İDEALİZM
Bazı düşünürler, dünyanın doğası üzerine düşünmeye
başladıklarında, tek var olan şeyin düşüncenin kendisi
olduğunu, maddi ve fiziksel olarak elle tutulur gibi görünen
şeylerin aslında yalnızca zihinde yer alan fikirler olduğunu
ileri sürmüşlerdir.
İdealizmin bu mutlak biçimi rüyalarımızı ve kabuslarımızı
süsler. Hegel, var olan her şeyin başka her şeyden bir pay
aldığı ve zorunlu bir dizi yakınsama sonucunda mutlak tine
doğru yükseldiği, karmaşık bir mutlak idealizm biçimini
ortaya koymuştur. Hegel’inki idealizmin yalnızca bir
versiyonudur: metafizik bir idealizm.
Metafizik idealizm, materyalizme (maddeciliğe), yani
gördüğümüz her şeyin fiziksel bir temeli olduğu ve her şeyin
(zihnin, bedenin, hatta Tanrı’nm) buna indirgenebileceği
görüşüne karşı çıkar. Yataktan kalkıp yerin fizikselliğini
hissettiğimiz her bir gün varsaydığımız şeyi bir felsefe nasıl
yadsır? İdealist, karşı karşıya olduğumuz dünyanın esas
doğasının ne olduğu sorusunu sorar. Buna cevabı “zihinsel”
olur. İdealistler kuaııtum fiziğinin bazı yönlerinin o zor
kavranır Özelliklerine işaret edebilirler. Bu özellikler evrenin
nihai temelinin gayri maddi olduğunu gösteriyor gibidir:
Atom altı parçacıklar minik bilyelerden ziyade dalgalar gibi
görülebilir. Ne var ki, buradaki güçler hâla bazı varlıkları
cezbetmekte veya itmektedir; bu varlıklar enerji dalgalarına
(belki de sicimlerine) indirgenebilse bile bu, materyalist
tezi geçersiz kılmaz. Tabii idealist tezi de geçersiz kılmaz,
çünkü bu durumda bile idealist kendi metafizik üstünlük
alanına çekilir ve her şeyin zaten zihinsel olduğunu ilan eder.
Eşimin varlığını algılıyorsam, bunun anlamı, yürümekte olan
bir “eş” fikrinin var olduğu, benim onun da bir zihne sahip
olduğunu, benim nerede olduğumu ve ne yapmakta olduğumu
anlayabileceğini hayal et-tiğimdir. Bunun içermesi de benim
de bir zihnim olduğudur. İkimiz de bilinç biçimleri isek, bir
mantıksal yol ağzına geliriz: Bilinçlerimiz, birbirinden ayrı
olarak var olan, biricik ve bağımsız varlıklar mıdır, yoksa tek
bir daha büyük zihnin, belki de dinin Tanrı dediği varlığın
yansımaları mı?
Eğer her şey zihnimizde olup bitiyorsa, buradan insan
ilişkilerine ve gezegenle ilişkilerimize dair belirli sonuçlar
çıkarılabilir. Birbirimiz üzerinde de, dünya üzerinde de
zihnimizde sahip olduklarımızdan başka hiçbir etki
olmayacaktır. Öyle görünüyor ki bu, insanın bütün bilimsel
faaliyetlerini düşünce egzersizi haline getirir; bunlar bir rüya
oyunu olmanın ötesinde hiçbir şey için önemli değildir. Bir
insana saldırmak da hiçbir önem taşımaz: Eğer hepimiz aynı
gayri maddi varoluşun mensupları isek, başka birini ortadan
kaldırmak, bir bilgisayar oyununda oyunun bir kişisini saf dışı
etmekten farklı olmayacaktır: ahlaki bakımdan hiçbir anlamı
olmayan bir hareket.
Öte yandan, epistemolojik idealizm modern çağda Locke’m,
dış dünya ile karşılaştığımızda nesnelerin bizim üzerimizde
izlenimler yarattığı ve zihnimizde fikirler oluşturduğu
konusunda söyledikleriyle başlar. Berkeley zeki bir adımla
fikirlerin zihnimizde olduğuna dair hiçbir kuşku olmadığını
belirtiyor ama sonra soruyordu: Zihnin dışındaki şeylerin
varlığı konusunda ne gibi bir garantimiz var? Bilebileceğimiz
tek şey tanım gereği fikirlerdir. Bir nesneye, örneğin bir
piyanoya baktığımda zihnimde bir fikir görmüş olurum. Buna
bir ad da veririm. Ama hem ad hem de zihindeki nesne birer
fikirdir. Fikri doğuran nedir? Nasıl “zihnime fotonların
girmesi” olabilir? Zira bunlar yalnızca sinirlerimde dağılırlar
ama ben hâlâ bir fikri muhafaza ederim: İdealist açısından
kaynak dışarıda değil, içeridedir. Berkeley’e göre dış dünya
ile ilgili deneyimler elbette olacaktı (o da ampiristti), ama bu
nedenselliğin (zihinsel olarak) algılanması konusunda bir
sorun yaratıyordu: Ayak parmağımı taşa çarptığım
zaman idealist, acının nedenini nasıl açıklayabilir? Berkeley’e
göre sadece taş fikri ile benim hissettiğim acı fikri arasında
bir büyük aracı olarak davranan Tanrı’yı gündeme getirerek.
Eğer aracılık yapacak bir Tanrı yoksa, bu tür idealizm hızla
solipsizme kayar. Solipsizm, yalnızca kendi varlığımdan
emin olabileceğime göre, sizin varlığınızdan söz
edemeyeceğimi, çünkü sizin benim zihnimin bir ürünü
olduğunuzu öne süren teoridir. Örneğin ben bir yerde birinin
bu kitabı okuyor olduğu konusunda hoş bir fikre sahip
olabilirim. Bu yalnızca benim bir fikrim olmaktan öteye
gitmez. Böylece bir dış dünya olmadığı için onunla herhangi
bir bağım olmadan, kendi ürünüm olan bir dünyada takılmış
kalmışım demektir. Bu yüzdendir ki Berkeley solipsizmi bir
kenara bırakarak Tanrı yoluyla dünyada zihinlerin çokluğuna
ulaşmıştır. Ama daha zor bir teze yaslanmak zorunda kalmak
filozoflar için çoğu zaman çekici değildir. Bilginin ideal
doğasını, solipsizme düşmeksizin veya Tanrıya sığınmak-
sızın açıklayabilir miyiz? Materyalist, bilginin duyular
aracılığıyla, zihnimin dışındaki nesneleri algılamayla ve
bunların kendilerini benim zihinsel araçlarıma duyurmaları
yoluyla bilgiyi oluşturmalarıyla elde edildiğini söyler.
Materyalizm, her şeyin bu maddi izlenimlere indirgenebilir
olmasını gerekli görür. İdealist ise dış dünya ile zihin
arasındaki bağlar konusunda emin değildir: Bir izlenim nasıl
bilgi yaratır? Ense kökünüzde hassas bir nokta bulursam, bir
izlenim doğacağından hiçbir kuşkunuz kalmaz, ama bilgiyi
oluşturan nedir? İdealistler bu durumda algıladığım şeyin var
olanın bir temsili olduğunu söyleyebilirler. İdealizmin bu
daha zayıf versiyonu Kant tarafından önerilmiştir: Temsil
eden şeyler, insan zihni tarafından bilinemeyecek olan
kendinde-şeylerden farklıdır. Böylece biz ancak fenomenlerle
uğraşabiliriz. Bu daha zayıf biçim, materyalist bir teze
alan tanıyabilir. Böylece işin mantığı ve betimlenmesi daha
rafine hale gelir ve iç içe geçer. Bu noktada, ense kökünüzde
hassas bir nokta yakalarsam bir temsilin ötesinde bir şeyin
olmakta olduğunu hiç kuşkusuz “bileceksinizdir”. Bu ağrı
boşanmasının yalnızca zihinsel olduğunu söylemek “bir şeyi
bilmek” ile “bir şey”i birbirine karıştırmak demektir.
Modern idealistler dil temelli çalışarak dünya hakkında
bildiğimizin bir dilsel yapı olduğunu söylerler. Buna çoğu
zaman “sosyal yapı” da eklenir, çünkü dil sosyal bir alettir.
Yani zihnimde yarattığım dünya konuştuğum dil ve içinden
geldiğim kültür tarafından çerçevelenmiştir. Burada da sorun
yine şeyleri nasıl bildiğim ile günlük dilin (ya da aslında
sembolik dilin de)
güçlü yanlarının ve sınırlarının ne olduğunun şeylerin olup
olmadığıyla karıştırılmasıdır. Benim dünya görüşüm
gerçekten de sözcüklerle ve kavramlarla ve bunların benim
kavrayışım ve davranışım üzerindeki düşünsel ve duygusal
sonuçlarıyla çerçevelenmiş olabilir. Ama bizatihi dünyanın
kendisini biz yaratmıyoruz. Biz dünyada yaşıyoruz. Sartre’m
dediği gibi, oraya fırlatılmışız.
İNANÇ
“Küresel ısınmaya inanıyor musunuz?” Bilimcilere ve
düşünürlere sık sık sorulan bir sorudur bu. Peki ama inanç ile
kastedilen nedir?
Platon bilgi (bilgi “olan”ındır), cehalet (cehalet “olma-
yan”ındır) ve inanç (inanç “olanın ve olmayanın”dır) arasında
ayrım yapar. O takdirde Platonik inanç kavramı melezdir.
Platon inancın da bilgi gibi iyi yanıtlar sunabileceğini söyler.
Ama burada bir kayıt vardır: İnsan inancında yanılabilir; yani
ben var olmayan bir şeye inanabilirim. Augustinus ve
Akinolu her ikisi de inancı, düşünsel bir çaba gerektiren bir
anlama edimi olarak görmüşlerdir. Bunun anlamı şudur:
Yalnızca inanca başvurmak yeterli değildir; inanç doğmadan
önce fikirler ve duyulara dayalı veriler karşılaştırılmalıdır.
Yine de inanç bilgi ile aynı değildir.
Bilgi ile cehalet arasındaki köprü var olmaya devam
etmektedir. Felsefeciler bir yanda bilme ile öte yanda bilgi ve
inancın temsil etmesi beklenen dünya arasında ne tür bir ilişki
kurulabileceğini (eğer böyle bir ilişki varsa) tartışmayı
sürdürmektedir. Dışsalalar hedeflediğimiz zihinsel yapıların
dış dünyaya gönderme yaptığını ileri sürerler. Yani küresel
ısınma ile ilgili bir inanç telaffuz edecek olursam, bunun
geçeklikle bir tür bağı olması ve bu bağın doğrulanabilir
olması gerekir. Yanıldığım kanıtlanabilir. Elbette, bu denli
kapsamlı ve karmaşık bir konuda istatistikleri ve teorileri
doğrulamak çoğumuz için zordur; bu yüzden de güvenilebilir
bir inanç oluştururuz. Güvenilirlikçilik, oluşturduğum inanan
algılayabildiğim duyusal verilere ve kendi kafamı kullanarak
ulaşabildiğim sonuçlara dayanması demektir. Buna belki
başka insanların teorilerinden ve verilerinden
anlayabildiklerimden işin içine katabildikîerimi ekleyebiliriz.
Bu argümana göre inanç, Augustinus’in belirttiği gibi, bir şey
hakkında aktif biçimde düşünmeyi gerekli kılar; bu iman gücü
ile hiç düşünmeden inanmaya karşıt bir yaklaşımdır.
Ne var ki, içselciler inancım ile dış dünya arasında bir ilişki
kurmamın gerekli olmadığını söylerler: Benim kendi
düşünme sürecimin bu inancı gerekçelendirebilmesi yeterlidir.
Bu, mantıksal süreçlerimin geçerlilikleri bakımından
incelenmesine (inancıma hangi yoldan ulaşıyorum?) olanak
tanır. Kimileri ise bu süreçlerin bile incelenmesine gerek
olmadığını belirtirler. Yani inanç geliştirmek için kendi bilgi
edinme yasalarımı oluşturabilirim. Bu son yaklaşım, hiç
kuşku yok ki inancı yeni, dokunulmazlığı olan bir öznellik
âlemine yerleştirmektedir: “Dünyanın ısınmakta olduğunu
biliyorum, çünkü bu konuda düşünmüşlü-ğüm var.” Bu, hiçbir
bulgu veya mantık sunmadan söylenebilir. Felsefi olarak da
bîr sürü basmakalıp filmin arka planını oluşturur: “İnan bana,
adamım!” Bu, 19. yüzyıl felsefecisi Alexander Bain’in etkili
argümanı ile yakından ilişkilidir: Bain inancı insanın eyleme
geçmesine temel olarak aldığı şey olarak tanımlıyordu. Hume
inancın bir duygusal bağlılık ima ettiğini belirtmişti. Bu
kavrayış Bain’de yankısını buluyordu. Bu ikisinin
düşüncesi (inanca olan inançları!), günümüzde tek tek
sorunlar etrafında odaklaşan politik hayata ve duygusal
temelde yapılan eylem çağrılarına bir anahtar oluşturur:
“Dünyanın ısınmakta olduğuna inanıyorum” demek bugün
“Bu konuda bir şey yapmaya hazırım” demektir. Buradaki
sorun şudur: İnanç, ille değil ama, gerçeklikten çok uzağa
düşüyor olabilir. Ayrıca, tam olarak ne yapmalı? Ne tür
önlemler almalı? Aynen filmde Indiana Jo-nes’un uçuruma
adımmı atıp ardından yarı şeffaf bir köprüyle karşılaşması
gibi, inanç derinde yatan bir inancı yansıtıyor olabilir. Bu
açıdan bir düşünün: Sivillerin ölümüne yol açan bir intihar
bombacısı araçlar ve amaçlar konusunda yanlış yola sapmış
bir inanca sahip midir, değil midir? Dışsalcı inancı
yalnızca dünyanın gerçekliğiyle değil, aynı zamanda neyin
etkili olup olmadığıyla da bağlantılandırmamızı talep
edecektir. Gerçekten de daha zorlu bir görev.
Dostları ilə paylaş: |