KÖR ÇOCUKLAR
24 Perşembe
Öğretmenimiz çok hasta onun için yerine Körler Enstitüsü’nde öğretmenlik
yapan ve şimdi de bizim okulda dördüncü sınıfı okutan öğretmen geldi. O
bütün öğretmenlerin en yaşlısı, saçları da öyle ağarmış ki sanki başına
pamuktan bir peruka oturtmuş gibi bir hali var. Konuşması da oldukça garip,
sanki hüzünlü bir şarkı söylermiş gibi; ama, bütün bunlara rağmen çok iyi bir
insan ve pek çok da şey biliyor.
Sınıfa girer girmez gözü bağlı bir çocuk gördü ve hemen onun sırasına
yaklaştı, neyi olduğunu sordu. Çocuğa:
– “Aman, gözlerine dikkat et, çocuğum” dedi.
Bunun üzerine Derossi ona:
– “Öğretmenim, sizin körler okulunda görev almış olduğunuz doğru mu?”
diye sordu.
Yaşlı öğretmen:
– “Evet, uzun yıllar orada öğretmenlik yaptım.” diye karşılık verdi.
Derossi de alçak sesle:
– “Bize bu konuda bir şeyler anlatabilir misiniz?” dedi.
Öğretmen gitti kürsüye oturdu.
Coretti yüksek sesle:
– “Körler Okulu Nizza Caddesi’nde” dedi.
Öğretmen:
– “Sizler durmadan kör, kör diyorsunuz, sanki ne bileyim, hasta, zavallı der
gibi. Ama, bu sözün ne demek olduğunu iyice anlayabiliyor musunuz? Biraz
düşünün. Körler! Hiçbir zaman hiçbir şeyi görmemek! Geceyi gündüzden
ayıramamak, ne gökyüzünü, ne güneşi, hatta kendi ana babasını bile
görmemek. Etrafını çevreleyen ona ait olan şeyleri bile görememek. Sanki
yerin derinliklerine gömülmüş gibi sonsuz karanlığın içinde yaşamak! Bir
zaman için gözlerinizi kapayın ve bütün ömrünüzü böyle geçireceğinizi
düşünün. Birden içinizi bir korku, bir yürek sıkıntısı kaplar, buna
dayanamayacakmışsınız gibi gelir, çıldıracağınızı, ya da öleceğinizi sanarak
bağırmaya başlarsınız. Halbuki... Zavallı çocuklar, insan, Körler Okulu’na ilk
kez girdiğinde, teneffüs süresince dört bir yanda çalınan keman, flüt seslerini,
yüksek sesle konuşmaları, gülmeleri, merdivenleri hızla inip çıkan adımları
duyunca, koridorlarda, yatakhanelerde rahatlıkla, kolayca dolaşanları görünce
bu çocukların kör olduğunu unutuyor bile. Onları dikkatle incelemek gerek.
On altı, on yedi yaşlarında güçlü; kuvvetli, neşeli çocuklar var, bunlar
körlüklerini umursamıyorlar, kendilerine oldukça da güveniyorlar. Ama,
yüzlerindeki hırçın ve gururlu ifadeden körlüğü kabul edinceye dek çok azap
çekmiş oldukları anlaşılıyor. Bazılarının yumuşak ifadeli soluk yüzlerinde
kadere nasıl boyun eğdikleri kolayca okunuyor; ama hala, zaman zaman bir
kenara çekilip gizlice ağladıkları anlaşılıyor. Ah! Benim sevgili çocuklarım.
Bunların bir kısmı birkaç gün içinde kör oluvermişler, bir diğer kısmı da pek
çok azap çektikten sonra, üst üste çok gün ameliyatlar geçirdikten sonra bu
hale gelmiş. Doğuştan kör olan çocuklar da var; bunlar hiç sabahı olmayan
karanlık bir gecede koskocaman bir mezara girer gibi dünyaya gelmişler ve
insan yüzü hakkında hiçbir bilgileri yok! Bunların ne kadar acı çekmiş
olduklarını ve etraflarındaki her şeyi rahatça görebilen çocuklarla kendi
aralarındaki o korkunç ayrılığı düşündükçe hala acı çektiklerini ve kendi
kendilerine: “Bizim hiçbir günahımız olmadığı halde, neden bu ayrılık?” diye
sorduklarını düşünün.
“Körler Okulunda pek çok yıl öğretmenlik yaptım. O sınıfı hatırlıyorum da,
daima donuk gözlerle bakan, görmeyen, cansız o gözbebeklerini
düşünüyorum ve bir de sizlere bakıyorum... hepinizin bütünüyle mutlu
olmaması için hiçbir sebep yok. Düşünün ki İtalya’da yirmi altı bine yakın
kör var! Işığı bile göremeyen yirmi altı bin kişi, anlıyor musunuz; dört saat
boyunca pencerelerimizin önünden geçecek bir ordu!”
Öğretmen sustu; sınıfta çıt bile çıkmıyordu. Derossi, körlerin dokunma
organlarının gerçekten bizimkilerden daha hassas olup olmadığını sordu.
Öğretmen:
– “Evet, bu doğrudur. Körlerin diğer bütün organları bizimkilerden çok
daha hassas oluyor, çünkü gözleriyle görüp yapamadıklarını diğer
organlarının yardımıyla yapmaya çalışıyorlar. Sabahleyin, yatakhanede biri
diğerine sorar; güneş var mı? İçlerinden en çabuk giyinen hemen bahçeye
koşar, güneşin sıcaklığını duyabilmek için havada ellerini sallar ve yeniden
yatakhaneye koşup diğerlerine iyi haberi verir; güneş var!”
“Sonra, bir insanın sesinden de onun fizik yapısı hakkında bilgi
edinebilirler. Biz bir insanın ruhunu gözlerinden anlarız, onlar da sesinden
anlıyorlar. Değişik ses tonlarını yıllarca hatırlarlar. Bundan başka bir odada
kaç kişinin bulunduğunu, kaç tanesinin konuşup kaç tanesinin susup
hareketsiz olduğunu da sezinlerler. Yalnız dokunarak bir kaşığın az yada çok
temiz olduğunu anlayabilirler. Bebekler boyalı yünle boyasızını birbirinden
ayırabilirler. Sokaktan geçerken, bütün dükkanları kokularından tanırlar, hem
de bizim içinde hiçbir koku duymadığımız dükkanları bile. Topaç oynarken,
oyuncağın dönerken çıkardığı sesten nereye gittiğini bilirler ve hiç
şaşırmadan gidip onu oradan alırlar. Çember çevirirler, bilye oynarlar, ip
atlarlar, çakıl taşlarından evler yaparlar, sanki görüyormuş gibi menekşe
toplar, çabucak ve düzgün bir şekilde, çeşitli renkten hasırı karıştırarak
sepetler örerler, öyle becerikli elleri vardır ki! Dokunma organı aynı zamanda
görme organıdır. Dokunarak eşyaların şeklini tahmin etmek onların en büyük
eğlencesidir. Sanayi müzesine gitmeleri onların en büyük eğlencesidir.
Sanayi müzesine gittikleri zaman onların halini görmek insana çok dokunur.
Orada onların istedikleri her şeyi ellemelerine izin verilir. Büyük bir sevinçle
geometrik şekillerin, ev maketlerinin, aletlerin üstüne atılırlar ve neşe içinde
her şeyi elleyerek, dokunarak, ellerinin arasında evirip çevirerek onların nasıl
yapılmış olduklarını görmeye çalışırlar. Onlar buna görmek derler!”
Garoffi, körlerin diğerlerinden daha kolaylıkla aritmetik öğrendiklerinin
doğru olup olmadığını sordu:
Öğretmen karşılık verdi:
– “Bu gerçektir. Aritmetiği ve okuma yazmayı kolay öğrenirler. Onlar için
kabartmalı harflerle özel olarak yazılmış kitapları vardır. Ellerini bu harflerin
üzerinden geçirirler, harfleri tanırlar ve kelimeleri söylerler; hiç kekelemeden
okurlar. Bir yanlış yaptıkları zaman zavallıcıkların nasıl kızardığını
görmelisiniz. Yazı da yazarlar, hem de mürekkep kullanmadan. Sıkıştırılmış,
sert kağıtların üstüne, kağıtta özel bir alfabeye göre sıralanan gömülü harfler
meydana getiren çelik kalemle yazarlar; bu noktacıklar kağıdın arka tarafına
kabartmalı olarak çıkarlar, öyle ki kağıdın arkasını çevirip ellerini üstünde
dolaştırdıkları zaman yazmış olduklarını kendileri de, başkaları da rahatlıkla
okuyabilirler. Bu şekilde kompozisyonlar, birbirlerine mektuplar yazarlar.
Gene aynı şekilde rakamlar yazarlar ve hesap yaparlar. Etraflarındakini
görmediklerinden dikkatleri dağılmaz ve büyük bir kolaylıkla ve yanılmadan
akıldan hesaplarlar. Birisinin okuduğunu dinlemek onların o kadar hoşuna
gider ki; büyük bir dikkatle dinlerler, okunan her şeyi hatırları aralarında da
tartışırlar. İçlerinden en küçükleri bile tarihten, dilbilgisinden söz ederler.
Dördü, beşi bir sıraya otururlar, birbirlerine doğru dönmeden, birinci
üçüncüyle, ikinci dördüncüyle sohbet eder. Kulakları o kadar hassas, o kadar
keskindir ki bu konuşmaların bir kelimesini bile aksatmadan, hepsi birden
yüksek sesle konuşurlar! Emin olun, onlar sınavlarına sizlerden daha çok
önem verirler ve öğretmenlerini de daha çok severler. Öğretmenlerini ayak
seslerinden ve kokularından tanırlar. Öfkeli mi, güler yüzlü mü olduğunu,
sıhhatinin iyi mi, kötü mü olduğunu söylediği ilk sözün tonundan anlarlar.
Onları uyardığı yada övdüğü zaman öğretmenin kendilerini ellemesini
isterler, ona karşı olan minnettarlıklarını belirtmek için de onun ellerine,
kollarına dokunurlar. Birbirlerini de severler, çok iyi arkadaştırlar.
Teneffüslerde birbirlerinden hiç ayrılmazlar. Mesela kızlar bölümünde keman
çalanlar, piyano çalanlar, flüt çalanlar çaldıkları müzik aletlerine göre
topluluklar meydana getirirler ve birbirlerinden hiç ayrılmazlar. Birisini
sevdikleri zaman ondan uzaklaşmaları çok zor olur. Arkadaşlığa çok
bağlıdırlar. Birbirlerini büyük bir doğrulukla yargılarlar. İyilikle kötülüğü
birbirinden kolayca ayırt ederler. Cömert bir davranış önemli bir olayı
dinlerken kimse onlar kadar heyecanlanamaz.”
Votini:
– “Müzik aletlerini iyi çalıyorlar mı?” diye sordu.
Öğretmen:
– “Müziğe karşı büyük bir hayranlık duyuyorlar, adeta ona tutkunlar. Müzik
onların neşesi, hayatı. Körler Okuluna daha yeni gelen küçük çocuklar bile
iki, üç saat boyunca, kımıldamadan, ayakta müzik dinleyebilirler. Çok
kolaylıkla öğrenirler ve tutkuyla çalarlar. Öğretmen birine müziğe karşı
kabiliyeti olmadığını söylediği zaman beriki buna çok üzülür ama, gene de
ümitsizce de olsa çalışmaya devam eder. Ah! Orada çalınan müziği bir
duyabilseniz. Başları dik, dudaklarında tebessüm, yüzleri kızarmış,
heyecandan titreyerek nasıl müzik çaldıklarını bir görebilseniz! Etraflarını
çevreleyen ebedi karanlığın içinde bu müziği tanrısal bir avuntu gibi
kendilerinden geçerek dinlerler! Öğretmenlerden biri onlara:
– “Sen ileride gerçek bir yorumcu olacaksın!” dese sevinçten çılgına
dönerler, gözlerinden büyük bir mutluluk saçılır.
– “Müzik dersinde birinci olanı, piyanoyu, ya da kemanı diğerlerinden daha
iyi çalanı bir kral gibi görürler; onu bütün kalpleriyle severler ve ona saygı
gösterirler. Aralarında bir anlaşmazlık olsa hemen ona giderler; iki arkadaş
birbirine darılacak olsa onları o barıştırır müzik dersleri verdiği küçük
öğrenciler onu bir baba gibi görürler. Uyumaya gitmeden önce gelir ona iyi
geceler dilerler. Hiç durmadan müzikten söz ederler. Akşam, yataklarına
girdiklerinde, hemen hepsi bütün gün çalışmanın verdiği yorgunlukla
uyuklarlar ama, gene de müzik çalışmalarından, yorumculardan, müzik
aletlerinden, orkestralardan söz ederler, bu konularda birbirleriyle tartışırlar.
Onların okuma, ya da müzik derslerine katılmalarına engel olmak öyle büyük
bir cezadır ki, bilemezsiniz! Bu onlara öyle büyük bir acı verir ki hiç kimse
onları bu şekilde cezalandırmaya yanaşmaz. Işık bizim gözlerimiz için neyse,
müzik de onların kalbi, ruhu için odur.”
Derosi, bir gün onları görüp göremeyeceğimizi sordu.
Öğretmen:
– “Elbette gidilebilir ama, çocuklar siz daha henüz gidemezsiniz. Oraya
daha ileride gidebilirisiniz, bu felâketin yüceliğini, o çocukların çektiği acıyı
iyice anlayabilecek yaşa gelince gidersiniz. Orada göreceğiniz oldukça acıklı
bir görüntüdür, evlatlarım. Körler Okulu’nda, bazen, ardına kadar açık duran
bir pencerenin önüne oturmuş, sakin bir yüzle, sevinç içinde temiz havayı
koklayan ve sizlerin gözlerinizle seyredebildiğiniz o göz alabildiğine uzanan
yeşilliği, güzel masmavi dağları seyredermiş gibi duran çocuklara rastlanır...
Ve onların hiçbir şey görmediğini, bütün bu güzelliklerin hiçbirini
göremeyeceklerini düşünmek, onların bu derece kör olduklarını hatırlamak
insanın yüreğini burkuyor. Doğuştan kör olanlar, dünyaya ait hiçbir şey
görmemiş olduklarından ve akıllarından hiçbir şeyin hayali bulunmadığından
daha az acı çekiyorlar. Ama, sonradan kör olan çocuklar önceleri görmüş
oldukları her şeyi hala hatırlıyorlar ve böylece de neler kaybettiklerini çok iyi
anlıyorlar. Ama, zamanla hayallerindeki şeyler kaybolmaya başlıyor, onlar
için o kadar kıymetli olan o hayaller her gün biraz daha gölgeleniyor.
Sevdikleri insanların hayallerinin yavaş yavaş kaybolması onları büyük bir
acıya boğuyor. Bu çocuklardan biri bir gün bana, büyük bir acıyla:
– “Bir an için de olsa, annemin yüzünü bir kere daha görebilmeyi çok
isterdim, çünkü artık onu hatırlayamıyorum!” dedi.
Anneleri onları görmeye geldiği zaman çocuklar ellerini onların yüzüne
koyuyorlar, onları alınlarından çenelerine, kulaklarına kadar iyice elliyorlar.
Onların kaybolmaya başlayan hayallerini doku organlarının yardımıyla
hatırlamaya çalışıyorlar. Sanki daha iyi görebilmek istermiş gibi annelerini
ismiyle çağırıyorlar, onun yüzünü gözünü ellemesine izin vermelerini
istiyorlar. Duygusuz pek çok insan bile oradan ağlayarak çıkıyor! Oradan
çıktığı zaman insana öyle geliyor ki; kişileri, evleri, gökyüzünü görebilmek
bizim için hak edilmemiş bir mutluluk, gibi geliyor. Eminim ki her biriniz,
Körler Okulu’nu gezdikten sonra, güneşin ışığını göremeyen, anasının
yüzünü hatırlayamayan o zavallı çocukların bir parçacık olsun bir şeyler
görebilmesini sağlayabilmek için kendi görme yeteneğinden bir parçasını
verirdiniz!”
Dostları ilə paylaş: |