından olanca hantallığıyla 
görünüyor, o koca kara kütleyi yalnızca bahçe kapısının 
yukarısında, kuzeye bakan cephedeki yarı aydınlık üç pen­
cere bölüyordu. Olalla'nın odasının pencereleriydi; araba 
sarsılarak ilerleyedursun, yol vadiye daldığında pencereler 
kayıplara karışıncaya kadar gözlerimi oradan ayırmadım. 
Felipe arabanın dingillerinin yanında sesini çıkarmadan 
yürüyor, ama arada sırada katırın yanağını okşayıp dönüp 
bana bakıyordu; sonunda yanıma gelip elini başıma koy-
45 


Robert Louis Stevenson 
Dokunuşunda öyle bir sevecenlik, yalnız hayvanlarda 
rastlanan öyle bir masumiyet vardı ki, bir atardamarın 
gibi gözlerimden yaşlar boşandı. 
"Felipe," dedim, "kimselerin sorgu sual etmeyeceği bir 
götür beni." 
Hiçbir şey söylemeden katırını geriye döndürdü ve 
yolda bir süre gerisingeri gittikten sonra baş­
ka bir patikaya saparak dağ köyüne götürdü beni; burası, 
o dağınık dokulu bölgenin İskoçya'da kirkton dediğimiz 
kiliseli köyüydü. Ovayı geçtiğimiz günden kopuk kopuk 
bir şeyler kalmış aklımda: Arabanın durması, bana doğ- . 
ru uzanıp arabadan inmeme yardım eden kollar, beni ta­
şıdıkları bomboş bir oda ve kendimden geçerek uykuya 
dalışını. 
Ertesi gün ve izleyen günlerde yaşlı rahip enfiye kutusu 
ve dua kitabıyla başımdan eksik olmadı; bir süre sonra 
da, gücümü az çok toparlamaya başladığımda, artık epey­
ce iyileştiğimi, bir an önce oradan ayrılmam gerektiğini 
söyledi; ardından da bir şey demeden enfiye çekerken göz 
ucuyla bana baktı. Bilmiyormuş gibi yapmadım; anlamış­
tım, Olalla'yı görmüş olmalıydı. "Efendim," dedim, "boş 
yere sormadığımı biliyorsunuz. O ailenin nesi var?" 
Rahibe bakılırsa, çok bahtsız bir aileydi; gördüğü ka­
darıyla feleğin sillesini yemiş bir soydan geliyorlardı ve 
çok yoksuldular, cahil kalmışlardı. 
"Ama Olalla cahil kalmamış," dedim. "Besbelli sizin 
sayenizde, kadınlarda görülmediği kadar eğitimli ve akıl­
lı." 
"Evet," dedi; "senyorita kültürlü bir kız. Ama aile ca­
hil kalmış." 
"Peki, ya anne?" diye soracak oldum. 
"Evet, anne de," dedi Padre enfiyesini çekerek. "Ama 
Felipe iyi niyetli bir delikanlıdır." 
46 


O/alla 
"Anne biraz tuhaf değil mi?" diye sordum. 
"Hem de çok tuhaf," diye yanıtladı rahip. 
"Sanırım lafı dolandırıyoruz, efendim," dedim. "Be­
nim yaşadıklarımı anlamazdan gelmemelisiniz. Merakım­
da birçok bakımdan haklı olduğumu anlamalısınız. Be­
nimle açık konuşamaz mısınız?" 
"Evladım," dedi yaşlı adam, "aklımın yettiği konularda 
seninle çok açık konuşabilirim; hiçbir şey bilmediğim ko­
nularda ise susmaktan başka bir şey yapamam. Kaçamak 
konuşmayacağım, seni çok iyi anlıyorum; ama bizler Tan­
rı'nın kullarıyız ve O'nun yolları bizim yollarımıza benze­
mez, başka ne diyebilirim ki? Kilisedeki üstlerime bile da­
nıştım, ama onlar da sessiz kaldılar. Büyük bir sır bu. " 
"O kadın deli mi?" diye sordum. 
"Sana inancıma göre yanıt vereceğim. Deli değil ya da 
eskiden değildi," diye karşılık verdi Padre. "Gençliğinde 
-Tanrı beni bağışlasın, sanırım o kuzucuğu ihmal ettim­
aklı tamamen başındaydı; ama yine de şimdiki boyutlarda 
olmasa da aynı gerginlik daha o sıralar bile görülebiliyor­
du; ondan önce babasında, evet babasından önce de vardı, 
belki bu da benim bu konuyu biraz fazla hafife almama 
yol açtı. Ama böyle şeyler yalnızca tek bir kişide değil bü­
tün bir ailede gelişerek sürüp gider." 
"Peki, gençliğinde," diye söze başladımsa da sesim bir 
an kısılır gibi oldu, kendimi güçbela toparlayıp, "Olalla 
gibi miydi?" diye tamamlayabildim sözümü. 
"Aman, Tanrı yazdıysa bozsun! " diye bağırdı Padre. 
"Tanrı benim en sevgili tövbekarımı kimsenin gözünde 
böyle küçültmesin. Hayır, hayır; senyorita (bütün içtenli­
ğimle keşke bu kadar güzel olmasaydı diyorum) annesinin 
aynı yaştaki haline zerre kadar benzemiyor. Böyle düşün­
mene katlanamam; ama Tanrı bilir ya, böyle düşünmen 
daha iyi olur. " 
47 


Robert Louis Stevenson 
Bunun üzerine, yatağımda doğruldum ve yaşlı adama 
yüreğimi açtım; ona aşkımızı ve Olalla'nın kararını anlat­
tım, kendi korkularımı, gelgeç hayallerimi itiraf ederek, 
ama ona bütün bunların son bulduğunu da söyleyerek; 
sonra da, mesafeli bir teslimiyetin biraz ötesine geçerek bu 
konuda ne düşündüğünü öğrenmek istedim. 
Beni büyük bir sabırla, hiç şaşırmadan dinledi; sözü­
mü bitirince de bir süre sesini çıkarmadan oturdu. Sonra, 
"Kilise," diye başlayacak oldu, ama birden durup yeni­
den özür dilemeye koyuldu. "Senin Hıristiyan olmadığı­
nı unutmuşum, çocuğum," dedi. "Aslında doğrusunu is­
tersen, bu kadar olağandışı bir konuda kilisenin bile bir 
karar verebileceği pek söylenemez. Ama benim ne düşün­
düğümü öğrenmek ister misin? Böyle bir konuda en iyi ka­
rarı verecek kişi senyoritanın kendisidir. Ben olsam onun 
kararına rıza gösteririm." 
Böyle dedi ve çekip gitti, ondan sonra bana eskisi ka­
dar sık uğramaz oldu; dahası, iyileşip yeniden ortalıkta 
dolaşmaya başladığımda, benden hoşlanmadığı için değil 
belki de bilmece soran sfenksten sakınmak istediği için 
benimle bir araya gelmekten açıkça çekindiğini ve kaçın­
dığını fark ettim. Köylüler de benden uzak duruyorlardı, 
dağda bana rehberlik etmeye pek yanaşmıyorlardı. Bana 
kuşkuyla bakıyorlarmış gibi geliyordu, boş inançlara daha 
bağlı olanların ise benimle karşılaştıklarında haç çıkardık­
larını görebiliyordum. İlk başlarda bunu benim sapkın 
düşüncelerime vermiştim; ama en sonunda benden böyle 
ürkülmesinin nedeninin o konakta kalmış olmam olduğu­
nu anlamaya başladım. Köylülerin böylesi yabanlıklarını 
kimse ciddiye almaz; gelgelelim, aşkımın üstüne ürkünç 
bir gölgenin çöktüğünün ayırdındaydım. Gerçi beni dize 
getirmemişti, ama yüreğimdeki coşkuya gem vurduğunu 
söyleyebilirim. 
48 


Ola/la 
Köyün birkaç kilometre batısında, sıradağlar arasın­
da doğruca konağın göründüğü bir açıklık vardı; her gün 
oraya gitmeyi alışkanlık edinmiştim. Doruğu bir ağaçlık 
taçlandırıyordu; doruğun eteğinden patikanın indiği yer­
de koca bir kaya parçası duruyor, onun üstünde de do­
ğal büyüklükte ve alışılmıştan daha ıstıraplı görünen bir 
çarmıha gerilmiş İsa yontusu yükseliyordu. Kayanın orası 
benim tüneğimdi; oturduğum yerden her gün aşağıda­
ki düzlüğe ve büyük eski eve bakıyor, bahçede bir aşağı 
bir yukarı gezinen, küçücük bir sinekten farksız Felipe'yi 
görebiliyordum. Karşımdaki manzara zaman zaman sisle 
kaplanıyorsa da çok geçmeden dağlardan esen rüzgarlar 
sisi dağıtıyordu; ova bazen aşağılarda bitimsiz gün ışığı 
altında uyukluyor, bazen de yağmurla tümden gözden 
siliniyordu. Bu uzaklardaki yerden, hayatımın çok tuhaf 
bir biçimde değiştiği yerin kesik kesik görünümleri ikir­
cikli ruhuma çok uygun düşüyordu. Kim bilir kaç günüm 
içinde bulunduğumuz durumun değişik yönlerini düşünüp 
taşınarak orada geçti; bir aşkın telkinlerine kapılıyor, bir 
sağduyunun sesine kulak veriyor, sonunda ikisi arasında 
kararsız kalıyordum. 
Bir gün kayamda otururken, pelerine sarınmış sıska bir 
köylü çıkageldi. Buralı değildi, namımı bile duymamıştı; 
duymuş olsaydı geçer gider, yaklaşıp yanıma oturmazdı; 
çok geçmeden sohbete daldık. Bu arada, uzun yıllar ka­
tırcılık yaptığını, bir zamanlar bu dağların yolunu çok 
aşındırdığını anlattı; daha sonraları da katırlarıyla orduya 
hizmet etmiş, geçinip gitmişti, ama artık kendini emekliye 
ayırmıştı, ailesiyle birlikte yaşıyordu. 
Sonunda, beni Olalla'yı düşünmekten alıkoyan her 
türlü konuşmadan çabucak sıkıldığım için elimle konağı 
göstererek "Şu evi biliyor musun?" diye sordum. 
Bana esrarengiz bir biçimde baktı ve haç çıkardı. 
49 


Robert Louis Stevenson 
"Hem de iyi biliyorum," dedi, "arkadaşlarımdan biri 
orada ruhunu Şeytan'a sattı; Tanrı bizi Şeytan'a uymaktan 
korusun! Ama bedelini ödedi, şimdi Cehennem'de cayır 
cayır yanıyor!" 
Yüreğim ağzıma geldi, nutkum tutuldu; adam biraz 
sonra kendi kendine konuşurcasına "Evet," dedi, "hiç 
sorma, o evi biliyorum. Kapısından girmişliğim var. Girişi 
karla kaplıydı, rüzgar kapıyı zorluyordu; o gece kuşkusuz 
dağlarda ölüm kol geziyordu, ama evdeki ocağın başında 
durum daha da kötüydü. Arkadaşımı kolundan tuttuğum 
gibi bahçe kapısına sürükledim, senyor; benimle gelmesi 
için ona tüm sevip saydıkları adına yalvardım; karların 
içinde önünde diz çöktüm; üstelik yalvarışlarımdan etki­
lendiğini görebiliyordum. Ama tam o sırada o genç kız te­
rasta göründü ve ona adıyla seslendi; arkadaşım arkasına 
döndü, kız elinde bir lambayla durmuş, geri dönmesi için 
ona gülümsüyordu. Avazım çıktığı kadar Tanrı'ya yakar­
dım ve arkadaşıma kollarımı açtım, ama o beni bir yana 
ittiği gibi yürüdü gitti. Seçimini yapmıştı; Tanrı yardımcı­
mız olsun. Onun için dua ettim, ama ne fayda! Papa'nın 
bile üstesinden gelemeyeceği günahlar vardır." 
"Peki, ya arkadaşın," dedim, "ona ne oldu?" 
"Aman ha, bir tek Tanrı bilir," dedi katırcı. "Duyduk­
larımız hepten doğruysa, sonu da günahı gibi olmuş, tüy­
ler ürpertici bir son." 
"Öldürülmüş mü yani?" diye sordum. 
"Öldürüldüğü kesin," diye yanıtladı. "Ama nasıl? Evet 
nasıl? Ama bunları konuşmak bile adamı günaha sokar." 
"O evdeki insanlar ... " diyecek oldum. 
Ama katırcı birden öfkelenerek sözümü kesti. "İnsan­
lar mı?" diye haykırdı. "Ne insanı yahu! O Şeytan'ın evin­
dekiler ne erkek ne de kadın! Ne yani? Bu kadardır bura­
dasın ve hiç duymadın, öyle mi?" Sonra da sanki dağdaki 
50 


O/alla 
kuşlar bile duysa korkudan ödleri koparmış gibi ağzını 
kulağıma dayadı ve fısıldayarak bir şeyler anlattı. 
Anlattıkları gerçek olmadığı gibi, ilk kez duyulan bir 
şey de değildi; nerdeyse insanlığın kendisi kadar eski hika­
yelerin köylülerin cehaleti ve boş inançlarına bulanmış 
yeni bir yorumundan başka bir şey değildi aslında. Beni 
asıl şaşırtan eski hikayenin yeni uyarlamasıydı. Katırcıya 
bakılırsa, eskiden olsa kilise bu şahmeran yuvasını yakıp 
kül ederdi; ama artık kilisenin eski gücü kalmamıştı; ar­
kadaşı Miguel insanlar tarafından cezalandırılmamış, 
gazaba gelmiş Tanrı'nın çok daha korkunç hükmüne 
bırakılmıştı. Bu yanlıştı; ama artık böyle olmamalıydı. 
Padre kocamıştı; dahası kendisi de afsunlanmıştı; ama ar­
tık cemaatinin gözü açılmıştı, tehlikenin farkındaydılar; o 
ev bir gün -hem de pek yakında- ateşe verilecek, duman­
ları göğü tutacaktı. 
Beni korku ve dehşet içinde bırakıp gitti. Ne yapaca­
ğımı bilemiyordum; ilkönce Padre'yi mi uyarmalıydım, 
yoksa kötü haberi doğruca konağın tehdit altındaki sakin­
lerine mi vermeliydim? Benim yerime karar veren kader 
oldu; çünkü oracıkta hala duraksayıp dururken, patika­
dan bana doğru yaklaşan peçeli bir kadın gördüm. Keskin 
gözlerimi hiçbir peçe yanıltamazdı; bu endam, bu yürüyüş 
başkasının olamazdı, Olalla'yı hemen tanımıştım; kayanın 
bir köşesine gizlenerek tepeye kadar gelmesini bekledim ve 
birden ortaya çıktım. Beni tanır tanımaz durdu, ama bir 
şey söylemedi; ben de bir şey demedim; bir süre tutkulu bir 
hüzünle birbirimize baktık. 
Sonunda, "Gittin sanıyordum," dedi. "Benim için tek 
yapabileceğin bu - gitmek. Biricik isteğim buydu senden. 
Ama sen hala buradasın. Ölüm tehlikesinin her geçen gün 
yalnız senin için değil, bizim için de büyüdüğünü anlamı­
yor musun? Dağlarda bir söylenti yayılmış; bana aşık ol­
duğunu sanıyorlar ve buna göz yummayacaklar." 
5 1


Robert Louis Stevenson 
Başındaki beladan haberli olduğunu görünce çok se­
vindim. "Olalla," dedim, "bugün, şu saat gitmeye hazı­
rım, ama yalnız değil." 
Olalla kenara çekildi, çarmıha gerilmiş İsa yontusunun 
önünde diz çökerek dua etmeye başladı; ben de öylece 
durmuş, bir ona, bir de tapındığı nesneye, bir tövbekarın 
canlı bedenine, bir de çarmıhtaki İsa 'nın beceriksizce bo­
yanmış solgun yüzüne, boyalı yaralarına ve pörtlek kabur­
galarına bakıyordum. Sessizliği yalnızca şaşkınlığa ve tela­
şa kapılmışçasına dağların doruklarında dönüp duran iri 
kuşların iniltileri bozuyordu. Olalla az sonra ayağa kalktı, 
bana dönüp peçesini kaldırdı ve bir eliyle hala yontuya 
yaslanırken, sapsarı kesilmiş, hüzünlü yüzüyle bana baktı. 
"Haça el sürdüm," dedi. "Padre senin Hıristiyan ol­
madığını söylüyor; ama bir an benim gözlerimle bak ve 
Acılar Adamı'nın 
• 
yüzünü seyret. Hepimiz O'nun gibiyiz 
- günahın mirasçıları; hepimiz bizim olmayan bir geçmişe 
katlanmak ve kefaretini ödemek zorundayız; hepimizde -
evet, bende bile- Tanrı'nın bir kıvılcımı var. O'nun gibi, 
biz de, sabah huzuru geri getirinceye kadar kısa bir süre 
daha dayanmalıyız. Kendi yolumda bir başıma yürümem 
için katlan bana; o zaman, kendimi tekmil acı çekenlerin 
dostu olan O'nun dostu saydığım zaman hiç yalnız olma­
yacağım; o zaman, dünya mutluluğtından elimi eteğimi 
çektiğim, kendi payıma düşen acıyı gönül hoşluğuyla ka­
bullendiğim zaman benden mutlusu olmayacak." 
Çarmıhtaki İsa'nın yüzüne baktım ve suretlere en kü­
çük bir yakınlık duymadığım, bu yontunun kaba bir örne­
ği olduğu öykünmeci ve asık suratlı sanatı küçümsediğim 
Kutsal Kitap, 
Eski Antlaşma, Yeşaya 53:3: "İnsanlarca hor görüldü, I 
Yapayalnız bırakıldı. / Acılar adamıydı, hastalığı yakından tanıdı. / İnsan­
ların yüz çevirdiği biri gibi hor görüldü, I Ona değer vermedik." (Kitab-ı 
Mukaddes Şirketi, Yeni Çeviri, 3. Basım, Mart 2003.) (ç.n.) 
52 


Ola/la 
halde, bir anlam anıştırdığını sezdim. Yüz bana yukarıdan 
acılı ve ölümcül bir kasılmayla bakıyordu; ama bir ışık 
halkasıyla çevrelenmişti, bu da bana özverinin karşılıksız 
olduğunu anımsatıyordu. Pek çok yol kenarında, gelip ge­
çene hazzın bir amaç değil bir rastlantı olduğunu, acının 
yüce gönüllülerin seçimi olduğunu, en iyisinin her şey­
den acı çekmek ve iyilik yapmak olduğunu boş yere vaaz 
edercesine, acı ve soylu gerçeklerin bir simgesiymişçesine 
durduğu gibi orada kayanın tepesinde öylece duruyordu. 
Döndüm ve sessizce dağdan aşağı vurdum; ağaçlar yolu­
mu kapatmadan son bir kez arkama baktığımda, Olalla 
hala çarmıhtaki İsa'ya yaslanıyordu. 


Yüklə 0,49 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin