Pereira İddia Ediyor



Yüklə 0,79 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/20
tarix28.11.2023
ölçüsü0,79 Mb.
#166952
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20
Pereira İddia Ediyor - Antonio Tabucchi

aramızdan ayrıldı. Sonra altbaşlığı yazdı: ‘Büyük tiyatro yazarının,
Lizbon’da Düş Bu, Belki de Değil adlı oyunu sah-nelenmişti. Yirmibeş
Temmuz bindokuzyüzotuzsekiz günüydü ve Lizbon bir Atlantik
esintisinin mavi gökyüzü altında parıldıyordu,’ diye iddia ediyor
Pereira.


2
Pereira, o gün öğleden sonra havanın değiştiğini iddia ediyor.
Atlantik’ten gelen esinti birden kesilince bastıran kalın sis perdesi
yüzünden kent yakıcı bir kefenin içine sarmalanmış buldu kendini.
Pereira bürodan çıkmadan önce, kendi parasıyla satın alıp kapının
arkasına astığı termometreye baktı. Otuzsekiz dereceyi gösteriyordu.
Pereira vantilatörü kapattı, merdivenlerde ona, hoşçakalın Doktor
Pereira, diyen kapıcı kadınla karşılaştı, avluda dalgalanan kızartma
kokusunu bir kez daha burnuna çekti ve sonunda temiz havaya çıktı.
Giriş kapısının önünde mahalle pazarı kurulmuştu. Ulusal Cumhuriyet
Muhafızları’nın iki kamyoneti orada duruyordu. Pereira, pazarın
çalkalandığını biliyordu, çünkü önceki gün Alentejo’da polis, pazara mal
getiren sosyalist bir arabacıyı öldürmüştü. işte bu nedenle Guarda
Cumhuriyet Muhafızları pazarın demir parmaklıkları önünde
bekliyordu. Ama Lisboa, daha doğrusu müdür yardımcısı haberi
yayınlamak cesaretini bulamamıştı, çünkü müdür tatildeydi,
serinlemek ve kaplıca sularından nasibini almak için Buçaco’ya
gitmişti, zaten sosyalist bir arabacının Alentejo’da arabasının içinde
katledildiği ve bütün kavunları kana buladığı haberini vermeye kim
cesaret
edebilirdi ki? Kimse, çünkü ülke susuyordu, susmaktan başka
bir şey gelmezdi elinden, bu arada da insanlar ölüyor, polis de key ince
hareket ediyordu. Pereira terlemeye başladı, çünkü yeniden ölümü
düşünmeye başlamıştı. Bu kenti ölümün pis kokusu kaplamış, bütün
Avrupa’yı pis ölüm kokusu kaplamış, diye düşündü.
Oradan iki adım ilerde, hemen Yahudi kasabının yanındaki
Café Orquidéa’ya gitti, içeri girip küçük bir masaya oturdu, içerde hiç
değilse vantilatörler çalışıyordu, oysa dışarda sıcak dayanılır gibi
değildi. Bir limonata söyledi kendine, tuvalete gitti, elini yüzünü ıslattı,
sonra da bir puro isteyip akşam gazetesini sordu. Kahvenin garsonu
Manuel de tutup Lisboa'yı getirdi. Pereira o günün provalarını
görmemişti, böylece bilmediği bir gazeteymiş gibi sayfaları karıştırdı.
Ilk sayfada ‘Dünyanın en lüks yatı bugün New York’tan hareket etti’
yazıyordu. Pereira uzun uzun başlığa baktı, sonra gözlerini fotoğrafa
çevirdi. Şampanya mantarlarını patlatmakla uğraşan bir grup hasır
şapkalı ve gömlekli insanın resmiydi. Pereira terlemeye başladı, diye
iddia ediyor Pereira ve bir kez daha bedenin dirilişini düşündü. Nasıl


yani, diye düşündü, eğer dirilirsem, bu hasır şapkalı insanlarla birlikte
olmak için mi? Kendini gerçekten sonsuzluğun belirsiz bir limanında,
bu yattaki insanlarla birlikte düşledi. Ve sonsuzluk, puslu bir sıcak
kılıfının altında ezilmiş ve Ingilizce konuşarak kadeh kaldırıp, oh oh,
çeken şu insanlarla dayanılmaz bir yer olarak göründü ona. Pereira bir
limonata daha getirtti. Eve gidip soğuk bir banyo mu almalı, yoksa
birkaç yıl önce karısı öldüğü zaman günah çıkarmaya gittiği, sonra da
ayda bir kez ziyaret ettiği rahip dostu, Mercés Kilisesi’nden Don
Antönio’ya mı uğramak, diye düşündü. Don António’ya gitmeyi daha
uygun buldu, belki bu iyi gelirdi.
Oyle de yaptı. Pereira, bu sefer hesabı ödemeyi unuttuğunu
iddia ediyor. Kaygısızca, daha doğrusu hiç düşünmeden yerinden
kalkmış, çekip gitmişti, gazetesiyle şapkasını da masanın üzerinde
bırakmıştı, belki bu sıcakta başını örtmek istemediğinden, belki de
unutma alışkanlığı olduğundan.
Peder Antönio çok çökmüştü, diye iddia ediyor Pereira.
Gözünün altındaki halkalar yanaklarına kadar iniyordu ve iyi uyumamış
birinin bitkinliği vardı üzerinde. Pereira nesi olduğunu sordu. Peder
Antönio da yanıtladı: Nasıl, haberin yok mu? Alentejolu bir adamı
arabasında katlettiler, kentte ve başka yerlerde grevler var, hesapta bir
gazetede çalışıyorsun, hangi dünyada yaşıyorsun sen? Dinle beni
Pereira, gidip biraz bilgi edinsen hiç fena olmaz.
Bu kısa söyleşiden ve baştan savılma şeklinden altüst olmuş
bir halde oradan çıktığım iddia ediyor Pereira. Şöyle düşünmüş: Hangi
dünyada yaşıyorum ben? Ve aklına tuhaf bir ikir geldi, belki de
yaşamıyordu, sanki çoktan ölmüş gibiydi. Daha da beteri, ölümü,
inanmadığı bedenin dirilişi ve buna benzer başka saçmalıkları
düşünmekten başka bir şey yapmıyordu, yaşamı sağ kalmaktan öteye
geçmiyordu, yaşamın bir kurgusuydu. Ve Pereira’nın üzerine bir
bitkinlik çöktü, diye iddia ediyor Pereira. En yakın tramvay durağına
kadar ayak sürümeyi başarıp Terreiro do Paço’ya giden tramvaya bindi.
Pencereden, güzel Lizbon’unun ağır ağır geçip gitmesini seyretti, güzel
binaların yükseldiği Avenida da Liberdade’yi inceledi, sonra da Ingiliz
tarzı Praça da Rossio’yu; Terreiro do Paço’da Şato’ya kadar çıkan başka
bir tramvaya bindi. Katedral’de indi, çünkü çok yakında, Rua da
Saudade’de oturuyordu. Evine giden yokuşu binbir zahmetle tırmandı.
Kapıcının zilini çaldı, çünkü giriş kapısının anahtarını aramak


gelmiyordu içinden, aynı zamanda ev işlerini de çekip çeviren kapıcı
kadın gelip kapıyı açtı. Doktor Pereira, dedi kapıcı kadın, akşam
yemeğine pirzola kızarttım size. Pereira teşekkür etti, ağır ağır
merdivenleri çıktı, her zaman bıraktığı yerden, paspasın altından
anahtarını alıp içeri girdi. Holde karısının resminin bulunduğu
kitaplığın önünde durdu. Bu fotoğrafı, bindokuzyüzyirmiyedi yılında,
Madrid’e yaptıkları bir yolculuk sırasında kendisi çekmişti ve geri
planda Escorial’ın iri karaltısı seçiliyordu. Kusura bakma, biraz geç
kaldım, dedi Pereira.
Pereira bir süredir karısının resmiyle konuşma alışkanlığı
edindiğini iddia ediyor. Gününü nasıl geçirdiğini anlatıyor,
düşüncelerini açıyor, akıl danışıyordu. Bilmem hangi dünyada
yaşıyorum, dedi Pereira fotoğrafa, Peder Antönio da aynı şeyi söyledi
bana. Sorun ölümden başka bir şey düşünmememde, sanki bütün
dünya ölmüş ya da ölmek üzere gibi geliyor bana. Sonra Pereira hiç
doğmayan oğullarını düşündü. Evet, bir çocuk sahibi olmak isterdi, ama
gecelerini uykusuz geçiren ve sanatoryumlarda uzun süreler kalan bu
kırılgan hasta kadından isteyemezdi bunu. Uzüntü duydu. Çünkü bir
oğlu, masa başına oturup tartışabileceği kocaman bir oğlu olsaydı,
kendisini artık anımsamadığı uzak bir yolculuğa götüren şu portreyle
konuşmak zorunda kalmayacaktı. Eh, ne yapalım, dedi;bu da karısının
resminden ayrılma biçimiydi. Sonra mutfağa gitti, masaya oturdu ve
tavanın kapağını kaldırdı. Pirzola soğuktu, ama canı ısıtmak
istemiyordu. Hep öyle, kapıcı kadının bıraktığı gibi yerdi: soğuk.
Çabucak yedi yemeğini, banyoya gidip koltuk altlarını yıkadı, gömleğini
değiştirdi, siyah bir boyunbağı taktı ve bindokuzyüzyirmiyedide
Madrid’den aldığı bir parfüm şişesinin içinde kalan Ispanyol
parfümünden biraz sıktı. Sırtına gri bir ceket atıp Praça da Alegria’ya
gitmek için evden çıktı, çünkü saat dokuz olmuştu, diye iddia ediyor
Pereira.


3
Pereira, o akşam kent sanki polisin eline geçmişti, diye iddia
ediyor. Polisler her yerdeydiler. Pereira, Terreiro do Paço’ya kadar bir
taksiye bindi, orada kemeraltlarıda cipler duruyor, kısa namlulu tüfekler
taşıyan polisler geziniyordu. Belki gösteri yapılmasından ya da
meydanlarda toplaşılmasından çekiniyor, bu yüzden de kentin stratejik
noktalarını tutuyorlardı. Pereira yürüyerek devam etmek isterdi, çünkü
kardiyolog biraz hareket etmesi gerektiğini söylemişti, ama bu uğursuz
askerlerin önünden geçmeye cesaret edemedi, böylece Praça de
Figueira’ya varmak için Rua dos Franqueiros’u kateden tramvaya bindi.
Praça’da indiğinde karşısına başka polislerin çıktığını iddia ediyor
Pereira. Bu sefer müfrezelerin önünden geçmek zorunda kalıp huzursuz
oldu. Geçerken askerlere seslenen bir subayın sözleri çalındı kulağına:
Unutmayın gençler, kışkırtıcılar hep pusuda bekler, gözünüzü dört
açmalısınız.
Pereira çevresine baktı, sanki öğüt kendisine verilmişti, ama
gözünü dört açmak için bir neden göremedi. Avenida da Liberdade
sakindi, dondurmacı dükkânı açıktı ve masalarda serinlemeye çalışan
insanlar vardı. Pereira ana kaldırımda ağır adımlarla yürümeye başladı
ve işte o anda müziği işitti, diye iddia ediyor
Pereira. Kulağa hoş gelen, melankolik bir müzikti. Coimbra gitarıyla
çalmıyordu. Müzikle polis kuvvetlerinin bağlaşması garibine gitti.
Müziğin Praça da Alegria’dan geldiğini düşündü, haklıydı, yaklaştıkça,
müziğin yoğunluğu da artıyordu.
Meydan, kuşatma altındaki bir kent meydanına gerçekten
benzemiyordu, diye iddia ediyor Pereira. Çünkü polis falan yoktu
ortalıkta, hayır, sadece bir sıranın üzerinde uyuklayan, sarhoş olduğu
belli bir gece bekçisi seçiliyordu. Meydan, kâğıttan çiçeklerle ve bir
pencereden ötekine gerilmiş tellerden sarkan sarı ve yeşil ampullerle
süslenmişti. Dışarıya masalar konmuştu ve birkaç çift dans ediyordu.
Sonra meydandaki iki ağacın arasına asılmış, üzerine dev gibi har lerle:

Yüklə 0,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin