İçimizde Bir Yer



Yüklə 0,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə30/31
tarix24.01.2023
ölçüsü0,64 Mb.
#80440
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31
İçimizde Bir Yer - Ahmet Altan

Durdum ve Bekledim
Gece yarısı, ormanın ortasında kamyoneti durdurup bütün
ışıklarını söndürdükten sonra indim.
Saf, katışıksız, lekesiz, dokunulmamış karanlığı görmek
istiyordum.
Simsiyahtı.
Bir yaz ormanı, yüzlerce yıldan beri alıştığı bir geceyi
kendi sesleriyle yaşıyordu, birbirine dokunan yapraklarla
dalların hışırtıları, tuhaf böceklerin kesik kesik, ince
cayırdamalan, gece kuşlarının arada duyulan ötüşleri, toprağın
bir sese dönüşen derin sessizliği.
O karanlığın bir parçası olana kadar durdum.
Sonra başımı gökyüzüne kaldırdım.
Böylesine terk edilmiş ve böylesine kalabalık bir gökyüzü
görmemiştim.
Onun sonsuza açıldığını hissedebiliyordum.
Her biri bir başka dünya olan milyonlarca yıldız, gümüşi
çakıntılar
�yla biraz sonra bana doğru koşmaya hazırlanır
gibiydiler.
O kadar çoktular ki, bakana bir hiçliği hatırlatıyorlardı.
Yolda telefon çalmıştı.
"Bir kaza" olmuştu.
Gazetenin önünde bir otobüs çarpmıştı.
Önemli bir kazaya benzemiyordu.


Ama sezgilerim, önemsiz bir kazayı bana haber
vermeyeceklerini söylüyordu.
İkinci telefon, durumun "ciddi hattâ ümitsiz" olduğunu
söylüyordu.
Üçüncü telefon tek kelimelikti.
"Öldü."
İçim kasılmıştı.
Bedenim, bir zaman sonra kendisinin de parçası olacağı
sonsuz bir gerçeği duygularımdan önce kavramıştı.
Olay, duygularla aklın hemen kavrayamayacağı kadar
tuhaftı.
Gazete binasından çıkmış ve ölmüştü.
Kazanın akıl almaz basitliği, ölümün korkunç yüzünü daha
fazla ortaya çıkartıyor, ölümün hep bizimle birlikte yaşadığını
hepimize hatırlatıyordu.
Her zaman orada olmasına alıştığınız biri, artık orada
değildi.
Daha sonra onunla ilgili yazıları, anıları okuyacaktım.
Hepimiz, başkalarını kendi aynasına yansıdığı kadar
görüyordu.
Bir insanı, ancak bize değdiği yerinden tutabiliyorduk.
Bizim aynamıza yansımayan, bize değmeyen yerlerini
bilmiyorduk.
Ölüm, bir denizin dibindeki kumlara daldırılan demirden
dev bir kepçe gibi duygularımı karmakarışık bir biçimde
yerinden kımıldatmıştı.


Anılar, gülümsemeler, kızgınlıklar, acımalar, öfkeler etrafa
saçılmış, bir kederin içinde yeniden birbirine girmişti.
Sinemaya yalnız başına gidermiş!
O kadar çok arkadaşı olan biri neden sinemaya yalnız
gider?
Yalnız olmak istediğinde bile etrafında ona dokunmayan
birileri bulunsun diye mi, karanlığın içinde yapayalnız
kalabilmek için mi, seyrettiklerini paylaşabileceği kimse
olmadığına inandığından mı, hayattan kaçmak istediğinde
sığınabilecek tek yer olarak, ışıkları söndürülmüş bir sinema
salonunu bulabildiğinden mi?
Neden bir insan sinemaya yalnız gider?
Belki de hiç akla gelmeyecek basit ve sıradan bir nedeni
vardı.
Ama, trajedisini sıradanlığa borçlu bir ölümle bu dünyadan
ayrılan ve herkesin, "neşesi, kibarlığı, şakalarıyla" andığı bu
adamın geçmişinde öyle trajediler vardı ki onun hayatındaki
her harekete insan kaçınılmaz olarak neredeyse trajik bir
neden arıyordu.
îki çocuğunu birden aynı günde kaybetmişti.
Gündelik hayatın içinde karşılaştığınız gülümseyen
yüzünde bu trajedinin izlerini görmüyordunuz.
Nerede taşıyordu o izleri?
Birçok insana dostluğu, iyiliği dokunduğu halde insanlara
karşı her zaman sevgi dolu olduğu söylenemezdi; üzdüğü,
hayatını zorlaştırdığı, haksızlık ettiği insanlar vardı, bir gazete
patronu olmanın kaçınılmaz lekelerini ruhunda taşırdı ama
çocukları severdi.


Onun yönettiği dergiler, bir çocuk cenneti olarak anılırdı.
Çocukların her hareketini, yaramazlığını hoşgörülü bir
gülümsemeyle karşılar, büyüklere her zaman göstermediği
sevecenliği çocuklara sınırsız bir cömertlikle armağan ederdi.
Çocukları ölmüştü.
Ve, sinemaya yalnız giderdi.
Işıksız salonlarda tek başına otururdu.
Acılarını göstermez ve işlediği günahların bedelinin bu
acıyla ödenmesini umar gibi hep anlayışla karşılanmayı
beklerdi.
Teselli kabul etmez yoğun bir acıyı sonsuz bir
gülümsemeye çevirirken sanki bütün sınırları yıkıp geçmek
zorunda kalmıştı.
Onu benden daha iyi tanıyanlar, ondan dümdüz ve
eğlenceli bir ovadan söz eder gibi söz ediyorlar.
Her gün tekrarlanan tavla partileri, bildik takılmalar, dergi
toplantıları, daha iyi haber talepleri, yeni dergi projeleri,
çevresine topladığı genç gazeteciler, şakalar...
Düz bir ova gibi mi yaşamıştı gerçekten?
Her an herkese her yanını gösterir gibi açık bir
gülümsemeyle karıştığı hayatın içinden hiçbir gizlisi olmayan
bir ova gibi mi geçmişti?
Acılarını nerede saklamıştı?
Öfkelerini?
Bir gazete yöneticisi olmanın getirdiği karmakarışık
ilişkilerin, kalabalıklara yansımamış konuşmaların, bir haber
için feda edilen dostlukların izleri nerede gizliydi?


Yaşadığı büyük sarsıntıların yarattığı kraterler neredeydi, o
kraterler hangi yağmurların sularıyla dolmuştu?
Niye insanlar ona sinema kapılarında yapayalnız bilet
alırken rastlamışlardı?
Ben onun sesinin uysallığını hatırlıyorum.
Bir de o uysal sese eşlik eden biraz mahcup
gülümsemesini.
Karşısındaki sertleştiğinde bile neden uysaldı sesi, artık
hiçbir şeye aldırmıyor muydu, sertleşmeye gerek duymayacak
kadar anlamsız mı buluyordu her şeyi, kendi haksızlıklarını
kabul edecek bir olgunluğa mı erişmişti, sözlerin asla
açamayacağı kadar derin yaraları olduğundan mı keskin
seslere uysal gülümsemelerle karşılık veriyordu?
Hakşinaslıklarını da görmüştüm, haksızlıklarını da...
Telefonda tek kelime duymuştum.
— Öldü!
İçim kasılmıştı.
Sonra bütün duyguları kucaklayan, saran bir keder.
O, ölüm haberlerini nasıl karşılıyordu acaba, diye
düşünmüştüm.
Ölümlerin en korkuncunu ölmeden önce yaşamıştı.
Ölümden değil, yaşlanmaktan, elden ayaktan düşmekten
korktuğunu anlatmıştı dostları.
Ölümden o kadar da korkmuyordu herhalde.
İyilikleri ve kötülükleri, hakşinaslıkları ve haksızlıkları,
yardım ettikleri ve hayatını zorlaştırdıkları vardı.


Sanki bütün gücüyle derinlerini saklamaya, hattâ belki de
yok etmeye uğraşmıştı.
Büyük bir acıyı görmüş, sarsılmış, bir uçuruma düşmemek
için sıradanlığın dallarına tutunmuş, her haksızlığın
bağışlanmasını farkına varmadan beklemişti.
Sinemaya yalnız giderdi.
Şimdi ölüm, bir kumsaldaki ayak izlerini siler gibi hayata
ait inişli çıkışlı duyguları siliyor, onun uysal sesi, yumuşak
gülümsemesi ve kekremsi bir keder kalıyor.
Bir gece yarısı, bir yaz ormanının ortasında durdum.
Dokunulmamış, saf ve lekesiz karanlığa baktım.
Ercan'ın yapayalnız girdiği o sonsuz sinemanın karanlığını
görmek, bir an olsun o karanlığı onunla paylaşmak ve onun o
uysal sesiyle ona, "Geçti artık, hepsi geçti" demek için
bekledim.
Yıldızlar, üstüme koşacak gibi duruyorlardı.
Ve alışkın olduğu o karanlıkta sesimi duymasını diledim.
BİTTİ


Yüklə 0,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin