MODERN KLASİKLER Dizisi
-
146
ROBERT LOUIS STEVENSON
OL.All.A
ÔZGÜN AOI
OLALLA
©TÜRKİYE iş BANKASI KÜLTÜR YAYll'LARI.
2020
SERTFIKA NO:
40077
EDITOR
GAMZE VARIM
GÔRSEL YÔNETMEN
BİROL BAYRAM
DÜZELTi
MEHMET CELEP
GRAFiK TASARIM
VE
UYGULAMA
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
1.
BASIM MART
2020,
ISTANBUL
ISBN 978�25-7070-13-3
BASKI: UMUT KAGITÇILIK SANAYi VE TiCARET LTD. ŞTI.
Keresteciler Sitesi Fatih Caddesi Yüksek Sokak No: 11/1
Merter
Güngören/lstanbul
Tel. (0212)
637 04 11
Sertifika No: 45162
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜL TÜR YAYINLARI
İstiklal Caddesi, Meşelik Sokak No: 214 Beyoğlu 34433 İstanbul
Tel. (0212) 252 39 91 Faks (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
ÇEViREN:
CELAL ÜSTER
İngiliz Erkek Lisesi, Robert Academy ve İÜ Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve
Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1983'te George Thomson'ın Tarihôncesi
Ege adlı kitabının çevirisiyle Azra Erhat Çeviri Ôdülü'ne değer görüldü. 1970'1erin
başından bu yana aralarında Robert Louis Stevenson, Yaroslav Haşek, George
Orwell, Juan Rulfo, iris Murdoch, Maria Antonietta Macciocchi, Mario Vargas
Llosa, Roald Dahi, Jorge Luis Borges, Paulo Coelho ve John Berger'ın yapıt
larının da bulunduğu BO'e yakın kitabı dilimize çevirdi. Uzun yıllar Cumhuriyet
gazetesinin Kültür editörlüğünü üs�endi.
Modern
Klasikler
Dizisi -146
Robert Louis
Stevenson
Olalla
İngilizce aslından
çeviren: Celal Üster
T0RKIYE
Kültür Yayınları
Çevirmenin Ônsözü
Düşler Yazarı Stevenson'dan
Küçük Bir Düş Mücevheri
Dr. ]ekyll ile Bay Hyde Robert Louis Stevenson'ın gece
düşlerinin, başka bir deyişle karabasanlarının bir ürünü ise,
Define Adası da gündüz düşlerinin bir yaratısıdır, desek
yeridir.
188l'de yayımlanan Define Adası, Stevenson'ın, üvey
oğlu Lloyd ile aralarında bir oyun olarak doğmuş olsa
da, çocuklar için heyecanlı bir serüven öyküsü olmanın
ötesinde, insan davranışlarının ardında yatan çelişkili yön
lere vurgu yapan iğneleyici üslubuyla giderek büyükleri de
büyük ölçüde etkilemişti. Gündüz düşlemlerinden boy atan
bu büyüleyici masal, kafalarımızda,
ta
günümüze kadar
gelen "korsan imgesi"ni oluşturmuşnı.
Stevenson'ın, Define Adası'mn yayımlanışından beş yıl
kadar sonra, bir karabasandan uyanıp ]ekyll ile Hyde'ın
yarısına yakınını yüksek sesle anlattığı, üç dört gün içinde
de tümünü kaleme aldığı söylenir. Bu "tuhaf vaka"nın
tanıkları, kansı Fanny Stevenson ve üvey oğlu Lloyd
Osboume'dur. Bu gotik novella ya da alegorik korku roma
nı, insan ruhunun alacakaranlığını bu denli gözü peklikle
keşfe çıkmamış olsaydı, bugün hiç kuşku yok ki klasik ede
biyatın başyapıtları arasında kendine yer bulamazdı .
.........
Robert Louis Stevenson
Stevenson'ın jekyll ile Hyde'ın prova baskılarını göz
den geçirdiği sıralar yazdığı ve ilk kez 1885'te yayımlanan
O/alla (okunuşu "Olaya") öyküsü de, rastlantı mıdır bilin
mez, yazarın bir rüyasından anlatıya dökülmüştür. Nitekim,
Stevenson, bu rüyayı bir öyküye dönüştürmekte çektiği
güçlükleri 1888'deki bir yazısında anlatmıştır. Gerçi hemen
hemen hiçbir edebiyat yapıtında yazarın düş gücünün payı
yadsınamaz, ama Stevenson'ın yapıtlarında düşlerin payının
da azımsanamayacağı anlaşılmaktadır .
......
"Olalla"da, Yarımada Savaşı (1808-1814) sırasında
İspanyolların yanında saf tutup yaralanan genç bir İskoç
subayın başından geçen yabansı denilebilecek bir öykü
anlatılır. Hastanede tedavi gördükten sonra hava değişimi
için soylu ama yoksul düşmüş bir ailenin konağına yerleşen
genç subay, tuhaf bir ana-oğul-kız üçlüsü arasında akıllara
durgunluk veren gariplikte bir öykünün içinde bulacaktır
kendini ...
.. ....
Gotik edebiyat ya da roman, romantizmin ilk dönemle
rine özgü, ortaçağa özenen, gizem ve korku havasının ağır
bastığı bir tür. En çok on sekizinci yüzyıl sonlarında ilgi gör
müş olmakla birlikte, günümüze kadar birçok kez yeniden
canlandırılmış. Ortaçağ yapı ve yıkıntılarının çağrıştırdığı
imgeleri yüzünden gotik diye nitelenen bu yapıtlarda yeraltı
geçitleri, karanlık mahzenler, gizli duvar kapıları ve tuzak
larla dolu kale ve manastırlara yer verilir.
Gotik modası İngiltere' de Horace Walpole'un çok tutu
lan Otranto Şatosu (1764) ile başlamış, onWl saygın izle
yicilerinden Ann Radcliffe'in Udolpho'nun E.srarı (1794)
adlı romanıyla sürmüş. Almanya'da ise gotik romanın
dehşet ve şiddete geniş yer veren çok daha gösterişli bir tarzı
ortaya çıkmış ve Matthew Gregory Lewis'in Keşiş (1796)
adlı romanıyla İngiltere'ye ulaşmış. Wılliam Beckford'ın
O/alla
Doğu'yu işleyen Vathek (1786) adlı romansı ile Charles
Robert Maturin'in İrlandalı Faust'un öyküsünü anlattı
ğı Gezgin Melmoth (1820) da gotik edebiyatın önemli
örneklerinden. Bu arada, Mary Wollstonecraft Shelley'nin
Frankenştayn'ı (1818) ve Bram Stoker'ın D
r
ak
u
la'sı (1897)
gibi klasik dehşet öyküleri de, özgül gotik öğeleri içerme
mekle birlikte, kuşkusuz gotik gelenek içinde sayılmalı.
***
Yayımlandığı dönemde pek önemsenmese de giderek
Stevenson'ın en ilginç öykülerinden biri sayılan O/alla, kimi
eleştirmenlerce gotik edebiyatın çarpıcı bir örneği olarak
kabul edilmiş, kimi eleştirmenlerce de bir "vampir öyküsü"
olarak yorwnlanmıştıc.
Stevenson'ın Olalla'da belki de bile bile belirsizliğe terk
ederek okurun düş gücüne bıraktığı yanlar öyküyü tipik
gotik öğelerden yoksun bıraksa da, soyluluktan soysuzlu
ğa evrilen bir aile, dağlar arasında ıssız bir konak, ölüm
ve soysuzlaşma kaygılarının durmadan karşımıza çıkması
gibi özellikler bu öyküyü gotik edebiyatın dışında sayma
mamızı olanaklı kılmaktadır. Kaldı ki, pek çok edebiyat
eleştirmeninin vurguladığı gibi, eski bir aile portresindeki
kadın ile Olalla ve annesi arasındaki esrarengiz ve tekinsiz
benzerlik, başka bir deyişle soyaçekim öğesi, Sheridan
Le
Fanu'nun Oırmilla öyküsünde ve Arthur Conan Doyle'un
Baskerville'lerin Köpeği romanında olduğu gibi, bu kanıyı
güçlendirmektedir.
***
Stevenson'ın O/alla öyküsü, neresinden bakarsak baka
lım, hangi akımın içinde sayarsak sayalım, hemen tüm
yapıtlarında insan davranışlarını psikolojik yönleriyle ele
alan, doğa koşullarının bu davranışlar üstündeki etkilerini
işlemekten geri durmayan bu yazarın düşsel edebiyatının
küçük bir mücevheri olarak görülmeli.
Celal Üster
vii
"Artık ben üstüme düşeni yaptım," dedi doktor, "bö
bürlenmek gibi olmasın ama fazlasıyla yaptım hem de. Ar
tık geriye seni bu soğuk ve zehirli şehirden uzaklaştırmak,
iki aylığına temiz havaya kavuşturmak ve huzura eriştir
mek kalıyor. Huzura erişmek sana kalmış. Temiz hava ko
nusunda ise sanırım sana yardımcı olabilirim. Şimdi sana
tuhaf gelebilir, ama geçen gün papaz efendi geldi köyden;
mesleklerimiz tamamen farklıysa da eski dostuzdur, cema
at üyelerinden bazılarının içinde bulunduğu sıkıntı konu
sunda bana danışmak istemiş. Bir aileden söz ediyordu -
gerçi sen İspanya'yı bilmezsin, soylularımızın adlarını bile
pek duymamışsındır; şu kadarını söyleyebilirim ki, bir za
manlar görkemli bir hayat süren bu aile artık yoksulluğun
eşiğine gelmiş. Ellerinde oturdukları konaktan ve büyük
bir bölümünde keçilerin bile yaşayamayacağı kıraç, dağlık
bir araziden başka bir şey kalmamış. Ama evleri tepeler
arasında yüksek bir yerde, eski, güzel bir evmiş, üstelik sa
pasağlammış; dostumun anlattığı hikayeyi duyar duymaz
aklıma sen geldin. Ona tanıdığım yaralı bir subay olduğu
nu, hayırlı bir dava uğruna yaralanmış bu subayın artık
bir hava değişimine çıkabileceğini söyledim ve arkadaşıma
seni dostlarının yanına pansiyoner olarak yerleştirmesini
önerdim. Tam da beklediğim gibi, o saat yüzü asıldı papaz
Robert Louis Stevenson
efendinin. Buna asla yanaşmayacaklarını söyledi. Ne hal
leri varsa görsünler öyleyse, dedim ben de, hem acından
öleceksin hem de kibrinden geçilmeyecek, hiç gelemem.
Böylece birbirimizi pek hoşnut edemeden ayrıldık; ama
papaz efendi dün geri gelip önerimi kabul ettiğini söyle
yerek beni şaşırttı: Sorup soruşturduktan sonra korktuğu
kadar güçlük olmadığını anlamıştı, o gururlu insanlar gu
rurlarını bir yana bırakmışlardı. Sonunda anlaştık; senin
için o evde oda tuttum, tabii sen de onaylarsan. Bu dağla
rın havası seni dinçleştirir; oradaki sakin ortamın yanında
dünyanın bütün ilaçları solda sıfır kalır."
"Doktor," dedim, "bu kadar zamandır iyilik meleğim
oldunuz, sizin tavsiyeniz emirdir benim için. Ama lütfen,
yanında kalacağım aile hakkında bir şeyler söyler misi
niz?"
"Ben de oraya geliyorum," diye yanıtladı dostum, "ne
ki anlatması zor. Dediğim gibi bu fukaralar çok soylu bir
aileden geliyorlar, ama artık hiçbir neden kalmamış olsa
da kendilerini dev aynasında görüyorlar; birkaç kuşaktır
gittikçe büyüyen bir yalnızlığa gömülmüşler, hem artık
erişemeyecekleri zenginlerden hem de hala kendilerinden
çok aşağı gördükleri yoksullardan uzakta yaşamışlar;
yoksulluğun onları kapılarını bir konuğa açmak zorunda
bıraktığı bugün bile hiç de hoş olmayan bir şart koşmak
tan kendilerini alamıyorlar. Bir yabancı olarak kalacaksın,
diyorlar; sana hizmet edecekler, ama daha en baştan en
küçük bir yakınlık göstermeye yanaşmayacaklar."
Gücendiğimi yadsımayacağım, ama bu duygu belki de
oraya gitme isteğimi kamçılamıştı, çünkü çok istersem o
engeli yıkabileceğimden emindim. "Böyle bir şart koşma
larında aşağılayıcı bir şey yok," dedim, "buna yol açan
duyguyu anlayışla karşıladığımı bile söyleyebilirim."
Ola/la
Doktor kibarca, "Doğru, seni hiç görmediler," diye
yanıt verdi, "senin bugüne kadar İngiltere'den gelmiş en
yakışıklı ve en cana yakın adam olduğunu (İngiltere'de
yakışıklı adamlara çok rastlandığı, ama cana yakın adam
lara pek o kadar rastlanmadığı söylenmiştir bana) bilse
ler seni mutlaka daha bir candan ağırlarlar. Ama sen bu
durumu kabullendiğine göre fark etmez zaten. Oysa bana
kalırsa saygısızlık bu yaptıkları. Yine de bu işten kazançlı
çıkan sen olacaksın. Bu ailenin seni yoldan çıkaracağını
pek sanmıyorum. Bir anne, bir oğul ve bir kız; yarım akıllı
olduğu söylenen yaşlı bir kadın, taşralı bir hödük ve gü
nah çıkaran papazın gözüne girmiş, o yüzden de," diye
kıkırdadı hekim, "eline eteğine doğru bir taşra kızı; senin
anlayacağın, alımlı çalımlı bir subayın aklını çelecek pek
bir şey yok."
"Ama yine de soylu olduklarını söylüyorsunuz," diye
cek oldum.
"Eh, bu konuda bir ayrım yapmalıyım," diye yanıt
ladı doktor. "Anne soylu; ama çocuklar pek o kadar de
ğil. Anne, hem aklını hem de servetini yitirmiş soylu bir
ailenin son temsilcisiymiş. Babası yalnızca yoksul değil,
deliymiş de: Kız, babası ölünceye kadar evin içinde azıtıp
dellenirmiş. Sonra, babanın ölümüyle elde avuçta bir şey
kalmayıp ailenin de soyu kuruyunca daha da azıtmış, ta ki
evleninceye kadar; kiminle evlendiğini de Tanrı bilir, bazı
ları katırcının tekiyle diyorlar, bazıları da bir kaçakçıyla;
gel gör ki, evlilik mevlilik olmadığını, Felipe'yle Olalla'nın
piç olduklarını söyleyenler de yok değil. Evlilik, pek bir
değeri olmasa da birkaç yıl önce trajik biçimde son bul
muş; ama o kadar gözlerden uzak yaşıyorlarmış ve taşra o
sıralar o kadar karışıklık içindeymiş ki adamın tam olarak
nasıl biri olduğunu bir tek papaz biliyor - hatta belki o da
bilmiyor."
Robert Louis Stevenson
"Bana öyle geliyor ki orada tuhaf şeyler yaşayacağım,"
dedim.
"Yerinde olsam fazla hayal kurmazdım," diye yanıtla
dı doktor, "korkarım, son derece berbat ve sıradan bir ger
çekle karşılaşacaksın. Mesela, Felipe'yi görmüşlüğüm var.
Çok kaba, çok kurnaz, çok hoyrat, ama bana sorarsan
safın teki; öbürleri de ondan farklı olmasa gerek. Yok, ha
yır, seiior commandante,
•
huzuru dağlarımızın görkemli
manzaralarında aramalısın sen; biraz olsun doğa aşığı bir
adamsan, hiç değilse o manzaraların seni düş kırıklığına
uğratmayacağından emin olabilirsin."
Ertesi gün Felipe bir katırın çektiği kaba saba bir köy
arabasıyla beni almaya geldi; öğleden hemen önce, dok
torla, hancıyla ve hastalığım sırasında elimden tutmuş iyi
yürekli insanlarla vedalaştıktan sonra şehrin doğu kapı
sından çıkıp sıradağlara tırmanmaya başladık. Konvoyda
kiler öldüğümü sanıp beni geride bıraktıklarından beri o
kadar uzun bir süre mahpus kalmıştım ki, toprağın koku
su bile gönlümü şenlendirdi. Geçtiğimiz bölge yabanıl ve
kayalıktı, ama yer yer mantar meşeleri, yer yer kocaman
kestane ağaçlarıyla kaplı engebeli ormanlarla örtülüydü,
sık sık dağlardan inen sellerin yataklarıyla kesiliyordu.
Güneş pırıl pırıl parlıyor, rüzgar püfür püfür esiyordu; bir
kaç kilometre yol aldıktan sonra şehir ardımızdaki ovanın
üstünde ufacık bir tepe gibi kalmıştı ki, dikkatim yol ar
kadaşımın üzerinde toplanmaya başladı. İlk bakışta, dok
torun tarif ettiği gibi ufak tefek, kaba saba, sağlam yapılı,
eline çabuk ve cıva gibi, ama kültürden nasibini almamış
bir taşra delikanlısı gibi görünüyordu; üstelik pek çok kişi
bu ilk izlenimle yetinebilirdi. Benim dikkatimi çekmeye
başlayan, senlibenli gevezeliğiydi; ettiği sözlerde o kadar
•
Bay komutan. (ç.n.)
4
O/alla
tuhaf bir tutarsızlık vardı ki; bir yandan sözcükleri doğru
dürüst söyleyemediği, bir yandan da insanı gülümsetecek
kadar daldan dala atladığı için ne dediğini tam olarak an
layabilmekte epeyce zorlanıyordum. Gerçi benzer yaradı
lıştaki insanlarla, (onun gibi) sanki duyularıyla yaşayan,
kendini o anın görselliğine kaptıran ve bu izlenimi kafala
rından silip atamayan insanlarla daha önce de konuşmuş
luğum vardı. Felipe'nin konuşması (oturduğum yerden
kayıtsızca kulak verirken) zamanlarının büyük bölümünü
hiçbir şeye kafa yormadan, her gün gördükleri kır manza
ralarına bakıp durarak geçiren arabacıların konuşmaları
gibi geldi bana. Ama Felipe öyle biri değildi; anlattıklarına
bakılırsa evcimen bir adamdı; "Keşke şimdi evde olsay
dım," dedikten sonra, göz ucuyla yol kıyısındaki bir ağaca
bakarak birden durdu, bir keresinde o ağacın dalları ara
sında bir karga gördüğünü söyledi.
Söylediği sözün saçmalığı karşısında şaşkınlığa kapılıp,
yoksa yanlış mı duydum diye duraksayarak "Karga mı?"
deyiverdim.
Ama o arada aklına başka bir şey gelmiş olmalı ki,
başını yana eğip yüzünü buruşturarak, pür dikkat, sanki
kendinden geçmişçesine bir sese kulak verdi; ses etmemem
için de bana sert bir dirsek attı. Sonra gülümseyerek başını
salladı.
"Ne duydun?" diye sordum.
"Ha, bir şey yok," dedikten sonra katırını hızlandır
mak için dağların yamaçlarında yabanılca yankılanan çığ
lıklar atmaya başladı.
Ona daha yakından baktım. Boyu bosu yerindeydi,
çevik, kıvrak ve güçlü kuvvetliydi; eli yüzü düzgündü;
sarı gözleri pek o kadar etkileyici olmasa da çok iriydi;
enikonu yakışıklı bir delikanlıydı; hiç hoşlanmadığım iki
özelliğini, esmer ve biraz kıllı olmasını saymazsak onda
5
Robert Louis Stevenson
hiçbir kusur bulamamıştım. Kafamı karıştırmakla birlik
te ilgimi çeken zihniydi. Doktorun sözünü -safın teki
anımsadım. Aklımdan acaba doğru bir tanım mı bu diye
geçiriyordum ki, yol sellerin açtığı dar ve çıplak boğaza
doğru inmeye başladı. Aşağıda sular gümbür gümbür
gümbürdüyordu; koyak bu gürültüden, savrulan serpin
tilerden ve rüzgarın suların akışına eşlik eden şaklamala
rından geçilmiyordu. Manzara hiç kuşkusuz çarpıcıydı;
ama yol oralarda iki yanına duvar örülerek güven altına
alınmıştı; katır burnunun dikine ilerliyordu ve ben kıla
vuzumun yüzünün korkudan bembeyaz kesildiğinin far
kına varmanın şaşkınlığı içindeydim. Azgın ırmağın sesi
durmadan değişiyordu, bir an sanki bitkin düşmüş gibi
kısılıyor, bir an daha da boğuklaşıyordu; kısa süreli taş
kınlar ırmağın sularını kabartıyor, koyaktan aşağı sürük
leniyor, yolun iki yanını tutan duvarlara kudurmuşçasına
çarpıp parçalanıyordu; tam o sırada, her kopan gümbür
tüde sürücümün daha da belirgin bir biçimde irkildiğini
ve beti benzinin attığını fark ettim. İskoçların hurafeleri
ve o göl canavarları geçti aklımdan; onların benzerleri
İspanya'nın bu yörelerinde de olmasındı; ağzını aramak
için Felipe'ye döndüm.
"Derdin ne senin?" diye sordum.
"Ah, korkuyorum," diye yanıtladı.
"Neden korkuyorsun?" dedim. "Burası, bu çok tehli
keli yolun en güvenli yeri gibi görünüyor."
Sıradan bir korkuymuşçasına, "Gürültü yapıyor," de
yince yüreğime su serpildi.
Bu delikanlı küçük bir çocuğun zekasına sahipti; zihni
bedeni gibi kıvrak ve işlek olmasına karşın pek gelişme
mişti; o andan başlayarak ona biraz da acıyarak bakmaya
başladım, ipe sapa gelmez laflarına önceleri aldırmıyor
dum, ama giderek onu dinlerken keyif alır bile olacaktım.
6
Ola/la
Öğleden sonra dört sularında dağların doruğunu aş
mış, batıdan vuran gün ışığını ardımızda bırakmış, bir sürü
koyağın kıyısından dolanarak, yarı karanlık ormanların
gölgeleri arasından geçerek öbür taraftan aşağıya inme
ye başlamıştık. Akıp giden suların sesi, ırmağın yatağında
olduğu gibi zorlu ve ürkütücü bir biçimde değil, ama bir
dereden öbürüne şen şakrak ve ahenkle saçılarak dört bir
yandan yükseliyordu. Burada sürücümün keyfi yerine gel
di ve müzikten anlamamasını hiç umursamaksızın, ezgi ya
da ahenge asla bağlı kalmaksızın, bozuk düzen, canının
istediği gibi, ama yine de kuşların ötüşü gibi kulağa doğal
ve hoş gelen tiz bir sesle şarkı söylemeye başladı. Akşam
karanlığı bastırırken, içten gelen bu şakımanın büyüsüne
gittikçe daha fazla kapıldığımı fark ettim, açık seçik bir
nağme yakalamak için ne kadar beklesem de düş kırıklı
ğına uğruyordum; en sonunda dayanamayıp söylediğinin
ne olduğunu sorduğumda, "Amaan, öylesine söylüyorum
işte!" diye bağırdı. En çok da, aynı notayı kısa aralıklar
la bıkıp usanmadan yinelemesine kaptırmıştım kendimi;
sanabileceğiniz kadar tekdüze ya
da en azından çekilmez
değildi; ağaçların dinelişini ya da bir gölcüğün dinginliğini
seyreylerken hayallere dalmaya nasıl bayılırız, işte öyle bir
gönül şenliği veriyordu insana sanki.
Yüksek bir düzlüğe varıp, kısa bir süre sonra bir konak
olduğunu kestirebildiğim koskoca bir karaltının karşısın
da durduğumuzda, gecenin karanlığı inmişti bile. Orada
arabadan aşağı atlayan kılavuzum uzun bir süre bağırıp
ıslık çaldıysa da karşılık gelmedi; en sonunda ortalığı ku
şatan karanlığın içinden bir yerden elinde bir mumla yaşlı
bir köylü bize doğru geldi. Mumun ışığında Mağrip tarzı
büyük bir kemerli girişi seçebildim; demir kakmalı kapı
ları kapalıydı, Felipe kapı kanatlarından birindeki yavru
kapıyı açtı. Köylü arabayı alıp bir müştemilata götürdü;
7
Robert Louis Stevenson
ama kılavuzum ve ben yavru kapıdan içeri girdik, kapı
ardımızdan kapandı; mumun titrek ışığında bir avludan
geçip taş merdivenlerden yukarı çıktık, konağı çevreleyen
balkonda bir süre ilerleyip birkaç basamak daha çıktıktan
sonra en sonunda büyük ve epeyce gösterişsiz bir bölme
nin kapısına vardık. Bana ayrıldığı anlaşılan bu odaya üç
pencere açılmıştı, içerisi cilalı ahşap panellerle kaplıydı,
yerlere bir sürü vahşi hayvan postu serilmişti. Ocakta par
lak bir ateş yanıyor, odaya titrek bir ışık saçılıyordu; ateşin
yanına akşam yemeği için hazırlanmış bir masa çekilmişti;
odanın öbür ucunda da bir yatak duruyordu. Bütün bu
hazırlıklar hoşuma gitmişti, Felipe'ye de söyledim; Felipe
de, övgülerimi onda daha önce de fark ettiğim yalınlık
la yineleyip durdu. "Güzel bir oda," dedi, "çok güzel bir
oda. Ateş de öyle; ateş iyidir; insanın kemiklerini ısıtır.
Hele yatak," diye sürdürdü sözünü mumu oraya doğru
götürerek, "bakın çarşaflar incecik, yumuşacık, ne kadar
pürüzsüz, pürüzsüz"; elini çarşafın üstünde gezdirdikten
sonra başını yatağa koyup beni nedense tedirgin eden
abartılı bir hoşnutlukla yanaklarını çarşafa sürttü. Mumu
elinden aldım (yatağı tutuşturabileceğinden korkmuştum),
yemek masasına gidip görmeye çalışarak bir çanağa biraz
şarap koydum ve gelip içmesini söyledim. Birden yerinden
fırlayıp büyük bir umutla bana doğru koştu; ama şarabı
görür görmez irkildiğini fark ettim.
"Yok, hayır," dedi, "onu içemem, o sizin için. Ondan
nefret ederim."
"Pekala, senyor," dedim, "öyleyse senin sağlığına, evi
nizin ve ailenizin dirliğine içiyorum." İçtikten sonra da,
"Yeri gelmişken," diye ekledim, "anneniz senyoraya say
gılarımı bizzat sunma zevkine erişecek miyim?"
Ama bu sözlerim üzerine yüzündeki o çocuksu bakış
siliniverdi ve yerini anlatılması olanaksız şeytani ve esra-
8
O/alla
rengiz bir bakış aldı. Aynı zamanda sanki üstüne atılmak
üzere olan bir hayvanmışım ya da eli silahlı tehlikeli biriy
mişim gibi geri geri gitti, kapıya vardığında da gözlerini
kısarak bana dik dik baktı. En sonunda, "Hayır," dedi ve
bir anda odadan sessizce çıktı gitti; ayak sesleri, yağmur
kadar hafif, merdivenlerde giderek kayboldu, bütün ev
sessizliğe büründü.
Akşam yemeğimi yedikten sonra masayı yatağın ya
kınına çekip yatmaya hazırlanıyordum ki, ışığın yeni ko
numunda gözüm duvardaki bir tabloya takıldı. Resimde
hala genç görünen bir kadın betimlenmişti. Sırtındaki giy
siye ve tuvalin yıpranmışlığına bakılırsa kadın öleli çok
olmuştu; ama kadının duruşunun, gözlerinin ve yüz hat
larının canlılığına bakılırsa, bir aynadaki hayat dolu bir
görüntüyü seyrediyordum sanki. Vücudu incecik, sırım
gibi ve mevzundu; kızıl bukleler alnının üzerini bir taç gibi
süslüyordu; gözlerimi kızıl kahverengi gözlerinden ayıra
mıyordum; kusursuz güzellikteki yüzü ise kıyıcı, karanlık
ve kösnül bir bakışla gölgeleniyordu. Hem yüzünde hem
de vücudunda bir şey, bir yankının yankısı gibi tarif edi
lemez bir şey, kılavuzumun yüz hatlarını ve bedenini çağ
rıştırıyordu; kendimi tabloya kaptırıp gitmiştim, benzerli
ğin tuhaflığı karşısında şaşkınlığa kapılarak bir süre öyle
kaldım. Aslında o anda tuvalden bana bakmakta olan
hanımefendiye yakıştırılmış soylu beden, kala kala, eve
bir pansiyoner getirmek gibi soysuz bir amaçla bir katır
arabasının tepesine oturup dizginlere sarılmış, taşra giysi
leri içindeki bir bedene miras kalmıştı. Belki de gerçek bir
bağ vardı; bu ölmüş hanımefendinin bir zamanlar atlas ve
sırmalı kumaşların sardığı yumuşak teni belki şimdilerde
Felipe'nin şayaktan giysilerinin kaba dokunuşuyla ürperi
yordu.
Robert Louis Stevenson
Sabahın ilk ışığı portreyi tümden aydınlattı; döşeğimde
uyumadan yatarken, gözlerim portrenin üzerinde gittik
çe artan bir rehavetle gezinmeyi sürdürüyordu; güzelliği
kuşkularımı bir bir bastırarak yüreğime usul usul sinsice
süzülüyordu; böyle bir kadına aşık olmakla başımı nara
yakacağımı bilsem de, hayatta olsa ona vurulacağımın far
kındaydım. Onun uğursuzluğu ve benim zayıflığım günden
güne gözümde daha da açıklık kazanıyordu. Gözlerinin
beni yeni yeni suçlara ayarttığı ve yaraşır biçimde ödüllen
dirdiği gündüz düşlerimin kahramanı olup çıkmıştı. Düş
lemlerime karanlık bir gölge düşürmüştü; temiz hava al
mak için dışarı çıktığımda, var gücümle egzersiz yaparken,
damarlarımdaki kanı sağlıklı bir biçimde tazelerken, beni
büyüleyen bu kadının artık mezarında yattığını, güzelliği
nin sihirli değneğinin kırıldığını, ağzının mühürlendiğini,
aşk iksirinin tükendiğini düşünmek sık sık yüreğime su
serpiyordu. Ama yine de, ölmemiş olabileceği, soyundan
inenlerden birinin bedeninde yeniden doğmuş olabileceği
aklımdan geçtikçe, yüreğimde belli belirsiz bir korku da
gezinmiyor değildi.
Felipe yemeklerimi odama getiriyordu; portreye ben
zerliği ise beni ürkütüyordu. Bazen o kadar benzemiyor
du, bazen de o benzerlik farklı bir davranışıyla ya da yü
zünde bir an belirip kaybolan bir ifadeyle bir hayalet gibi
karşıma dikiliyordu. Portreye benzerliği en çok hırçınlaştı
ğında ortaya çıkıyordu. Benden hoşlandığı açıktı; onunla
ilgilenmemden kıvanç duyuyor, bunun için de safça ve ço
cuksu yollara başvuruyordu; odamdaki ateşin karşısında
oturmaya bayılıyor, o kırık dökük söylemiyle konuşuyor
ya da o tuhaf, sonu gelmeyen, sözsüz şarkılarını söylüyor,
bazen de elini sevecen bir biçimde okşarcasına giysilerimin
üzerinde gezdiriyor, bu da bende her seferinde utanç verici
bir rahatsızlık uyandırıyordu. Ama bütün bunlara karşın,
10
Ola/la
hiçbir neden yokken öfke nöbetlerine kapılabiliyor, aksi
liği tutabiliyordu. Sitemli bir söz karşısında yemek yemek
üzere olduğum tabağı devirdiğini gördüm, hem de bunu
belli etmeden değil meydan okurcasına yaptı; ona sorular
sormaya kalktığımda da benzer şeyler yapıyordu. Tuhaf
bir yerde ve garip insanlar arasında olduğum için bazı şey
leri merak etmem doğal sayılırdı; ama en küçük bir soru
karşısında çekingenleşiveriyor, somurtuyor, dahası barut
fıçısına dönüyordu. Sonra da, bu kaba saba delikanlı bir
anda tablodaki hanımefendinin erkek kardeşiymiş gibi bir
havaya bürünebiliyordu. Ama bu ruh halleri çabucak ge
çiyor, aralarındaki benzerlik de onlarla birlikte yitip gidi
yordu.
O ilk günlerde, portredeki hanımefendiyi saymazsak,
Felipe'den başka biriyle karşılaşmadım; delikanlının dü
pedüz aklı kıtın teki olduğu ve ikide bir öfke nöbetlerine
tutulduğu düşünülürse, onun tehlikeli yakınlığını soğuk
kanlılıkla karşılamam şaşırtıcı görünebilir. Doğrusu bir
süre bezdirici olmadı da değil; ama çok geçmeden onun
üzerinde o kadar büyük bir hakimiyet kurdum ki, tedir
ginliğimden eser kalmadı.
Şöyle oluyordu. Aslında doğuştan tembel ve aylağın
teki olmakla birlikte yine de evi çekip çeviriyordu, üstelik
bana hizmet etmekle kalmıyor, aynı zamanda bahçede ya
da konağın güneyindeki küçük çiftlikte çalışıyordu. Geldi
ğim gece gördüğüm, çitle çevrili alanın öbür ucunda, bir
kilometre kadar uzaktaki derme çatma bir müştemilatta
oturan köylü de ona katılıyordu, ama işin çoğunu Feli
pe'nin yaptığının farkındaydım; gerçi arada sırada elinde
ki beli yere atarak bellediği bitkilerin arasına yatıp uyudu
ğunu görüyordum, ama kararlılığına ve gösterdiği çabaya
hayran kalmamak elde değildi; bunların yaradılışına ne
kadar ters düştüğünden ve gönülsüz bir çabanın ürünü ol-
1 1
Robert Louis Stevenson
duğundan kuşkum olmadığından hayranlığım bir kat daha
artıyordu. Ama hayranlık duymama karşın, bu kadar kıt
zekalı bir delikanlıda bu kadar sağlam bir görev bilincini
doğuranın ne olduğunu da merak etmiyor değildim. Kendi
kendime, bu görev bilincine nasıl katlanabiliyor, içgüdüle
rini ne ölçüde bastırabiliyor diye soruyordum. Onu buna
özendiren rahip olsa gerek diye düşünüyordum ki, rahip
bir gün konağa geldi. Eskiz çizmekte olduğum küçük bir
tepeden, rahibin geldiğini de, bir saate yakın bir süre sonra
gittiğini de gördüm, bütün bu süre boyunca Felipe bahçe
deki çalışmasını oralı olmadan sürdürdü.
Sonunda, yüreğimin iyiden iyiye daraldığı bir gün, de
likanlıyı o bitmez tükenmez uğraşından ayartayım dedim,
bahçe kapısının orada karşısına dikilip benimle bir gezin
tiye çıkmaya kolayca razı ettim. Pırıl pırıl bir gündü, onu
götürdüğüm orman yemyeşil ve çok hoştu, ortalık burcu
burcu kokuyor, börtü böceğin çığırışlarından geçilmiyor
du. Felipe orada bambaşka bir kişiliğe bürünüverdi, öyle
bir coşup aşka geldi ki yüzüm kızardı, hayat dolu, zarif
hareketlerinin seyrine doyamadım. Hoplayıp zıplıyor, se
vinç içinde çevremde dolanıyordu; durup bakıyor, etrafa
kulak veriyor, sanki dünyayı bir hayat iksiri gibi içine
çekiyordu; sonra bir sıçrayışta ağaçlardan birine tırma
nıyor, dallara asılıp gamsızca sallanıyordu. Hoş, benimle
pek az konuşuyor, konuştuğu zaman da incir çekirdeğini
doldurmayacak şeyler söylüyordu, ama bu kadar coşkulu
bir dostla ömrümde karşılaşmamıştım; onun aldığı hazzı
seyretmek bitimsiz bir şenlikti; hareketlerinin çevikliği ve
kusursuzluğu yüreğimi serinletiyordu; kader aldığım keyfe
çok acı bir biçimde son vermeseydi, bencillik edip bu şen
liğin tiryakisi olabilirdim. Delikanlı büyük bir çabukluk
ve ustalıkla bir ağacın tepesine tırmandığı gibi bir sincabı
yakalayıverdi. O sırada epeyce önümdeydi, ama yere atla-
12
Ola/la
yıp çömeldiğini gördüm, bir çocuk gibi büyük bir keyifle
çığlıklar atıyordu. Çığlıkları o kadar çocuksu ve masum
du ki karşı konulmaz bir sevecenlik uyandırdı bende; ama
adımlarımı açıp yaklaştığımda sincabın bağırtısı içime
işledi. Gençlerin, en çok da köylülerin zalimlik yaptığını
çok duymuş, çok görmüştüm; ama o anda gördüğüm beni
çileden çıkardı. Onu kenara itip zavallı hayvanı elinden
kaptım ve acısına son vermek için öldürdüm. Sonra o taş
yürekliye dönüp, sapsarı kesiledursun, öfkeden kudurmuş
çasına verip veriştirdim; en sonunda da, konağı göstererek
defolup gitmesini, beni yalnız bırakmasını, çünkü hain
lerle değil doğru dürüst adamlarla gezinmeyi yeğlediğimi
söyledim. Dizlerinin üstüne çöktü; her zamankinden daha
düzgün sözcüklerle konuşuyor, dudaklarının arasından en
dokunaklı yakarılar birbiri ardı sıra dökülüyor, kendisini
bağışlamam, yaptığını unutmam, bundan sonrasına bak
mam için yalvarıp yakarıyordu. "Ah, elimden geleni yapa
cağım," dedi. "Ah, commandante, bu seferlik hoş görün
Felipe'yi; bir daha zalimlik yapmayacak." Bunun üzerine,
göründüğümden çok daha fazla etkilenerek, ona inandım
ve sonunda el sıkışıp barıştık. Günahının kefareti olarak
sincabı ona gömdürdüm; zavallıcığın güzelliğinden söz
ettim, ona hayvancığın ne kadar acı çektiğini, gücü kötü
ye kullanmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlattım.
"Bak, Felipe," dedim, "gerçekten güçlüsün; ama benim
elimde ağaçlarda yaşayan o zavallıcık kadar çaresizsin.
Elini elime ver. Gördün mü, çekemiyorsun elini. Ya ben de
senin kadar hain, acı çektirmekten zevk alan biri olsaydım.
Acı çektiğini görmem için elini biraz daha sıkmam yeter."
Avazı çıktığı kadar bağırdı, benzi kül gibi oldu, yüzü bon
cuk boncuk terledi; elini serbest bıraktığımda kendini yere
attı, bir bebek gibi inleyerek elini ovuşturdu. Ama aklını
başına toplamış görünüyordu; belki bu yüzden, belki ona
13
Robert Louis Stevenson
söylediklerimden, belki de artık bedensel gücüm hakkında
daha iyi bir fikir edindiğinden, ilk başlarda gösterdiği ya
kınlığın yerini köpeksi, tapınırcasına bir sadakat almıştı.
Bu arada hızla iyileşiyordum. Konak, taşlık bir pla
toya tepeden bakıyordu; dört bir yandan dağlarla çevri
liydi; yalnızca bir çıkma kulenin bulunduğu çatıdan, iki
tepe arasından, uzaklarda maviye çalan ovanın küçük bir
parçası görülebiliyordu. O yüksekliklerde rüzgar oradan
oraya savrulup duruyordu; kocaman bulutlar oralarda
toplanıyor, rüzgarla dağılıp parçalanıyor, tepelerin doruk
larına oturuyordu; dört bir yandan sellerin boğuk, hafif
gümbürtüsü yükseliyordu; insan, doğanın tüm yabanıl ve
eskil özelliklerini günümüze kalan gücüyle biraz olsun iz
leyebiliyordu. Çarpıcı görünüm ve değişken hava daha en
baştan hoşuma gitmişti; kaldığım eski ve harap konak da.
İki karşıt köşesi burç gibi çıkmalarla korunan, kocaman,
uzunca bir yapıydı; çıkmalardan biri kapıya bakıyor, iki
sinde de ateş edilebilecek mazgal delikleri bulunuyordu.
Üstelik alt katta hiç pencere yoktu, o yüzden bina aske
ri karargah olarak kullanılsa top ateşine tutulmadan ele
geçirilemezdi. Orta yerinde nar ağaçları dikili açık bir
avlu bulunuyordu. Buradan bir kat geniş mermer mer
diven, binayı çepeçevre saran ve avluya bakan ince uzun
sütunlar üstünde duran üstü açık bir üst balkona uzanı
yordu. Oradan da, dolanıp duran çeşitli merdivenlerden
ayrı bölmelere ayrılmış olan evin üst katlarına çıkılıyor
du. Pencerelerin kepenkleri hem içeriden hem de dışarıdan
sımsıkı kapatılmış, üst bölümlerdeki taş işlerinden bazıları
dökülmüş, çatının bir yanı bu dağlarda sık sık rastlanan
fırtınalardan birinde çökmüştü; bütün ev, olanca gücüyle
vuran gün ışığının altında, kalın toz tabakasıyla soluklaş
mış bodur mantar meşesi korusunun tepesinde, efsanedeki
uyuyan saraya benziyordu. Özellikle avlu kestirmek için
14
Ola/la
biçilmiş kaftan görünüyordu. Dam saçaklarında güver
cinlerin boğuk ötüşleri dolanıyordu; rüzgarın içeri girmesi
engellenmişti, ama dışarıda esmeye görsün, dağdan gelen
toz toprak yağmur gibi yağıyor, kırmızı narçiçeklerinin
üstünü örtüyordu; panjurları kapatılmış pencereler ve bir
kaç mahzenin kapalı kapıları, üst balkonun boş kemerle
ri avluyu çevreliyordu; güneş gün boyunca dört bir yana
kırık dökük izdüşümler düşürüyor, sütunların gölgelerini
üst balkon zemininde gezdiriyordu. Ama yer düzeyinde,
insan yerleşiminin izlerini taşıyan sütunlu bir girinti vardı.
Gerçi ön tarafı avluya açılıyordu, ama bir odun ateşinin
hiç eksik olmadığı bir ocak göze çarpıyordu; karo döşeme
ise hayvan postlarıyla kaplıydı.
Ev sahibemi ilk kez orada gördüm. Hayvan postların
dan birini öne çekmiş, sütunlardan birine yaslanarak gü
neşe oturmuştu. İlkin sırtındaki giysi gözüme çarptı, albe
nili ve parlak renkliydi, toz toprak içindeki avluda hemen
kendini gösteriyor, tıpkı narçiçekleri gibi insanın gönlünü
hoş ediyordu. Yeniden bakınca, alımlılığına vuruldum.
Arkasına yaslanmış, gizliden gizliye ve yüzünde alıkça de
nebilecek kadar huzurlu ve kendinden hoşnut bir ifadeyle
beni izliyordu, ama yüzünün kusursuz güzelliğiyle, eda
sındaki sessiz soylulukla bir heykelin bile boy ölçüşemeye
ceğini düşündüm. Önünden geçerken şapkamı çıkararak
selam verdiğimde, hafif bir rüzgar çıkınca bir gölcüğün
suları hızlıca ve usulca nasıl kırışırsa yüzü kuşkuyla öyle
buruştu; gösterdiğim nezaket karşısında oralı olmadı. Her
zamanki yürüyüşümü yaparken biraz ürkmüş gibiydim,
put gibi duygusuz duruşu gözümün önünden gitmiyordu;
geri döndüğümde hala aynı durumda oturuyordu, ama
gün ışığını izleyerek bir sonraki sütuna geçmiş olması kar
şısında doğrusu biraz şaşırdım. Ne var ki, bu kez, belli be
lirsiz de olsa bana pek kibarca karşılık verdi ve daha önce
15
Robert Louis Stevenson
oğlunun dediklerini elimden geldiğince can kulağıyla din
lememe karşın anlayamadığım, tok ama çatallı ve peltek
bir sesle bir şeyler söyledi. Rasgele yanıt verdim, çünkü ne
dediğini tam olarak anlayamadığım gibi, birden gözlerinin
ayırdına varmam beni tedirgin etmişti. Gözleri olağanüstü
iriydi, iris tabakası Felipe'ninkiler gibi altın sarısıydı, ama
gözbebekleri o anda o kadar büyümüştü ki nerdeyse siyah
görünüyorlardı; yine de bana çarpıcı gelen, gözbebekleri
nin iriliğinden çok (belki de onun sonucu olarak) bakışla
rındaki garip anlamsızlıktı. Bu kadar alık salık bir bakış
ömrümde görmemiştim. Onunla konuşurken bile gözle
rimi indirdim, şaşkınlık ve utanç içinde yukarıya, odama
çıktım. Ama içeriye girip de portredeki yüzü görünce aynı
soydan gelmenin mucizesi yeniden aklıma düştü. Gerçi
ev sahibem portredekinden yaşlı ve tombuldu; gözlerinin
rengi farklıydı; üstelik yüzünde, portrede beni hem iten
hem de çeken o kem bakıştan eser olmadığı gibi iyi ya da
kötü bir ifade de yoktu - sözcüğün tam anlamıyla hiçliği
yansıtan bir boşluk. Ama pek o kadar kendiliğinden ve
doğal olmasa da, bütününde belirli bir özelliğe dayanmasa
da, yine de bir benzerlik vardı. Ressam bu kasvetli res
me imzasını attığında yalnızca gülümseyen ve ayartıcı bir
kadının imgesini yakalamakla kalmamış, sanki bir soyun
temel özelliğine de damga vurmuş diye düşündüm.
O günden sonra, ne zaman içeri giriyor ya da dışarı çı
kıyor olsam, hiç şaşmıyor, senyorayı bir sütuna yaslanmış
güneşlenirken ya da ateşin karşısında bir halıya uzanmış
buluyordum; pek ender olarak da, yer değiştirip taş mer
divenin en üst basamağını seçiyor, tam yolumun üstünde
aynı umursamazlıkla uzanmış oluyordu. Bütün o günler
boyunca, bakır rengi gür saçlarını durmadan fırçalaması
ya da sesinin o kalın kırık boğukluğu ve dilinin peltekli
ğiyle beni her zamanki gibi kayıtsızca selamlaması dışın-
16
O/alla
da, en küçük bir zahmete katlandığını görmedim. Sanırım,
miskin miskin oturmanın ötesinde haz aldığı başlıca iki
şey buydu. Ettiği sözlerden sanki nükteli, zekice sözlermiş
gibi her zaman övünç duyar gibiydi; o sözler, gerçekten
de, pek çok saygın kişinin konuşmaları gibi incir çekirde
ğini doldurmadığı ve çok dar konuların çevresinde dönüp
durduğu halde hiç de anlamsız ya da tutarsız değildi; üs
telik kendine özgü bir güzellikleri vardı, onun kendinden
hoşnutluğuyla soluk alıp veriyorlardı adeta. Bazen (tıpkı
oğlu gibi) çok hoşlandığı sıcaktan, bazen nar ağaçlarının
çiçeklerinden, bazen de avlunun havasını körükleyen be
yaz güvercinler ve uzun kanatlı kırlangıçlardan söz açardı.
Kuşlar onu heyecanlandırıyordu. Bazen hızlı kanat çırpış
larıyla dam saçaklarına sürtünerek geçerlerken ya da ona
değercesine telaşla geçip giderlerken şöyle bir kıpırdanır,
oturduğu yerden hafifçe doğrulur, doygunluğun uyuşuk
luğundan sıyrılır gibi olurdu. Ama günün öteki saatlerinde
uzanıp rahatına bakar, miskinliğin keyfini sürerdi. Haya
tından bu kadar hoşnut olması ilk başlarda sinirime doku
nuyordu, ama yavaş yavaş onu izlerken huzur bulduğumu
fark ettim, en sonunda bir de baktım gelip giderken günde
dört kez yanına oturup neden söz ettiğimi pek bilmeden
onunla dingin bir biçimde konuşmayı alışkanlık edinmi
şim. Sonunda onun vurdumduymaz, hayvansı varlığından
hoşlanır olmuştum; güzelliği ve alıklığı beni yatıştırıyor,
oyalıyordu. Sözlerinde bir çeşit aşkın sağduyu bulmaya
başlamıştım ve akıl sır ermez iyi huyluluğu bende hayran
lık ve kıskançlık uyandırıyordu. Ona duyduğum yakınlık
karşılıksız değildi; o da benim varlığımdan, derin düşünce
lere dalmış birinin bir derenin şırıltısından hoşlanabileceği
gibi, pek ayırdında olmadan hoşlanıyordu. Yanına vardı
ğımda yüzünün aydınlandığını doğrusu pek söyleyemem,
çünkü doygunluk tıpkı bir heykelin alık suratı gibi onun
1 7
Robert Louis Stevenson
yüzünden de hiç eksik olmuyordu; ama hoşnutluğunun
farkına görünüşten daha içten bir bağla varıyordum. Ve
bir gün, mermer merdivende onun yanında otururken,
birden elini uzatıp elimi pışpışladı. Bunu yaptıktan sonra,
daha ben bu okşayışın ne anlama geldiğini anlayamadan,
her zamanki haline geri döndü; dönüp yüzüne baktımsa
da bu davranışını dışa vuran bir duygu yakalayamadım.
Belli ki bunu hiç önemsemeden öylesine yapmıştı; bu denli
duyarlılık gösterip tedirgin olduğum için kendimi suçla
dım.
Annenin görünüşü ve (sözüm yerindeyse) aşinalığı oğ
lundan edinmiş olduğum izlenimi doğruluyordu. Belki de,
soylular ve seçkinler arasında sık rastlanan, yanlış oldu
ğunu bildiğim, uzun zamandır süren akraba evlilikleri so
nucunda soy zayıflamıştı. Gerçi kuşaktan kuşağa güzellik
ve güçlülük bakımından en küçük bir eksilme olmadan
geçen bedenlerinde hiçbir bozulma göze çarpmıyordu; tıp
kı portreden bana gülümseyen iki yüzyıl önceki yüz gibi
bugünkü yüzler de özene bezene yaratılmıştı. Ama zeka (o
ata yadigarı) körelmişti; soydan gelen akıl serveti tüken
mişti; güçlü ve kaba saba bir katırcı ya da dağlı bir kaçak
çının ahmak bir anneyle çiftleşmesinden çıka çıka ibretin
kudreti bir oğul çıkmıştı ortaya. Yine de, anneyi oğula
yeğlerdim. Bir hınçlanan bir yatışan, bir köpürüp bir mum
gibi olan, tavşan kadar ürkek Felipe'yi tehlikeli bir yaratık
olarak görebilirdim. Anneye karşı ise sevecenlikten başka
bir duygu beslemiyordum. Aslına bakılırsa, seyirciler gözü
kapalı taraf tutmaya yatkındırlar ya, ben de ikisi arasında
içten içe sürdüğünü hissettiğim düşmanlıkta taraf tutar ol
muştum. Evet, sanırım büyük ölçüde anneden yanaydım.
Bazen Felipe yaklaştığında anne göğüs geçiriyor, boş ba
kan gözbebekleri sanki dehşet ya da korku içinde küçü
lüyordu. Varla yok arası duyguları ortaya çıkıyor, hemen
18
Ola/la
belli oluyordu; bu gizli düşmanlık zihnimi kurcalıyor, ne
reden kaynaklandığını ve hatanın oğulda olup olmadığını
hep merak ediyordum.
Konağa geleli aşağı yukarı on gün olmuştu ki, birden,
toz bulutlarını taşıya·n sert, şiddetli bir rüzgar çıktı. Siv
risineklerden geçilmeyen ovalardan çıkıyor, karlı sıradağ
ları aşarak geliyordu. O rüzgarı yiyenlerin sinirleri aya
ğa kalkıyor, altüst oluyor, toz topraktan gözleri yanıyor,
bacakları gövdelerinin ağırlığı altında sızlıyor, birbirine
değen eller tiksinti veriyordu. Rüzgar, bir de, tepelerin ara
sındaki küçük koyaklardan iniyor, kulağı rahatsız eden ve
insanın içini karartan, büyük, yankılı bir uğultu ve ıslık
sesiyle evin çevresinde esip gürlüyordu; fırtınalar kopara
rak değil de bir çağlayanın aralıksız dökülüşü gibi esiyor,
eserken verdiği rahatsızlık dinmek bilmiyordu. Ama dağın
daha yukarılarında belli ki daha değişken bir güce erişiyor,
zaman zaman gazaba geliyordu; çünkü arada sırada çok
uzaklardan iç karartıcı bir inilti duyuluyordu; bazen de
yüksek düzlük ya da sekilerden birinden, bir patlamanın
dumanını andıran bir toz bulutu yükselip dağılıyordu.
Yatağımda uyanır uyanmaz havadaki gerginlik ve sı
kıntının farkına vardım ve bu baskı gün boyunca giderek
güçlendi. Karşı koymak boşunaydı; her günkü sabah yü
rüyüşüne çıkmamın da bir yararı olmadı; fırtınanın akla
zarar, dinmeyen öfkesi çok geçmeden gücümü kırmış, si
nirlerimi altüst etmişti; konağa döndüğümde kuru sıcak
tan yanıyordum, tepeden tırnağa toza toprağa bulanmış
tım. Avlu ıssızlığa bürünmüş gibiydi; arada sırada avluya
güneşin titrek ışığı vuruyor, zaman zaman da rüzgar nar
ağaçlarına çullanıp çiçekleri sağa sola saçıyor, panjurla
rı duvara çarpıyordu. Senyora, avludaki girintide, alı al
moru mor, gözleri parıl parıl, bir aşağı bir yukarı gidip
geliyordu; öfkeden deliye dönmüşçesine kendi kendine
19
Robert Louis Stevenson
konuştuğunu sandım. Ama onu her zamanki gibi selamla
dığımda, yalnızca kısa bir baş hareketiyle karşılık verdi ve
yürümeyi sürdürdü. Hava bu vurdumduymaz yaratığı bile
germişti; merdivenlerden çıkarken artık kendi tedirginli
ğimden o kadar utanmıyordum.
Rüzgar bütün gün sürdü; ben de odamda oturup kah
bir şeyler okumaya çalıştım, kah odanın içinde gidip gele
rek dışarıdaki hengameye kulak verdim. Gece oldu, ama
bir mumum bile yoktu. Biriyle yarenlik etmek için daya
nılmaz bir istek duyunca usulca avluya indim. Avlu ilk
karanlığın mavisine bürünmüştü artık; ama ateş avludaki
girintiyi kıpkızıl aydınlatıyordu. Üst üste yığılmış odunla
rın tepesinden yükselen alevler bacanın çekişiyle sağa sola
savruluyordu. Senyora, bu güçlü ve oradan oraya savru
lan parıltının ortasında, bir duvardan öbür duvara ilgisiz
el kol hareketleriyle gidip geliyor, ellerini kavuşturuyor,
kollarını öne uzatıyor, gökyüzünden medet umarcasına
başını arkaya atıyordu. Bu düzensiz hareketler güzelli
ği ve zarafetini daha açık seçik gözler önüne seriyordu;
ama gözünde hiç de hoşuma gitmeyen bir pırıltı vardı; bir
süre sesimi çıkarmadan ve elden geldiğince fark edilmeden
baktıktan sonra gerisingeri sıvıştım ve el yordamıyla iler
leyerek odama döndüm.
Felipe akşam yemeğimi ve mumları getirdiğinde, si
nirlerim ayağa kalkmış durumdaydı; delikanlı onu her
zaman gördüğüm durumda olsaydı, iç karartıcı yalnızlı
ğımı biraz olsun azaltsın diye (gerekirse zor da kullana
rak) alıkoyardım onu. Ama rüzgar Felipe'nin de içine iş
lemişti. Sabahtan akşama kadar hummaya tutulmuş gibi
dolanıp durmuş, gece bastırınca da benim ruh halimi de
etkileyen bir keyifsizlik ve gerginliğe sürüklenmişti. Ya
ralı yüzünü, ikide bir irkilip benzinin sarardığını, olduğu
yerde kalakaldığım görünce sinirlerim ayağa kalktı; bir
20
O/alla
tabağı düşürüp kırınca da dayanamadım, yerimden fır
layıverdim.
"Bugün hepimiz aklımızı kaçırdık sanırım," dedim zo
raki gülerek.
"Karayelden," diye yanıtladı kederli bir sesle. "İlle de
bir şey yapman gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılırsın,
ama ne yapacağını bilemezsin."
Birden ne kadar yerinde bir tanımlama yaptığını fark
ettim; ama Felipe'nin gerçekten de bazen bedenin duyum
larını dile getirme konusunda tuhaf bir yeteneği vardı.
"Annen de," dedim, "bu havadan çok etkilenmiş görünü
yor. Hasta olabileceğinden korkmuyor musun?"
Yüzüme şöyle bir baktıktan sonra, küstahça sayılabi
lecek bir edayla, "Hayır," dedi ve o saat elini alnına gö
türerek, aklını başından alan rüzgara ve gürültüye doğru
acıklı bir sesle haykırdı: "Kim iyi olabilir ki?" Ben de o
kadar allak bullak olmuştum ki, bu soruya katılmamak
elde değil diye geçirdim aklımdan.
Gün boyunca süren huzursuzluktan bitkin düşmüş
olarak erkenden yatağıma uzandımsa da, insanın yüreği
ne ağu salan rüzgarın dinmek bilmeyen, kötücül uğultusu
beni uyutmadı. Sinirlerim laçka olmuş bir halde, pestil gibi
yanım kaldım. Arada sırada uykuya dalıyor, karabasanlar
görüyor ve yeniden uyanıyordum; bu kısa süreli kendin
den geçişlerde zaman duygumu yitiriyordum. Ama yürek
parçalayıcı ve ürkünç çığlıklarla birden irkildiğimde gece
yarısını geçmiş olsa gerekti. Rüya gördüğümü sanarak
yatağımdan sıçradım; ama çığlıklar evin içinde hala sü
rüyordu, bu çığlıklarda acı var ama öfke de diye geçirdim
aklımdan, o kadar yabanıl ve dayanılmazdılar ki insanın
yüreği parçalanıyordu. Yanılıyor olamazdım; canlı bir
varlığa, bir deliye ya da vahşi bir hayvana gaddarca iş
kence ediliyordu. O anda Felipe ile sincap geldi aklıma
21
Robert Louis Stevenson
ve kapıya koştum, ama dışarıdan kilitlenmişti; ne kadar
zorladıysam açamadım, içeride mahpus kalmıştım. Çığ
lıklar hala sürüyordu. Arada sırada gitgide hafifleyerek
belirgin bir iniltiye dönüşüyorlar, o zaman bir insandan
çıktıklarından kuşkum kalmıyordu; çok geçmeden yeni
den göğü tutuyorlar, evin içinden canhıraş feryatlar yükse
liyordu. Kapının orada durup kulak verdim, en sonunda
çığlıklar kesildi. Üstünden uzun bir süre geçtikten sonra
bile, odanın içinde dolanıp dururken, çığlıkların rüzgarın
uğultusuna karıştığını duyar gibi oluyordum; en sonunda
usulca yatağıma uzandığımda perişan bir durumdaydım,
yüreğim yerinden oynamıştı.
Bir daha da gözüme uyku girmemesinin şaşılacak bir
yanı yoktu. Beni neden odaya kapatmışlardı? Neler olup
bitmişti? Bu akıl almaz ve akla ziyan çığlıklar kimden ge
liyordu? Bir insandan mı? Anlamak olanaksızdı. Bir hay
vandan mı? Bir hayvandan geliyor olması pek mümkün
görünmüyordu; bir aslan ya da kaplan dışında hangi hay
van konağın sağlam duvarlarını böyle titretebilirdi? Bu es
rarengiz olayı kafamda evirip çevirirken, evin kızını henüz
hiç görmediğim geldi aklıma. Kim bilir, belki de senyora
nın kızı, Felipe'nin kız kardeşi akıl hastasıydı. Belki de, bu
cahil ve yarım akıllı insanlar bu meczup akrabayı şiddet
kullanarak terbiye ediyorlardı. Böyle bir çözüm bulmuş
tum; ama çığlıkları ne zaman hatırlasam (ki her seferinde
tüylerim diken diken oluyordu) bu çözüm tümden yetersiz
kalıyordu; gaddarlık bile bir deliye bu çığlıkları attıramaz
dı. Ama bir şeyden emindim: Böyle bir şey aklımdan geçip
de olan biteni araştırmadığım, gerekirse müdahale etmedi
ğim bir evde yaşayamazdım.
Ertesi gün rüzgar kendiliğinden dinmişti, gece olup
bitenleri bana anımsatacak hiçbir şey kalmamıştı. Feli
pe pür neşe başucumda belirdi; avludan geçerken bak-
22
Ola/la
tım, senyora her zamanki miskinliğiyle güneşlenmekteydi;
kapıdan çıkınca doğanın yüzünde güller açtığını gör
düm, gökyüzü uçuk maviye bürünmüş, koca koca bulut
adalarıyla örtülmüştü, dağların yamaçlarına yer yer ışık
vurmuş, yer yer gölge düşmüştü. Kısa bir yürüyüş beni
kendime getirdi ve bu esrarengiz durumu açıklığa kavuş
turma konusundaki kararlılığımı pekiştirdi; bulunduğum
tepecikten Felipe'nin bahçedeki işinin başına döndüğünü
görünce de, aklımdan geçeni uygulamaya koymak üzere
hemen konağa döndüm. Senyora uykuya dalmış görü
nüyordu; bir süre kenara çekilip gözümü ona diktim, hiç
kımıldamadan yatıyordu; aklımdan geçen uygunsuz bile
olsa böyle bir muhafızdan korkmama gerek yoktu; dönüp
galeriye çıktım ve evi keşfe başladım.
Bütün sabah kapıları bir bir yokladım, geniş ve solgun
odalara girdim, bazılarının panjurları sımsıkı kapatılmış,
bazıları gün ışığına boğulmuştu, ama hepsi de boş ve ruh
karartıcıydı. Zaman'ın soluğuyla küflenmiş, tozla örtü
lerek düş kırıklığına boğulmuş, zengin bir evdi. Her yeri
örümcek ağları bağlamıştı; pervazların üstünde koca koca
tarantulalar dolaşıyordu; karınca sürüleri salonların döşe
melerini yol yapmışlardı; çürümüş etlerle beslenen ve çoğu
zaman ölümün habercisi olan iri ve iğrenç sinekler, çürük
ahşap mobilyalara yuva yapmış, odaların içinde vızılda
yarak uçuşuyorlardı. Orada burada, artakalmış birkaç is
kemle, bir kanepe, bir karyola ya da geniş bir oymalı kol
tuk, çıplak döşemelerde birer adacık gibi, geçip gitmiş bir
hayata tanıklık ediyordu; tekmil duvarlar ölmüşlerin port
releriyle kaplıydı. İşte o zaman, çürüyüp gitmekte olan bu
suretlere baktığımda, ne kadar yüce, ne kadar alımlı bir
soyun evinde dolaştığımı anlayabildim. Erkeklerin birço
ğunun göğsünde nişanlar vardı ve yüksek makamlarda
bulundukları anlaşılıyordu; kadınların ise hepsi pahalı ve
23
Robert Louis Stevenson
güzel giysiler içindeydi; tabloların çoğu ünlü ressamların
imzasını taşıyordu. Ama bu büyük evin şimdiki ıssızlığı ve
haraplığıyla bütünüyle çelişse bile o görkemli yaşamdan
geriye kalan izler aklımı pek o kadar da kurcalamıyordu.
Aklımı asıl kurcalayan, ailenin birbirini izleyen güzel yüz
leri ve endamlı bedenlerinde okuduğum yaşamöyküsüydü.
Bir soyun süregelişinin mucizesinin, yaratılış ve yeniden
yaratılışın, bedensel özelliklerin örülüp değişimi ve ku
şaktan kuşağa geçişinin daha önce hiç bu kadar ayırdına
varmamıştım. Bir çocuğun anasından doğması, büyüyüp
(nasıldır bilinmez) insan kılığına bürünmesi, kalıtım yo
luyla bir görünüş edinmesi, başını atalarından biri gibi çe
virmesi, elini bir başka atası gibi uzatması, yinelene yinele
ne bizim gözümüzde körelmiş mucizelerdir. Ama mucize,
konağın duvarlarında resmedilmiş bütün o kuşakların
bakışlarındaki olağandışı benzerlikte, ortak yüz çizgileri
ve ortak duruşlarında ortaya çıkmış, gözlerimin önüne
serilmişti. Tam o sırada karşıma çıkan çok eski bir ayna
nın önünde durdum ve kendi yüz çizgilerimi uzun uzun
izlerken, hem soyumdan gelen izleri hem de beni aileme
bağlayan bağları keşfettim.
Araştırmamı sürdürürken, sonunda, içinde yaşandı
ğına dair izler bulunan bir odanın kapısını açtım. Büyük
bir odaydı ve dağların en yabanıl göründüğü kuzeye ba
kıyordu. Hemen yakınına bir koltuk çekilmiş olan ocakta
ateşin korları için için yanıyor, dumanı tütüyordu. Gel gör
ki, odanın görünüşü burada katı bir münzevi hayat ya
şandığı izlenimi veriyordu; koltuğun yastığı yoktu, yerler
ve duvarlar çıplaktı, biraz ötede de oraya buraya dağılmış
kitaplar duruyordu, çalışmaya ya da keyfe dair en küçük
bir belirti yoktu. Böyle bir ailenin evindeki kitapların hali
doğrusu beni çok şaşırttı; ben de büyük bir telaş içinde
ve her an birinin gelebileceği korkusuyla, kitaplara bir bir
24
Ola/la
hızlıca göz gezdirmeye başladım. Her çeşit kitap vardı;
dinsel, tarihsel, bilimsel, ama çoğu çok eskiydi ve Latin
ceydi. Bazılarının durumundan sürekli okundukları anla
şılıyordu; bazıları ise şöyle bir bakılıp sanki öfkeyle ya da
hoşnutsuzlukla bir kenara atılmıştı. Boş odada dolaşırken,
sonunda, pencerenin yanındaki masada kurşunkalemle
yazılmış bazı kağıtlar ilişti gözüme. Karşı koyamadığım
bir merakla birini uzanıp aldım. Kağıtta İspanyol dilinde
kaba bir ölçüyle yazılmış, az çok şöyle çevirebileceğim di
zeler okunuyordu:
Haz acı ve utançla yaklaştı,
Zambaklardan bir taçla geldi hüzün.
Haz güzelim güneşi gösteriyordu;
Sevgili İsa, bilsen, ne hoş parlıyordu!
Hüzün, o bitkin eliyle,
Sevgili İsa, seni işaret ediyordu!
Birden utanç ve şaşkınlık çöktü üstüme; kağıdı yerine
bırakarak kendimi hemen odadan dışarı attım. Felipe de,
annesi de bu kitapları okumuş ya da bu kaba ama duygu
lu dizeleri yazmış olamazdı. Belli ki, bir saygısızlık etmiş,
evin kızının odasına dalmıştım. Tanrı bilir ya, düşüncesiz
liğimden ötürü kendi yüreğim en ağır cezayı verdi bana.
Çok tuhaf bir konumdaki bir genç kızın mahremiyetine
gizlice girmiş olduğum düşüncesi ve bunu her nasılsa öğ
renebileceğinden duyduğum korku, bir suç gibi yüreğime
çöktü. Ayrıca bir gece önceki kuşkularımdan ötürü kendi
mi suçluyordum; o korkunç çığlıkları hayalini kurduğum
bir yüze, insan kılığından çıkmış, kendini körü körüne bir
inancı uygulamaya vermiş ve o tuhaf akrabalarıyla birlikte
büyük bir ruh inzivasında yaşayan, artık bir azize olarak
gördüğüm birine yakıştırmış olmama şaşırıyordum; gale-
25
Robert Louis Stevenson
rinin parmaklığına yaslanıp, nar ağaçlarıyla ışıldayan av
luya ve tam o sırada gerinerek uyuşukluğun ayartıcılığıyla
dudaklarını usulca yalayan, şen şakrak giyinmiş, uykulu
kadına baktığımda, zihnimde hızla o sahneyi kuzeydeki
dağlara bakan, kızının yaşadığı o soğuk odayla kıyasla
dım.
Aynı gün öğleden sonra, her zamanki tepeciğimde
otururken, Padre'nin konağın ana kapısından girdiğini
gördüm. Kızın nasıl biri olduğunun ortaya çıkması haya
limden geçenleri yerle bir etmiş ve bir gece öncenin dehşe
tini nerdeyse silip atmıştı; ama bu muhterem insanı görür
görmez o gecenin anısı yeniden canlandı. Bunun üzerine,
bulunduğum tepecikten indim, ağaçların arasından dola
şarak yolun kenarına dikildim, adamın yolunu bekledim.
Padre görünür görünmez bir adım öne çıkıp kendimi ko
nakta kalan pansiyoner olarak tanıttım. Çok güçlü ve
içten bir ifade olan yüzünde, beni bir yabancı, bir kafir,
ama yine de o haklı dava uğruna yaralanmış biri olarak
gördüğü karışık duygular kolayca okunuyordu. Konakta
yaşayan aileyle ilgili olarak temkinli, ama yine de saygıyla
konuşuyordu. Evin kızını hala görmediğimi söylediğimde,
bana biraz da kuşkuyla bakarak böyle olması gerektiği
ni belirtti. Sonunda cesaretimi toplayıp gece beni tedirgin
eden çığlıklardan söz açtım. Sesini çıkarmadan dinledik
ten sonra, durup, beni kesinlikle başından savmak istedi
ğini belirtircesine başını hafifçe yana çevirdi.
Enfiye kutusunu uzatarak, "Tütün tozu alır mıydın?"
diye sordu; ben istemediğimi söyleyince de, "Ben yaşlı bir
adamım," diye ekledi, "sana burada bir konuk olduğunu
hatırlatmaya hakkım olsa gerek."
Bu serzeniş karşısında kızarmama karşın, "Demek,
muhterem peder," diye dosdoğru yanıtladım, "işleri olu
runa bırakmalı, burnumu sokmamalıyım, öyle mi?"
26
O/alla
"Evet," deyip biraz somurtuk bir selam vererek arka
sını döndü, beni orada bırakarak uzaklaştı. Ama iki şey
yapmıştı: Hem vicdanımı rahatlatmış hem de genç kızla il
gili duyarlılığımı uyandırmıştı. Büyük bir çaba harcayarak
gece olup biteni bir kez daha kafamdan attım ve bir kez
daha aziz şairem üstüne derin düşüncelere daldım. Ama
bir yandan da odama hapsedilişimi unutamıyordum; o
gece Felipe akşam yemeğimi getirdiğinde her iki konuda
da ona temkinli bir biçimde yüklendim.
"Kız kardeşini hiç görmüyorum," dedim öylesine.
"Ha, yok, iyi bir kızdır, iyidir," dedi ve aklı hemen baş
ka bir yere dümen kırdı.
Bir an durduktan sonra, "Kız kardeşin dinine düşkün
galiba?" diye sordum.
Ellerini coşkuyla kavuşturarak "Ah, o bir azizedir!"
diye haykırdı. "Beni ayakta tutan odur."
"Çok talihlisin," dedim, "çünkü ben de dahil çoğumuz
dibi boylamayı daha iyi beceriyoruz sanırım."
"Senyor," dedi Felipe ciddi bir sesle, "yerinizde olsam
öyle demezdim. Tanrı'yı gücendirmeyin. İnsanın dibi boy
lamasının sonu yok."
"Yahu, Felipe," dedim, "senin vaiz olduğundan, hem
de doğrusu iyi bir vaiz olduğundan haberim yoktu; ama
sanırım kız kardeşinin işi bu?"
Gözlerini belerterek başıyla onayladı.
"Öyleyse," diye devam ettim, "hayvanlara eziyet ede
rek günah işlediğin için mutlaka azarlamıştır seni."
"Tam on iki kere," diye bağırdı; bu garip yaratık sık
sık azarlandığını böyle dile getiriyordu. "Hem senin de
beni azarladığını söyledim ona, unutmadım," diye ekledi
böbürlenerek. "Doğrusu hoşuna da gitti."
"Peki, Felipe," dedim, "dün gece duyduğum çığlıklar
neydi öyle? Besbelli, acı çeken bir yaratığın çığlıklarıydı."
27
Robert Louis Stevenson
Felipe, ateşe bakarak "Rüzgar," diye yanıtladı.
Elini elime alınca okşayacağımı sandı, yüzü keyifle
aydınlanarak gülümsedi; az kalsın kararlılığı elden bıra
kıyordum. Ama zayıflığıma yenik düşmedim. "Rüzgar,"
diye yineledim; elini havaya kaldırarak, "ama bana öyle
geliyor ki, beni odaya kilitleyen bu eldi," dedim. Delikanlı
gözle görülür biçimde sarsıldıysa da tek bir söz söylemedi.
"Bak," dedim, "ben burada bir yabancı ve konuğum. Si
zin işinize karışmak, olup biteni yargılamak bana düşmez;
bu konularda kız kardeşinin öğütlerine kulak vereceksin,
en iyisini onun bileceğinden kuşkum yok. Bana gelince be
nim kimsenin mahpusu olmaya niyetim yok, o anahtarı
istiyorum." Yarım saat sonra kapım birden ardına kadar
açıldı, içeri atılan anahtar yerde çınladı.
Bir iki gün sonra öğleden az önce yürüyüşten dönmüş
tüm. Senyora, girintinin eşiğinde uzanmış, kestiriyordu;
güvercinler saçakların altında kar topakları gibi uyuklu
yorlardı; bütün ev öğlen sessizliğinin derin dalgınlığın
daydı; bir tek dağlardan gelen başıboş ve tatlı bir rüzgar
galerileri çepeçevre dolanıyor, nar ağaçlarının yapraklarını
hışırdatıyor, gölgelerde püfür püfür esiyordu. Bu dinginlik
beni her nasılsa rüzgara öykünmeye yöneltti, usulcacık av
ludan geçtim, mermer merdivenden yukarı çıktım. Adımı
mı tam en üst basamağa atarken bir kapı açıldı ve Olalla
ile yüz yüze geldim. Şaşkınlıktan donakalmışım; güzelliği
beni yüreğimden vurdu; galerinin koyu gölgesinde bir mü
cevher gibi ışıldıyordu; gözleri beni tutsak aldı ve iki elin
kavuşması gibi bizi sımsıkı birbirimize bağladı; birbirimi
ze bakakaldığımız, birbirimizi içimize çektiğimiz o anlar,
ruhların birleştiği kutsal anlardı. O derin esrimeden ken
dime gelip telaşlı bir selam vererek en üst basamağa adım
atana kadar ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yerinden
kımıldamadı, o iri, istekli gözleriyle beni izledi; geçip gi
derken yüzü sararıp solmuş gibi geldi.
28
Ola/la
Odama girince pencereyi açıp dışarıya baktım ve o çıp
lak dağların yüce göğün altında nasıl olup da böyle aşka
geldiğine akıl sır erdiremedim. Onu görmüştüm - Olalla!
Ve sarp kayalıklar yankılandı - Olalla! Ve suskun, uçsuz
bucaksız gökyüzü yankılandı - Olalla! Düşlerimin solgun
yüzlü azizesi ebediyen yok olmuştu; şimdi onun yerinde,
Tanrı'nın en güzel, en canlı renkleri, en coşkun yaşam
güçlerini esirgemediği, bir geyik kadar kıvrak, bir kamış
kadar ince ve narin kıldığı, o iri gözlerinde ruhun yalım
larını tutuşturduğu bu genç kızı görüyordum. Gençliğinin
büyüsü yabanıl bir hayvan gibi içime girmişti; ruhunun
gözlerinden yansıyan ve gözlerimi tutsak alan gücü yüreği
mi sarıp sarmalamış, dudaklarımda bir şarkı olup çıkmış
tı. Damarlarımda dolaşıyordu: Benimle bir olmuştu artık.
Bu coşkunun giderek azaldığını söyleyemem; sağlam
bir kaleye kapatır gibi ruhuma gömdüğüm o esrikliğin
orada soğuk ve kederli kaygılarla kuşatıldığını söylemek
daha doğru olur. Ona ilk görüşte, hem de delicesine vu
rulduğumdan en küçük bir kuşkum yoktu. Ama bundan
sonra ne olacaktı? Acılara boğulmuş bir evin çocuğu, sen
yoranın kızı, Felipe'nin kız kardeşiydi; güzelliğinde bile
taşıyordu bunu. Onda birinin hafifliği ve hızlılığı vardı, ok
kadar hızlı, çiy damlacığı kadar hafifti; öbürü gibi de, bu
dünyanın solgun yüzünde çiçeklerin ışıltısıyla parlıyordu.
Ama ne erkek kardeşi olacak o ebleh delikanlıyla kıyasla
yabilirdim onu, ne de annesi olacak ahmak bakışlarını ve
aptal aptal sırıtışını şimdi nefretle anımsadığım, o otur
duğu yerden kımıldamayan güzel vücutla. Hem onunla
evlenemeyecek olduktan sonra! Umarsızca korumasızdı;
bütün ilişkimiz olan o biricik ve uzun bakışmada gözleri
benim düşkünlüğümden aşağı kalmayan bir zayıflığı ele
vermişti; ama yüreğimin derinliklerinde onu kuzeye ba
kan o soğuk odadaki kitapların okuru, o hüzünlü dize-
29
Robert Louis Stevenson
lerin yazarı olarak biliyordum; bu da bir yaban adamının
bile elini kolunu bağlayacak bir bilgiydi. Kendimde kaçıp
gidecek cesareti bulamıyordum; ama sakınganlığı elden
bırakmayacağım diye söz verdim kendime.
Pencereden arkama döndüğümde gözüm portreye ta
kıldı. Gün doğumunun ardından sönen bir mum gibi ölüp
gitmişti; yağlıboya gözleriyle bana bakıyordu. Kimlere
benzediğini bildiğim için, yok olmakta olan bu soydan
gelenlerin direnci karşısında şaşırmadan edemiyordum;
ama benzerlik farklılığın içinde yitip gitmişti. Doğanın al
çakgönüllülüğünden çok ressamın ustalığının yaratısının
bana ne kadar erişilmez bir şey gibi geldiğini anımsamış,
bu düşünce karşısında şaşkınlığa uğramış ve Olalla'yı gö
rünce düğün bayram etmiştim. Daha önce de pek çok
güzel görmüştüm, ama aklım başımdan gitmemişti ve
yalnızca bana güzel gelen pek çok kadına kapılmıştım;
ama arzuladığım ve hayal bile edemediğim ne varsa hepsi
Olalla'da bütünleşmişti.
Ertesi gün onu görmeyince yüreğim sızladı, insanlar
sabahı nasıl iple çeker ben de onu görmeyi öyle iple çeker
oldum. Ama ertesi gün her zamanki saatte konağa dön
düğümde, Olalla yine galerideydi, bakışlarımız bir kez
daha karşılaşıp kucaklaştı. Konuşmalıydım, yanına gitme
liydim; ama aklımı başımdan almasına, beni bir mıkna
tıs gibi kendine çekmesine karşın, daha da buyurgan bir
şey beni alıkoydu; yalnızca başımı eğerek selam verdim ve
geçip gittim; o ise selamımı karşılıksız bırakıp beni soylu
gözleriyle izlemekle yetindi.
Artık suretini ezberlemiştim, yüzünün çizgilerini belle
ğime kazırken sanki içinden geçenleri okuyordum. Sırtın
daki giysi annesinin şuhluğu ve canlı renklere düşkünlü
ğünden izler taşıyordu. Kendi elleriyle diktiğinden kuşku
duymadığım elbisesi bedenini fettan bir zarafetle sımsıkı
30
O/alla
sarıyordu. Ayrıca, ülkesinde alışılageldiği gibi, elbisesinin
üst kısmının ortasında derin bir yarık vardı ve evin yok
sulluğuna karşın esmer göğsünden sarkan bir kurdelenin
ucunda bir altın sikke asılıydı. Bunlar, hiç gerekmese de,
yaşamdan ve kendi güzelliğinden duyduğu içten sevincin
kanıtlarıydı. Öte yandan, gözlerimin içine bakan gözleri
nin derinliklerindeki tutku ve hüznü, şiirsellik ve umut ışıl
tılarını, umarsızlığın karaltılarını ve bu dünyanın ötesine
uzanan düşünceleri okuyabiliyordum. Vücudu olağanüstü
güzellikteydi, o vücuttaki ruh çok daha değerliydi. Bu eş
siz çiçeği bu hoyrat dağlarda sessiz sedasız solup gitmeye
mi terk edeydim? Bana gözlerinin o anlamlı sessizliğinde
sunulan bu yüce armağanı hor mu göreydim? Karşımda
hapsedilmiş bir ruh duruyordu; o zindanı yerle bir etme
meli miydim? Ufak tefek bütün kaygılar kafamdan silinip
gidiyordu; benim kılacağıma ant içtiğim Herodes'in ço
cuğuydu o; o akşam, ihanetle utancın birbirine karıştığı
bir duyguyla, erkek kardeşini avcuma almaya koyuldum.
Belki ona daha olumlu bir gözle bakıyordum, belki de
kız kardeşini düşünmek bu kusurlu delikanlının daha iyi
niteliklerini çağrıştırıyordu; ama bana hiç bu kadar cana
yakın gelmemişti, Olalla'ya benzerliği de beni rahatsız et
mekle birlikte yumuşatmıştı da.
Üçüncü bir gün daha boşuna geçiyordu - ıssız saatler.
Vakit geçirmek için bütün bir öğleden sonra avluda ay
lak aylak dolaştım, (oyalanayım diye) senyorayla her za
mankinden daha fazla konuştum. Tanrı bilir ya, onu bu
kez büyük bir sevecenlik ve içtenlikle gözlemliyordum;
Felipe'ye olduğu kadar şimdi annesine de gittikçe artan
bir hoşgörüyle yaklaştığımın ayırdındaydım. Yine de şa
şırıyordum. Onunla konuşurken bile hiç sıkılmadan bir
uykuya dalar gibi oluyor, bir uyanıyordum; bu rahatlık
da beni şaşkına çeviriyordu. Dahası, duruşunu varla yok
31
Robert Louis Stevenson
arası değiştirerek kımıldanışların bedensel hazzıyla ken
dinden geçişini izlerken, bu dingin kösnüllüğün derinliği
karşısında hayretler içinde kalıyordum. Kendi bedeninde
yaşıyordu; bilinci, güven içinde varlığını sürdürdüğü or
ganlarına gömülmüş ve yayılmıştı. Son olarak da, gözle
rine alışamıyordum. Ne zaman ardına kadar açılmış, ama
insanların sorularına kapalı o kocaman, çok güzel ve an
lamsız gözyuvarlarını bana çevirse, bir anda genişleyip da
ralan gözbebeklerindeki canlı değişimleri gözleme fırsatı
buluyor, neye uğradığımı anlayamıyordum; düş kırıklığı,
kızgınlık ve tiksinmenin birbirine karıştığı, sinirimi bozan
o duyguya ne ad vereceğimi bilmiyorum. Pek çok konu
dan söz açmaya çalıştım, ama hepsi boşuna; en sonunda
sözü kızına getirdimse de bu konuda bile kayıtsız kalmayı
başardı; kızının sevimli olduğunu söyledi, belli ki (çocuk
larla ilgili) ağzından çıkabilecek en büyük övgüydü bu,
açıkçası daha övücü bir şey söylemekten acizdi; Olalla'nın
sessiz göründüğünü söylediğimde de karşımda esnemek
le yetindi ve insanın söyleyecek hiçbir şeyi yoksa konuş
masının da pek yararı olmadığı yanıtını verdi. Gözlerini
belerterek bana bakıp, "İnsanlar çok konuşuyorlar, çok
fazla konuşuyorlar," diye ekledi; sonra da, o ufacık, naze
nin ağzını açarak bir kez daha esnedi. Bu sefer ne demek
istediğini anladım ve onu dinginliğiyle baş başa bırakarak
odama çıktım, açık pencerenin önüne oturup öylece dağ
lara bakarak ışıltılı, derin düşlere daldım, hiç duymadığım
bir sesin tınısına kulak verdiğimi hayal ettim.
Beşinci sabah, kaderi hiçe sayacak gibi görünen bir
beklentinin ışıltısıyla uyandım. Kendimden emindim, gön
lüm ferah, keyfim yerindeydi, aşkımı bir an önce açığa
vurmakta, kalbimi açmakta kararlıydım. Artık suskun
luğun zincirlerini kırmalı, dili çözülmeli, hayvanların aşkı
gibi yalnızca bakışlarda kalmamalıydı; artık cesaretini
32
O/alla
toplamalı ve kusursuz insan ilişkisinin hazlarını tatmalıy
dı. Bir El Dorado
•
yolcusu gibi çılgınca umutlar içindey
dim; artık Olalla'nın ruhunun bilinmeyen ve olağanüstü
güzellikteki aleminde serüvene atılmaktan ürkmüyordum.
Gel gör ki, onunla gerçekten karşılaşır karşılaşmaz, o aynı
güçlü duygu tepeme çöktü ve birden aklımı başımdan aldı;
sanki bir çocukmuşum gibi dilim tutuldu; yine de, yük
sekten başı dönmekle birlikte uçuruma yaklaşan bir adam
gibi yaklaştım ona. Ben yaklaştıkça o hafifçe geri çekil
di; ama gözlerini gözlerimden kaçırmadığını görünce ona
doğru ilerlemeden edemedim. En sonunda, iyice yakınına
geldiğimde durdum. Ağzım dilim bağlanmıştı; biraz daha
yaklaşsam onu sessizce sarılıp kucaklayabilirdim; ne ki,
bütün mantığım, yüreğimde hala yenik düşmemiş ne var
sa ayağa kalktı, aklımdan geçen böyle bir kucaklaşmayı
engelledi. Böylece, bir an, göz kesildik; birbirimize al beni
diyen bakışlarla bakıyor, ama yine de direniyorduk; sonra
da, büyük bir irade gücüyle, ama aynı zamanda ani bir
düş kırıklığının acısının ayırdında olarak döndüm ve aynı
suskunlukla oradan uzaklaştım.
Hangi güç beni konuşmaktan alıkoymuştu. Ya Olal
la, peki o neden suskundu? Neden bana büyülenmişçesine
El Dorado ya da Eldorado (İspanyolcada "Altın Kaplı Adam") bu
günkü Bogota yakınlarında yaşamış bir Yerli kabilesinin efsanevi yö
neticisidir. Şölenlerde çıplak bedenini altın tozuyla kapladığına; şölen
bittikten sonra da tozu temizlemek için Guatavita Gölü'ne girdiğine
inanılırdı. Kabile halkı da göle mücevher ve altın atardı. On altıncı
yüzyılın ortalarına doğru Peru'dan gelen İspanyollarla Venezuela'dan
gelen Almanlar, "Altın Kaplı Adam"ı aramak için Bogota yaylaların
da toplandılarsa da aradıklarını bulamadılar. Bu arayış Orinoco ve
Amazon vadilerinin içlerine doğru sürdükçe, Manoa ve Omagua gibi
efsanevi kentlerle birlikte El Dorado masalsı bir altın ülke anlamını
kazandı. El Dorado adı, çabuk ve kolayca zengin olunabilecek yerle
ri belirtmekte kullanılır oldu. El Dorado öyküsü edebiyatta da sıkça
kullanılmıştır. Milton'ın
Yitik Cennet'i
ve Voltaire'in
Candide'i
buna
örnektir. (ç.n.)
33
Robert Louis Stevenson
bakarak, hiç sesini çıkarmadan çekilip gitmişti? Bu aşk
mıydı, yoksa mıknatısın demiri çekmesi gibi olağan ve ka
çınılmaz, yabanıl bir çekimden başka bir şey değil miydi?
Hiç konuşmamıştık, birbirimizi hiç tanımıyorduk; ama
yine de, bir devin sımsıkı yakalaması kadar güçlü bir etki
bizi sessizce birbirimize sürüklemişti. Kendi payıma sabır
sızlığa kapılıyorsam da Olalla'nın buna değer olduğundan
kuşkum yoktu; onun kitaplarını görmüş, şiirlerini okumuş
ve böylece bir bakıma sevdiceğimin ruhunu yüreğimde du
yumsamıştım. Ama onun açısından, beni nerdeyse korku
tuyordu. Beni bedensel olarak beğenmesi dışında benimle
ilgili hiçbir şey bilmiyordu; taş nasıl yere düşerse öyle ka
pılmıştı bana; yeryüzünü yöneten yasalar, karşı koymak
istese de onu kollarıma sürüklüyordu; böyle bir birlikte
liğin düşüncesi karşısında geri çekildim ve kendimi geri
tutmaya başladım. Böyle sevilmek istemiyordum. Sonra
da kızın kendisine karşı büyük bir merhamet duymaya
başladım. Bu kızın, her şeyden elini eteğini çekip kendi
ni kitaplara veren, Felipe'nin nur yüzlü eğitmeni olan bu
kızın, daha önce tek bir söz bile konuşmadığı bir adama
karşı gurur kırıcı bir zayıflığı açığa vurması onun için ne
kadar küçük düşürücü olsa gerek diye geçirdim aklımdan.
Acıma duygusuyla birlikte de bütün öteki kaygılar silin
di gitti; onu bulup yatıştırmaktan, içini rahatlatmaktan,
aşkının bende nasıl tümüyle yanıt bulduğunu ve yaptığı
seçimin her ne kadar körü körüne bir seçim de olsa hiç de
yakışıksız olmadığını söylemekten başka bir şey düşüne
mez oldum.
Ertesi gün hava harikuladeydi; dağların üstü engin bir
maviyle örtülüydü; güneş dört bir yanı aydınlatıyordu;
ağaçların arasında esen rüzgar ve dağlara inen sağanaklar
ortalığa tatlı ve büyüleyici bir musiki yayıyordu. Yine de
içimi derin bir hüzün kaplamıştı. Bir çocuk annesini göre-
34
O/alla
meyince nasıl ağlar, benim yüreğim de Olalla'yı göreme
diğim için kan ağlıyordu. Yaylayı kuzeyden kuşatan alçak
kayalıkların saçağındaki büyük bir taşın üstüne oturdum.
Oradan bir ırmağın ucu bucağı görünmeyen ağaçlıklı va
disine bakakaldım. O kadar içlenmiştim ki, bu ıssızlığı
seyre dalmak yüreğime dokundu; Olalla yoktu; o zaman,
bu yaman ortamda ve bu yalçın ve göz alıcı dağların ara
sında koca bir ömrü Olalla'yla birlikte geçirmenin hazzı
nı ve mutluluğunu düşündüğümde az kalsın ağlıyordum,
ama çok geçmeden kendimi Samson kadar güçlü kuvvetli
ve irikıyım gördüğüm coşkun bir sevinç kapladı içimi.
Sonra birden Olalla'nın yaklaştığını fark ettim. Bir
mantar ağacı korusunun içinden belirdi ve dosdoğru bana
doğru geldi; ayağa kalkıp bekledim. Bu yaratığın yürüyü
şündeki canlılık, ele avuca sığmazlık ve yumuşaklık göz
lerimi kamaştırdı; oysa sessizce ve ağır ağır yaklaşıyordu.
Gücü yavaşlığındaydı; ama gözle görülmeyen bir güçle
bana doğru koştuğunu, bana doğru uçtuğunu hissettim.
Yine de, yaklaşırken gözlerini yerden kaldırmadı; iyice ya
kınıma geldiğinde bana bir kez bile bakmadan konuştu.
Sesini daha duyar duymaz irkildim. Bu anı bekliyordum;
aşkımın son sınanışıydı bu. Ve işte, söyleyişi, annesiyle
kardeşi gibi peltek ve tutuk değil, akıcı ve açık seçikti;
sesi ise bildik kadın sesinden daha kalın olmakla birlikte
hem terütaze hem de kadınsıydı. Tok bir sesle konuşuyor
du; buklelerindeki kızılların kahverengilere karıştığı gibi
muhteşem kontralto nağmeler boğuk seslere karışıyordu.
Yalnızca doğrudan yüreğime seslenen bir ses değil, aynı
zamanda bana kendinden söz eden bir sesti. Yine de, söz
leri beni o saat yeniden umutsuzluğa düşürdü.
"Buradan gideceksin," dedi, "hem de bugün."
Bu sözleri karşısında dilim çözüldü; üstümden bir yük
kalkmış ya da büyü bozulmuştu sanki. Hangi sözcüklerle
35
Robert Louis Stevenson
yanıt verdiğimi bilmiyorum; ama sarp kayalıkta karşısına
dikilip aşkımı olanca tutkusuyla dile getirdim, onu düşün
meden edemediğimi, yalnızca rüyamda onun güzelliğini
görebilmek için uyuduğumu, onunla sonsuza dek birlikte
olabilmek için ülkemi de, dilimi de, dostlarımı da seve seve
yadsıyabileceğimi anlattım. Sonra da yüreğimdeki coş
kuyu bastırarak ses tonumu değiştirdim; içini rahatlatıp
yatıştırdım; onun ruhunda yakınlık duyduğum ve payla
şıp açığa çıkarmak için can attığım bir sofuluk ve yücelik
sezdiğimi söyledim. "Doğa," dedim ona, "insanların teh
like karşısında karşı geldikleri Tanrı'nın sesiydi ve evet,
biz Tanrı'nın değersiz kulları aşkın mucizesiyle bile olsa
birbirimize yakınlaştıysak, bu ruhlarımızdaki ilahi gücün
bir yansıması olsa gerek; biz birbirimiz için yaratılmış ol
malıyız." Sonra da, "Biz bu içgüdüye boyun eğmemek için
Tanrı'ya başkaldıran mecnunlar olmalıyız," diye haykır
dım.
Başını iki yana salladı. "Bugün gideceksin," diye yine
ledikten sonra elini kaldırıp, birden, sert bir sesle, "Yok,
bugün değil," diye bağırdı, "yarın! "
Ama bu yumuşama belirtisi karşısında anadan yeni
doğmuşa döndüm. Kollarımı uzatarak adını seslendim;
Olalla üstüme atılıp sımsıkı sarıldı. Çevremizdeki kayalar
yerinden oynadı, yer sarsıldı; yumruk yemişçesine afalla
dım, gözlerim görmez oldu, sersemledim. Ama çok geç
meden beni geriye itti, kollarımın arasından sıyrılarak bir
geyik gibi mantar ağaçlarının arasına dalıp hızla uzaklaştı.
Orada durup dağlara haykırdım, sonra dönüp şen
şakrak konağa doğru yürüdüm. Beni kovmuş, ama onun
adını seslendiğimde bana koşmuştu. Bunlar, genç kızların,
onun gibi kendi cinsinin en tuhaf örneklerinden birinin
bile dışında kalamadığı zaaflarından başka bir şey değil
di. Gitmek mi? Ben değil, Olalla - Ah, ben değil, Olalla,
36
O/alla
Olalla'm benim! Yakınlarda bir yerde bir kuş şakıyordu;
bu mevsimde kuşlara pek rastlanmazdı. Bu da yüreğimi
şenlendirdi. Ve bir kez daha, kasvetli ve durağan dağlar
dan ağaçlığın gölgesindeki en hafif yaprağa ve uçuşup
duran en küçük sineğe kadar doğanın tekmil çehresi kar
şımda kıpırdanmaya, hayat dolu bir görünüm almaya ve
müthiş bir coşkuya bürünmeye başladı. Güneş örse inen
çekiç kadar güçlü bir biçimde tepelere vuruyor, tepeler
sarsılıyordu; gün ışığının sıcaklığı altında yeryüzünden
baş döndürücü kokular saçılıyordu; orman ışıl ışıl yanı
yordu. Yeryüzünün acı ve hazla titrediğini duyumsadım.
Yüreğimde çağlayan sevgide dizginsiz bir şey, kaba, yeğin
ve yabanıl bir şey sanki doğanın gizlerini açıyordu önüm
de; ayaklarımın altında çakıldayan taşlar ise capcanlı ve
dosttular sanki. Olalla! Dokunuşu beni canlandırmış, di
riltmiş, sarp yeryüzüyle yeniden uyum kurmamı sağlamış,
insanların kibar meclislerde unutup gittikleri o ruh taşkın
lığına erdirmişti beni. Aşk bir öfke gibi yanıyordu içimde;
sevecenlik yangına dönmüştü; ondan nefret ediyor, ona
tapınıyor, ona acıyor, cezbeye tutulmuşçasına tapıyordum
ona. Sanki beni bir yandan ölü şeylere bağlıyordu, bir yan
dan da saf ve merhametli Tanrı'mıza bağlıyordu: Zalim
ve ilahi ve yeryüzünün hem masumiyetine hem de azgın
güçlerine yakın düşen bir şey.
Bütün bu kafamdan geçenlerle sersemlemiş olarak ko
nağın avlusuna girdiğimde, annenin görünüşü aklımı başı
ma getirdi. Oracıkta tepeden tırnağa uyuşukluğa ve hazza
gömülmüş olarak oturuyor, güçlü gün ışığı altında gözleri
ni kırpıştırıyordu; uysal bir hoşnutluğun sarıp sarmaladığı
bu kendinden geçmiş yaratık karşısında bütün heyecanım
utanmışçasına söndü. Bir an durdum ve ne kadar etkilen
diğimi belli eden bir sesle iki çift laf ettim. Akıl sır ermez
sevecenliğiyle bana baktı; yanıt verirken sesi hala içinde
37
Robert Louis Stevenson
uyukladığı o huzur aleminden gelir gibiydi ve o anda ma
sumiyetle mutluluğu kendine aynı oranda yakıştıran bu
insana karşı yüreğim ilk kez saygıyla doldu; kendime şa
şırmamın verdiği tedirginlikle geçip gittim.
Masamın üstünde, kuzeye bakan odada görmüş oldu
ğumun aynısından, sarı bir kağıt duruyordu; aynı elyazı
sıyla, Olalla'nın elyazısıyla kurşunkalemle bir şeyler ya
zılmıştı; birden telaşa kapılarak alıp okudum: "Olalla'ya
biraz olsun acıyorsanız, fena halde örselenmiş bir yaratığa
azıcık iyilik etmek istiyorsanız, bugün gidin buradan; çar
mıhta can veren İsa efendimize merhametiniz ve saygınız
varsa, O'nun yüzü suyu hürmetine, yalvarırım gidin."
Kağıda aptal aptal bakakalmıştım k� hayat karşısında
bıkkınlığa ve yılgıya kapılmaya başladığımı fark ettim; dı
şarıda, gün ışığı çıplak dağların üstünde kararırken, kor
kuya kapılan biri gibi tir tir titremeye başladım. Böylece
hayatımda birden doğan boşluk, bedensel bir eksiklik gibi
cesaretimi kırdı. Elimden giden kalbim değildi, mutlulu
ğum değildi, hayatın ta kendisiydi. Onu kaybedemezdim.
Böyle dedim ve oracıkta durmadan tekrarladım. Sonra da,
sanki rüya gören biri gibi, pencereye yaklaştım, pencere
nin kanadını açmak için elimi uzattım ve cama bir yum
ruk attım. Bileğimden kan fışkırır fışkırmaz durulup ken
dimi toparlayarak başparmağımı o küçük kan çeşmesine
bastırdım ve ne yapmam gerektiğini düşündüm. Bomboş
odada işime yarayacak hiçbir şey yoktu. Üstelik yardıma
ihtiyacım olduğunun farkındaydım. Bir umut, Olalla'nın
bana yardım edebileceğini düşündüm ve başparmağımı
yaranın üstünden kaldırmadan geri dönüp merdivenler
den aşağı indim.
Olalla da, Felipe de ortalıkta görünmüyorlardı; ben de,
sıcağa bayılan senyoranın artık iyice içeriye çekildiği, ate
şin önünde uyukladığı girintiye yöneldim.
38
Ola/la
"Rahatsız ediyorsam özür dilerim," dedim, "ama yar
dımınızı istemek zorundayım. "
Başını kaldırıp uykulu gözlerle bana baktıktan sonra
ne olduğunu sordu; sorarken derin bir soluk aldığını ve
burun deliklerinin genişlediğini fark ettim, birden enikonu
canlanmıştı sanki.
"Elimi kestim," dedim, "hem de çok kötü. Bakın !"
Kan damlayan ellerimi uzattım.
İri gözleri fal taşı gibi açıldı, gözbebekleri ufalıp birer
nokta oldu; sanki yüzünden bir peçe düştü ve yüzü apaçık
ortaya çıktı, ama yine de bir gizem vardı. Tedirginliğine
biraz şaşırarak kalakalmıştım ki, hızla üstüme geldi, bana
doğru eğilip elimi yakaladı; neye uğradığımı anlamadan
elimi kaptığı gibi dişlerini kemiğe kadar geçirdi. Isırığın
apansız acısı, aniden fışkıran kan ve olup bitenin korkunç
dehşeti hep birden hızla beynime üşüştü ve itip geri püs
kürttüm onu; ama o fırtınalı gecede beni uyandırmış olan
çığlıkları andıran vahşi çığlıklar atarak ha bire üstüme at
lıyordu. Kadına sanki deli kuvveti gelmişti, benim gücüm
ise kan kaybından hızla azalıyordu; saldırının garipliği
karşısında o kadar afallamıştım ki ne yapacağımı bilemez
durumdaydım, beni tuttuğu gibi duvara yaslamıştı, neyse
ki tam o sırada Olalla aramıza girdi, hemen ardından yeti
şen Felipe de annesini yakalayıp yere yatırdı.
Büyülenmişçesine bir düşkünlük çökmüştü üstüme; gö
rüyor, işitiyor, hissediyor, ama kımıldayamıyordum. Yerde
alt alta üst üste boğuştuklarını, bana erişmeye çalışan sen
yoranın yeri göğü inleten vahşi çığlıklarını duyuyordum.
Saçları yüzüme düşen Olalla'nın beni kucakladığını, erkek
kadar güçlü kollarıyla beni kaldırıp sürükleye taşıya mer
divenlerden çıkararak odama götürüp yatağa bıraktığını
fark ettim. Sonra bir telaş koşup kapıyı kilitlediğini, bir
an durup konağı sarsan vahşi çığlıklara kulak verdiğini
39
Robert Louis Stevenson
gördüm. Sonra da, oktan hızlı, tüyden hafif, yanımda bit
ti, elimi sarıp göğsüne koydu; güvercin gibi dem çekerek
inliyor, yakınıp sızlanıyordu. Dudaklarından dökülen söz
cükler değildi, sözden daha güzel seslerdi, öyle dokunak
lı, öyle sevecen; gel gör ki, döşeğimde yatarken, yüreğimi
delen bir düşünce, beni kılıç gibi yaralayan, çiçeği yiyip
bitiren bir solucan gibi bir düşünce aşkımın kutsallığına
leke düşürdü. Evet, bunlar çok güzel seslerdi, insan seve
cenliğinin esinlediği seslerdi de, güzelliği insanca mıydı?
Bütün gün yatağımdan çıkmadım. O ne idüğü belirsiz
kadın müsveddesinin ebleh yavrusuyla boğuşurken attığı
çığlıklar konağın içinde uzun bir süre yankılandı durdu,
yüreğime umarsız bir hüzün ve nefret saldı. Bunlar aşkı
mın ölüm çığlığıydı; aşkım öldürülmüştü; yalnızca ölmüş
de değildi artık, beni yerle bir etmişti; ama yine de, ne
düşünürsem düşüneyim, ne hissedersem hissedeyim, yü
reğimde hala dayanılmaz bir kasırga gibi büyüyor, onun
bakışları ve dokunuşları karşısında yüreğim eriyordu. Bir
den beliren bu dehşet verici durum, Olalla'nın içine düşen
kuşku, yalnızca ailesinin tüm davranışlarına yansımakla
kalmayan, aynı zamanda aşkımızın temellerinde ve öykü
sünde de yer bulan bu yabanıl ve hayvansı gerilim, beni
ürkütüp dehşete düşürmekle, verem etmekle birlikte, he
nüz karasevdamın düğümünü çözecek güçte değildi.
Çığlıklar son bulduğunda kapıdan bir tıkırtı gelince dı
şarıdakinin Felipe olduğunu anladım; Olalla gidip konuş
tu onunla - ne konuştu bilmiyorum. Bunun dışında yanı
başımdan ayrılmadı, yatağımın yanında diz çöküp tut
kuyla dua ediyor, sonra gözlerini gözlerimden ayırmadan
oturuyordu. Böylece, altı saat boyunca güzelliğini içime
çektim ve öyküsünü sessizce yüzünden okumaya çalıştım.
Fısıltılarında kutsal aşkın uçuştuğunu gördüm; gözlerinin
bir koyulup bir parladığını, ama yine de akıl sır ermez bir
40
O/alla
iyiliğin dilinden konuştuğunu gördüm; o kusursuz yüzü ve
sabahlığın aralığından o kusursuz vücudun hatlarını gör
düm. En sonunda akşam olduğunda Olalla'nın gövdesi
odanın gittikçe büyüyen karanlığında yavaş yavaş gözden
silinirken bile yumuşacık eli elimin içinde usul usul gezi
niyor ve benimle konuşuyordu. İnsanın böyle amansız bir
düşkünlük içinde yatarken sevdiğinin güzelliklerinin sey
rinden haz alması, düş kırıklığının tüm sarsıntılarına son
verir, aşkı geri getirir. Kendimi inandırmaya çalışıyordum;
tüm korkuları görmezden gelerek en kötüsünü kabullen
mek için bir kez daha cesaretimi topladım. O buyurgan
duygu varlığını sürdürse, gözlerimden ayrılmayan gözleri
beni çağırsa, düşkün bedenim daha önce olduğu gibi şimdi
de onun için yanıp tutuşsa ve ona yönelse ne çıkardı? Ge
cenin geçinde yeniden güçlenir gibi oldum ve konuşnım:
"Olalla," dedim, "hiçbir şeyin önemi yok; hiçbir şey
istemiyorum, mutluyum, seni seviyorum."
Diz çöküp bir süre dua etti, ben de yürekten bir say
gıyla kulak verdim dualarına. Ay ışığı üç pencerenin de
bir yanından içeri vurmaya başlamış, odanın içinde puslu
bir aydınlık oluşturmuştu; bu puslu aydınlıkta Olalla'yı
belli belirsiz de olsa görebiliyordum. Ayağa kalkınca haç
çıkardı.
"Ben konuşacağım, sen dinleyeceksin," dedi. "Ben bi
liyorum; oysa sen ancak tahmin yürütebilirsin. Buradan
gitmen için o kadar dua ettim ki. Gitmen için yalvardım
sana, benim için bunu bile yapacağını biliyorum; yoksa
yapmaz mısın, bir düşüneyim bakalım!"
"Seni seviyorum," dedim.
"Hem sen görmüş geçirmiş bir insansın," dedi; bir an
durduktan sonra da, "Sen akıllı bir adamsın, bense daha
çocuk sayılırım," diye devam etti. "Ben ki dünyadan biha
ber bir cahilim, sana ders verir gibi konuşuyorsam bağışla
41
Robert Louis Stevenson
beni; ama çok bilenler bilginin kaymağını yerler; yasaları
kavrarlar, düşüncenin yüceliğine akıl erdirirler - hayatın
gerçeklerinin dehşeti yavaş yavaş belleklerinden silinir gi
der. Biz kötülüklere aşina olanlar ise galiba unutmuyoruz.
İyisi mi git artık, git, ama beni aklından çıkarma. Aklından
çıkarma ki, bu bedende yaşadığım gibi, kendi hayatımı ya
şadığım gibi, sevgiyle anılarak yaşayayım belleğinde."
"Seni seviyorum," dedim bir kez daha; güçsüz elimi
uzatarak elini tuttum, dudaklarıma götürüp öptüm. Karşı
koymadı, ama biraz çekinir gibiydi; kaşlarını çatarak ba
karken sevecenlikten yoksun olmadığını, yalnızca üzgün
ve şaşkın olduğunu görebiliyordum. Sonra birden kara
rını vermiş gibi, elimi kendine çekerken hafifçe öne eğil
di, elimi küt küt atan kalbinin üstüne koydu. "İşte," diye
bağırdı, "hayatımın nabız atışlarını duyuyorsun. Kalbim
yalnız senin için atıyor; kalbim senin. Ama kalbim benim
mi ki? Benim, ama sana sunmak için benim, boynumdaki
kolyeyi çıkarıp ya da bir ağacın taze bir dalını kırıp sana
veriyormuşum gibi. Ama yine de benim değil! Eli kolu
bağlı bir mahpus olarak uzaklarda bir yerde yaşıyorum
ya da yaşadığımı sanıyorum (eğer gerçekten varsam), hiç
tanımadığım bir güruhun eline düşmüşüm, kulaklarım
duymaz olmuş. Bu beden, hayvanların sağrılarına vurulan
mahmuzlar gibi, bir dokunuşta efendisi biliyor seni; evet,
seni seviyor! Ya ruhum, ruhum da seviyor mu? Sanmıyo
rum; sormaya korktuğum için bilmiyorum. Oysa sen be
nimle konuşurken sözlerin ruhundan geliyordu; ruhunla
istiyorsun beni - beni arzulayan yalnızca ruhun."
"Olalla," dedim, "ruhla beden birdir, özellikle de aşk
ta. Bedenin seçtiğini ruh sever; bedenin sımsıkı sarıldığına
ruh bağlanır; beden bedene, ruh ruha, Tanrı'nın işaretiyle
bir araya gelirler; aşağı taraf da (ona aşağı denebilirse ta
bii) en yücenin payandası ve dayanağıdır yalnızca."
42
O/alla
"Atalarımın evindeki portreleri gördün mü?" dedi.
"Anneme ya da Felipe'ye hiç baktın mı? Başucunda asılı
duran o resme hiç göz gezdirmedin mi? O resimdeki ka
dın asırlar önce ölmüş, sağlığında ise kötülükler yapmış.
Ama yeniden bir bak; şu elimin çizgilerine, gözlerime,
saçlarıma bir bak. Hangisi benim, neyim ben? Ya şimdi
sevdiğim insanla konuşurken bile şu zavallı bedenimin
(senin aşık olduğun ve uğruna olanca sevecenliğiyle beni
sevdiğini hayal ettiğin bedenimin) tek bir kıvrımı, elimi,
kolumu oynatışım, sesimin tonu, tek bir bakışım bile baş
kalarına aitse? Yüzyıllar önce ölmüş olan başkaları biri
lerini benim gözlerimle baştan çıkarmış; başka insanlar
şimdi senin kulaklarında yankılanan aynı sesin yalvarışını
duymuş. Ölmüşlerin elleri döşümde; beni hareket ettiren,
sürükleyen, bana yol gösteren onlar; onların oynattığı bir
kuklayım ben; çok uzun bir zamandır mezarın suskunlu
ğuna gömülü kötülüklerden artakalmış yüzler ve özellikler
bende yeniden cisme bürünüyor. Sevdiğin ben miyim dos
tum, yoksa beni ben yapan o soy mu? Kendini zerre ka
dar tanımayan ve kendi adına tek bir söz söyleyemeyen bu
kız mı, yoksa gelgeç bir burgacı olduğu ırmak, ömürsüz
meyvesi olduğu ağaç mı? Soy varlığını sürdürüyor, yaşlı
ama kanlı canlı, sonsuz yazgısını bağrında taşıyor; denizde
birbirini izleyen dalgalar gibi, kişiden kişiye geçiyor; kendi
kendimizin efendisi olduğumuzu sanıyoruz, oysa bir hiçiz.
Ruhtan söz ediyoruz, ama ruh soyda."
"Doğa yasasına öfke duyuyorsun," dedim. "İnandı
rırken dost, hükmederken buyurgan olan Tanrı'nın sesine
isyan ediyorsun. Kulak ver, ikimizin arasında nasıl konuş
tuğuna kulak ver! Elin elimi sımsıkı tutuyor, sana dokun
duğumda yüreğin hop ediyor, bizi birleştiren bilinmez güç
ler uyanıyor ve bir bakışla dörtnala kalkıyor; yerin balçığı
bağımsız yaşamını anımsıyor ve bize katılmaya can atıyor;
43
Robert Louis Stevenson
gökyüzünde dönüp dolaşan yıldızlar ya da alçalıp yükse
len gelgitler gibi, bizden daha eski ve bizden daha büyük
şeyler bizi birbirimize çekti."
"Heyhat!" dedi. "Ne diyebilirim ki sana? Bundan sekiz
yüz yıl önce bütün buraları atalarım yönetiyorlardı; akıllı,
yüce, kurnaz ve gaddardılar; seçkin bir İspanyol soyundan
geliyorlardı; savaşlarda sancakları açılırdı; kral onları hı
sım akraba sayardı; insanlar, kendilerine darağaçları kurul
duğunda ya da savaştan dönüp de kulübelerinin yanıp kül
olduğunu gördüklerinde onlara lanet yağdırırlardı. Çok
geçmeden bir değişim başladı. İnsan yükselip gelişmiştir;
ama eğer hayvandan gelip yükseldiyse, yeniden aynı düze
ye inebilir. Atalarımın insanlığı üzerinde de yorgunluğun
soluğu esti ve bağlar gevşedi; düşüş başladı; zihinleri uy
kuya yattı, tutkuları birden birbiri ardına uyandı, dağların
arasındaki geçitlerden esen rüzgar gibi sert ve kendinden
geçercesine; güzellik hala kuşaktan kuşağa geçiyordu, ama
insana yol gösteren zekadan da, yürekteki insancıllıktan
da artık eser kalmamıştı; döl sürüyor, ete sarıp sarmalanı
yor, et de kemiği kaplıyordu, ama hayvanların eti ve ke
miğiydi bunlar ve kuş kadar beyinleri kalmamıştı. Şimdi
sana gözümü karartarak anlatırken abartıyorum belki;
ama bahtsız soyum için her şeyin nasıl kötüye gitmiş oldu
ğunu sen kendi gözlerinle gördün. Ben, sanki bu umarsız
çöküşe bir tepeciğin üstünden bakıyorum ve hem öncesi
ve ardını, hem de neler yitirdiğimizi ve kaçınılmaz olarak
daha da büyük çöküşe doğru gittiğimizi görüyorum. Ben
de -ölüler evinde perperişan yaşayan ben, bu evde yaşa
nanlardan nefret eden bedenim- bu büyüyü tekrarlayacak
mıyım? Şu anda içinde çile çektiğim, fırtınaların harabeye
çevirdiği bu efsunlu eve benim gönülsüz ruhumu da rnı ka
tacağım? Bu lanetli insanlık teknesini devralıp ona yeni bir
zehir akıtır gibi yeni bir hayat mı yükleyeceğim ve onu bir
44
O/alla
ateş gibi gelecek kuşakların yüzüne mi savuracağım? Ama
ant içtim; bu soy yeryüzünden silinecek. Tam şu anda kar
deşim hazırlıkları yapıyor; birazdan merdivenden çıkıp ge
lecek; sen de onunla gidecek, sonsuza dek gözümün önün
den silineceksin. Bazen hayat dersinin acımasızca verildiği,
ama o dersi cesaretle dinlemiş biri olarak; seni gerçekten
sevmiş, ama kendinden ölesiye, aşkından bile nefret ede
cek kadar nefret eden biri olarak; seni kendinden uzaklaş
tıran, ama senden sonsuza kadar ayrılmamanın özlemini
çeken biri olarak; seni unutmaktan daha değerli bir umu
du, unutulmaktan daha büyük bir korkusu olmayan biri
olarak düşün beni."
Konuşurken kapıya doğru gerilediği için gür sesi daha
yumuşak ve uzaktan geliyordu; son sözünü söylerken
gözden kayboldu, ayaydınlık odada döşeğimde bir başı
na kalakalmıştım. Bitkinlikten serilip kalmış olmasam ne
yapardım, bilmiyorum; ama büyük ve karşı konulmaz bir
umutsuzluk çökmüştü üstüme. Çok geçmeden kapıda bir
fenerin titrek kırmızı ışığı göründü, Felipe içeri girip tek
bir söz söylemeden beni sırtına aldı, merdivenlerden indi
rerek arabanın beklediği büyük bahçe kapısına götürdü.
Tepeler ay ışığında mukavvadan yapılmış gibi keskin hat
larıyla uzanıyordu; konağın kocaman kara gövdesi, yayla
nın parıldayan yüzeyinde ve rüzgarda hep birlikte sallanan
ve ışıldayan alçak ağaçların arasından olanca hantallığıyla
görünüyor, o koca kara kütleyi yalnızca bahçe kapısının
yukarısında, kuzeye bakan cephedeki yarı aydınlık üç pen
cere bölüyordu. Olalla'nın odasının pencereleriydi; araba
sarsılarak ilerleyedursun, yol vadiye daldığında pencereler
kayıplara karışıncaya kadar gözlerimi oradan ayırmadım.
Felipe arabanın dingillerinin yanında sesini çıkarmadan
yürüyor, ama arada sırada katırın yanağını okşayıp dönüp
bana bakıyordu; sonunda yanıma gelip elini başıma koy-
45
Robert Louis Stevenson
Dokunuşunda öyle bir sevecenlik, yalnız hayvanlarda
rastlanan öyle bir masumiyet vardı ki, bir atardamarın
gibi gözlerimden yaşlar boşandı.
"Felipe," dedim, "kimselerin sorgu sual etmeyeceği bir
götür beni."
Hiçbir şey söylemeden katırını geriye döndürdü ve
yolda bir süre gerisingeri gittikten sonra baş
ka bir patikaya saparak dağ köyüne götürdü beni; burası,
o dağınık dokulu bölgenin İskoçya'da kirkton dediğimiz
kiliseli köyüydü. Ovayı geçtiğimiz günden kopuk kopuk
bir şeyler kalmış aklımda: Arabanın durması, bana doğ- .
ru uzanıp arabadan inmeme yardım eden kollar, beni ta
şıdıkları bomboş bir oda ve kendimden geçerek uykuya
dalışını.
Ertesi gün ve izleyen günlerde yaşlı rahip enfiye kutusu
ve dua kitabıyla başımdan eksik olmadı; bir süre sonra
da, gücümü az çok toparlamaya başladığımda, artık epey
ce iyileştiğimi, bir an önce oradan ayrılmam gerektiğini
söyledi; ardından da bir şey demeden enfiye çekerken göz
ucuyla bana baktı. Bilmiyormuş gibi yapmadım; anlamış
tım, Olalla'yı görmüş olmalıydı. "Efendim," dedim, "boş
yere sormadığımı biliyorsunuz. O ailenin nesi var?"
Rahibe bakılırsa, çok bahtsız bir aileydi; gördüğü ka
darıyla feleğin sillesini yemiş bir soydan geliyorlardı ve
çok yoksuldular, cahil kalmışlardı.
"Ama Olalla cahil kalmamış," dedim. "Besbelli sizin
sayenizde, kadınlarda görülmediği kadar eğitimli ve akıl
lı."
"Evet," dedi; "senyorita kültürlü bir kız. Ama aile ca
hil kalmış."
"Peki, ya anne?" diye soracak oldum.
"Evet, anne de," dedi Padre enfiyesini çekerek. "Ama
Felipe iyi niyetli bir delikanlıdır."
46
O/alla
"Anne biraz tuhaf değil mi?" diye sordum.
"Hem de çok tuhaf," diye yanıtladı rahip.
"Sanırım lafı dolandırıyoruz, efendim," dedim. "Be
nim yaşadıklarımı anlamazdan gelmemelisiniz. Merakım
da birçok bakımdan haklı olduğumu anlamalısınız. Be
nimle açık konuşamaz mısınız?"
"Evladım," dedi yaşlı adam, "aklımın yettiği konularda
seninle çok açık konuşabilirim; hiçbir şey bilmediğim ko
nularda ise susmaktan başka bir şey yapamam. Kaçamak
konuşmayacağım, seni çok iyi anlıyorum; ama bizler Tan
rı'nın kullarıyız ve O'nun yolları bizim yollarımıza benze
mez, başka ne diyebilirim ki? Kilisedeki üstlerime bile da
nıştım, ama onlar da sessiz kaldılar. Büyük bir sır bu. "
"O kadın deli mi?" diye sordum.
"Sana inancıma göre yanıt vereceğim. Deli değil ya da
eskiden değildi," diye karşılık verdi Padre. "Gençliğinde
-Tanrı beni bağışlasın, sanırım o kuzucuğu ihmal ettim
aklı tamamen başındaydı; ama yine de şimdiki boyutlarda
olmasa da aynı gerginlik daha o sıralar bile görülebiliyor
du; ondan önce babasında, evet babasından önce de vardı,
belki bu da benim bu konuyu biraz fazla hafife almama
yol açtı. Ama böyle şeyler yalnızca tek bir kişide değil bü
tün bir ailede gelişerek sürüp gider."
"Peki, gençliğinde," diye söze başladımsa da sesim bir
an kısılır gibi oldu, kendimi güçbela toparlayıp, "Olalla
gibi miydi?" diye tamamlayabildim sözümü.
"Aman, Tanrı yazdıysa bozsun! " diye bağırdı Padre.
"Tanrı benim en sevgili tövbekarımı kimsenin gözünde
böyle küçültmesin. Hayır, hayır; senyorita (bütün içtenli
ğimle keşke bu kadar güzel olmasaydı diyorum) annesinin
aynı yaştaki haline zerre kadar benzemiyor. Böyle düşün
mene katlanamam; ama Tanrı bilir ya, böyle düşünmen
daha iyi olur. "
47
Robert Louis Stevenson
Bunun üzerine, yatağımda doğruldum ve yaşlı adama
yüreğimi açtım; ona aşkımızı ve Olalla'nın kararını anlat
tım, kendi korkularımı, gelgeç hayallerimi itiraf ederek,
ama ona bütün bunların son bulduğunu da söyleyerek;
sonra da, mesafeli bir teslimiyetin biraz ötesine geçerek bu
konuda ne düşündüğünü öğrenmek istedim.
Beni büyük bir sabırla, hiç şaşırmadan dinledi; sözü
mü bitirince de bir süre sesini çıkarmadan oturdu. Sonra,
"Kilise," diye başlayacak oldu, ama birden durup yeni
den özür dilemeye koyuldu. "Senin Hıristiyan olmadığı
nı unutmuşum, çocuğum," dedi. "Aslında doğrusunu is
tersen, bu kadar olağandışı bir konuda kilisenin bile bir
karar verebileceği pek söylenemez. Ama benim ne düşün
düğümü öğrenmek ister misin? Böyle bir konuda en iyi ka
rarı verecek kişi senyoritanın kendisidir. Ben olsam onun
kararına rıza gösteririm."
Böyle dedi ve çekip gitti, ondan sonra bana eskisi ka
dar sık uğramaz oldu; dahası, iyileşip yeniden ortalıkta
dolaşmaya başladığımda, benden hoşlanmadığı için değil
belki de bilmece soran sfenksten sakınmak istediği için
benimle bir araya gelmekten açıkça çekindiğini ve kaçın
dığını fark ettim. Köylüler de benden uzak duruyorlardı,
dağda bana rehberlik etmeye pek yanaşmıyorlardı. Bana
kuşkuyla bakıyorlarmış gibi geliyordu, boş inançlara daha
bağlı olanların ise benimle karşılaştıklarında haç çıkardık
larını görebiliyordum. İlk başlarda bunu benim sapkın
düşüncelerime vermiştim; ama en sonunda benden böyle
ürkülmesinin nedeninin o konakta kalmış olmam olduğu
nu anlamaya başladım. Köylülerin böylesi yabanlıklarını
kimse ciddiye almaz; gelgelelim, aşkımın üstüne ürkünç
bir gölgenin çöktüğünün ayırdındaydım. Gerçi beni dize
getirmemişti, ama yüreğimdeki coşkuya gem vurduğunu
söyleyebilirim.
48
Ola/la
Köyün birkaç kilometre batısında, sıradağlar arasın
da doğruca konağın göründüğü bir açıklık vardı; her gün
oraya gitmeyi alışkanlık edinmiştim. Doruğu bir ağaçlık
taçlandırıyordu; doruğun eteğinden patikanın indiği yer
de koca bir kaya parçası duruyor, onun üstünde de do
ğal büyüklükte ve alışılmıştan daha ıstıraplı görünen bir
çarmıha gerilmiş İsa yontusu yükseliyordu. Kayanın orası
benim tüneğimdi; oturduğum yerden her gün aşağıda
ki düzlüğe ve büyük eski eve bakıyor, bahçede bir aşağı
bir yukarı gezinen, küçücük bir sinekten farksız Felipe'yi
görebiliyordum. Karşımdaki manzara zaman zaman sisle
kaplanıyorsa da çok geçmeden dağlardan esen rüzgarlar
sisi dağıtıyordu; ova bazen aşağılarda bitimsiz gün ışığı
altında uyukluyor, bazen de yağmurla tümden gözden
siliniyordu. Bu uzaklardaki yerden, hayatımın çok tuhaf
bir biçimde değiştiği yerin kesik kesik görünümleri ikir
cikli ruhuma çok uygun düşüyordu. Kim bilir kaç günüm
içinde bulunduğumuz durumun değişik yönlerini düşünüp
taşınarak orada geçti; bir aşkın telkinlerine kapılıyor, bir
sağduyunun sesine kulak veriyor, sonunda ikisi arasında
kararsız kalıyordum.
Bir gün kayamda otururken, pelerine sarınmış sıska bir
köylü çıkageldi. Buralı değildi, namımı bile duymamıştı;
duymuş olsaydı geçer gider, yaklaşıp yanıma oturmazdı;
çok geçmeden sohbete daldık. Bu arada, uzun yıllar ka
tırcılık yaptığını, bir zamanlar bu dağların yolunu çok
aşındırdığını anlattı; daha sonraları da katırlarıyla orduya
hizmet etmiş, geçinip gitmişti, ama artık kendini emekliye
ayırmıştı, ailesiyle birlikte yaşıyordu.
Sonunda, beni Olalla'yı düşünmekten alıkoyan her
türlü konuşmadan çabucak sıkıldığım için elimle konağı
göstererek "Şu evi biliyor musun?" diye sordum.
Bana esrarengiz bir biçimde baktı ve haç çıkardı.
49
Robert Louis Stevenson
"Hem de iyi biliyorum," dedi, "arkadaşlarımdan biri
orada ruhunu Şeytan'a sattı; Tanrı bizi Şeytan'a uymaktan
korusun! Ama bedelini ödedi, şimdi Cehennem'de cayır
cayır yanıyor!"
Yüreğim ağzıma geldi, nutkum tutuldu; adam biraz
sonra kendi kendine konuşurcasına "Evet," dedi, "hiç
sorma, o evi biliyorum. Kapısından girmişliğim var. Girişi
karla kaplıydı, rüzgar kapıyı zorluyordu; o gece kuşkusuz
dağlarda ölüm kol geziyordu, ama evdeki ocağın başında
durum daha da kötüydü. Arkadaşımı kolundan tuttuğum
gibi bahçe kapısına sürükledim, senyor; benimle gelmesi
için ona tüm sevip saydıkları adına yalvardım; karların
içinde önünde diz çöktüm; üstelik yalvarışlarımdan etki
lendiğini görebiliyordum. Ama tam o sırada o genç kız te
rasta göründü ve ona adıyla seslendi; arkadaşım arkasına
döndü, kız elinde bir lambayla durmuş, geri dönmesi için
ona gülümsüyordu. Avazım çıktığı kadar Tanrı'ya yakar
dım ve arkadaşıma kollarımı açtım, ama o beni bir yana
ittiği gibi yürüdü gitti. Seçimini yapmıştı; Tanrı yardımcı
mız olsun. Onun için dua ettim, ama ne fayda! Papa'nın
bile üstesinden gelemeyeceği günahlar vardır."
"Peki, ya arkadaşın," dedim, "ona ne oldu?"
"Aman ha, bir tek Tanrı bilir," dedi katırcı. "Duyduk
larımız hepten doğruysa, sonu da günahı gibi olmuş, tüy
ler ürpertici bir son."
"Öldürülmüş mü yani?" diye sordum.
"Öldürüldüğü kesin," diye yanıtladı. "Ama nasıl? Evet
nasıl? Ama bunları konuşmak bile adamı günaha sokar."
"O evdeki insanlar ... " diyecek oldum.
Ama katırcı birden öfkelenerek sözümü kesti. "İnsan
lar mı?" diye haykırdı. "Ne insanı yahu! O Şeytan'ın evin
dekiler ne erkek ne de kadın! Ne yani? Bu kadardır bura
dasın ve hiç duymadın, öyle mi?" Sonra da sanki dağdaki
50
O/alla
kuşlar bile duysa korkudan ödleri koparmış gibi ağzını
kulağıma dayadı ve fısıldayarak bir şeyler anlattı.
Anlattıkları gerçek olmadığı gibi, ilk kez duyulan bir
şey de değildi; nerdeyse insanlığın kendisi kadar eski hika
yelerin köylülerin cehaleti ve boş inançlarına bulanmış
yeni bir yorumundan başka bir şey değildi aslında. Beni
asıl şaşırtan eski hikayenin yeni uyarlamasıydı. Katırcıya
bakılırsa, eskiden olsa kilise bu şahmeran yuvasını yakıp
kül ederdi; ama artık kilisenin eski gücü kalmamıştı; ar
kadaşı Miguel insanlar tarafından cezalandırılmamış,
gazaba gelmiş Tanrı'nın çok daha korkunç hükmüne
bırakılmıştı. Bu yanlıştı; ama artık böyle olmamalıydı.
Padre kocamıştı; dahası kendisi de afsunlanmıştı; ama ar
tık cemaatinin gözü açılmıştı, tehlikenin farkındaydılar; o
ev bir gün -hem de pek yakında- ateşe verilecek, duman
ları göğü tutacaktı.
Beni korku ve dehşet içinde bırakıp gitti. Ne yapaca
ğımı bilemiyordum; ilkönce Padre'yi mi uyarmalıydım,
yoksa kötü haberi doğruca konağın tehdit altındaki sakin
lerine mi vermeliydim? Benim yerime karar veren kader
oldu; çünkü oracıkta hala duraksayıp dururken, patika
dan bana doğru yaklaşan peçeli bir kadın gördüm. Keskin
gözlerimi hiçbir peçe yanıltamazdı; bu endam, bu yürüyüş
başkasının olamazdı, Olalla'yı hemen tanımıştım; kayanın
bir köşesine gizlenerek tepeye kadar gelmesini bekledim ve
birden ortaya çıktım. Beni tanır tanımaz durdu, ama bir
şey söylemedi; ben de bir şey demedim; bir süre tutkulu bir
hüzünle birbirimize baktık.
Sonunda, "Gittin sanıyordum," dedi. "Benim için tek
yapabileceğin bu - gitmek. Biricik isteğim buydu senden.
Ama sen hala buradasın. Ölüm tehlikesinin her geçen gün
yalnız senin için değil, bizim için de büyüdüğünü anlamı
yor musun? Dağlarda bir söylenti yayılmış; bana aşık ol
duğunu sanıyorlar ve buna göz yummayacaklar."
5 1
Robert Louis Stevenson
Başındaki beladan haberli olduğunu görünce çok se
vindim. "Olalla," dedim, "bugün, şu saat gitmeye hazı
rım, ama yalnız değil."
Olalla kenara çekildi, çarmıha gerilmiş İsa yontusunun
önünde diz çökerek dua etmeye başladı; ben de öylece
durmuş, bir ona, bir de tapındığı nesneye, bir tövbekarın
canlı bedenine, bir de çarmıhtaki İsa 'nın beceriksizce bo
yanmış solgun yüzüne, boyalı yaralarına ve pörtlek kabur
galarına bakıyordum. Sessizliği yalnızca şaşkınlığa ve tela
şa kapılmışçasına dağların doruklarında dönüp duran iri
kuşların iniltileri bozuyordu. Olalla az sonra ayağa kalktı,
bana dönüp peçesini kaldırdı ve bir eliyle hala yontuya
yaslanırken, sapsarı kesilmiş, hüzünlü yüzüyle bana baktı.
"Haça el sürdüm," dedi. "Padre senin Hıristiyan ol
madığını söylüyor; ama bir an benim gözlerimle bak ve
Acılar Adamı'nın
•
yüzünü seyret. Hepimiz O'nun gibiyiz
- günahın mirasçıları; hepimiz bizim olmayan bir geçmişe
katlanmak ve kefaretini ödemek zorundayız; hepimizde -
evet, bende bile- Tanrı'nın bir kıvılcımı var. O'nun gibi,
biz de, sabah huzuru geri getirinceye kadar kısa bir süre
daha dayanmalıyız. Kendi yolumda bir başıma yürümem
için katlan bana; o zaman, kendimi tekmil acı çekenlerin
dostu olan O'nun dostu saydığım zaman hiç yalnız olma
yacağım; o zaman, dünya mutluluğtından elimi eteğimi
çektiğim, kendi payıma düşen acıyı gönül hoşluğuyla ka
bullendiğim zaman benden mutlusu olmayacak."
Çarmıhtaki İsa'nın yüzüne baktım ve suretlere en kü
çük bir yakınlık duymadığım, bu yontunun kaba bir örne
ği olduğu öykünmeci ve asık suratlı sanatı küçümsediğim
Kutsal Kitap,
Eski Antlaşma, Yeşaya 53:3: "İnsanlarca hor görüldü, I
Yapayalnız bırakıldı. / Acılar adamıydı, hastalığı yakından tanıdı. / İnsan
ların yüz çevirdiği biri gibi hor görüldü, I Ona değer vermedik." (Kitab-ı
Mukaddes Şirketi, Yeni Çeviri, 3. Basım, Mart 2003.) (ç.n.)
52
Ola/la
halde, bir anlam anıştırdığını sezdim. Yüz bana yukarıdan
acılı ve ölümcül bir kasılmayla bakıyordu; ama bir ışık
halkasıyla çevrelenmişti, bu da bana özverinin karşılıksız
olduğunu anımsatıyordu. Pek çok yol kenarında, gelip ge
çene hazzın bir amaç değil bir rastlantı olduğunu, acının
yüce gönüllülerin seçimi olduğunu, en iyisinin her şey
den acı çekmek ve iyilik yapmak olduğunu boş yere vaaz
edercesine, acı ve soylu gerçeklerin bir simgesiymişçesine
durduğu gibi orada kayanın tepesinde öylece duruyordu.
Döndüm ve sessizce dağdan aşağı vurdum; ağaçlar yolu
mu kapatmadan son bir kez arkama baktığımda, Olalla
hala çarmıhtaki İsa'ya yaslanıyordu.
Dostları ilə paylaş: |