Hashimoto tiroiditli hastalar aşağıdakilerden biri veya birkaçı ile prezente olabilir (56):
• Guatr veya tiroid nodülü
• Hipotiroidi
• Tirotoksikoz (Hashitoksikoz)
Hashimoto tiroiditinde en sık bulgu tiroid büyümesidir. Hastaların %75’inde ötiroid guatr
vardır. Hastalar doktora boyunda şişlik, rahatsızlık hissi yakınması ile başvurabilir ya da başka
bir nedenle yapılan muayenede guatr saptanabilir. Tiroid bezi genelde diffüz olarak
büyümüştür, orta sertlikte ve lastik kıvamındadır. Bazı hastalarda multinodüler guatr olabilir ya
da çok nadiren tek nodül görülebilir Piramidal lop belirgin olarak büyümüştür. Çoğu hastada
guatr asemptomatik olsa da nadiren ağrı ve hassasiyet olabilir (8,28).
Tiroid bezinde ani büyüme ve ağrı varlığında tümör ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Otoimmun
tiroiditin diffüz olması, hipotiroidi bulguları, piramidal lob büyümesi ayırım sağlamazsa ince
iğne aspirasyon biyopsisi (TĐĐAB) yapılır. Patolojik olarak lenfoma ve küçük hücreli tiroid
kanserleri Hashimoto tiroiditi ile karışabileceği gibi uzun sürede Hashimoto tiroiditi lenfoma
gelişimi için bir risk faktörüdür. Hashimoto tiroiditinde asimetrik bez büyümesi, ağrı, ses
kısıklığı, lenf nodu gelişimi tiroid lenfomasını akla getirmelidir (8).
Kliniğe ilk başvuran hastaların %20’sinde hipotiroidi semptom ve bulguları mevcuttur ya da
yıllar içinde gelişir (8). Önceleri Hashimoto tiroiditinden kaynaklanan hipotiroidizmin kalıcı
12
olduğu düşünülürdü. Ancak yakın zamanda Hashimoto tiroiditinin geçici hipotiroidi
yapabileceği yönünde kanıtlar vardır. Yaklaşık %20 hastada tiroid hormon replasmanı alırken
spontan iyileşme sağlanmıştır (57).
Hashimoto tiroiditinde hastaların %5’inden azında tipik hipotiroidi gelişimi öncesi tirotoksikoz
semptomları görülebilir (8).
Hashimoto tiroiditi olan hastalarda ve bunların yakınlarında diğer otoimmun hastalık prevalansı
artmıştır. Örneğin; Addison hastalığı, tip1 diabetes mellitus, pernisyöz anemi, romatoid artrit,
myastenia gravis, multipl skleroz ve vitiligo Hashimoto tiroiditinde daha sık görülmektedir (28,
33).
Laboratuar Bulguları
Hastaların büyük bir kısmı ilk değerlendirmede hipo ve ötiroittir. Ancak nadiren tirotoksikoz
ile gelirler. Hipotiroid hastalarda serum T3, T4 düzeyi ve T3 uptake’i azalmış, TSH düzeyi
artmıştır. Hipotiroidisi hafif olanlarda (subklinik hipotiroidi) ise sadece serum TSH
konsantrasyonu artmıştır (58,59). Subklinik hipotiroididen aşikar hipotiroidiye geçiş yaklaşık
%3- 5 oranında görülür (8).
Hashimoto tiroiditinin immunolojik teşhisi çeşitli yöntemlerle serumda anti mikrozomal (anti
TPO) ve anti tiroglobulin (anti Tg) antikorlarının saptanması ile konulur. Anti tiroid peroksidaz
(Anti TPO) antikor en yardımcı laboratuar testtir. Ancak antitiroid antikorlar düşük titrelerde
diğer tiroid hastalıklarında ve hatta normal kişilerde de bulunabilir. Đnce iğne aspirasyon
biyopsisi rutin olarak tanıda gerekli değildir. Ancak antikor negatif olan hastalarda teşhiste
yardımcı olur. Ayrıca tek nodülü olan hastalarda malignitenin ekarte edilmesi için gereklidir
(60).
Diffüz guatrı veya hipotiroidisi olan pek çok hastada tiroid radyoaktif iyot uptake’i
değerlendirmede şart değildir. Ancak hasta tek bir nodül ile başvurduğunda ve yapılan nükleer
değerlendirmede soğuk nodülün tespiti malignensi için yüksek bir risk oluşturur ve biyopsi
yapılmasını gerektirir (28).
USG’ de Hashimoto tiroiditinde tiroid ekojenitesinde azalma ve psödonodüller gözlenir (56).
13
Tedavi:
Hashimoto tiroiditinde tedavi fizyolojik dozda (0,1-0,15mg/gün) tiroid hormon (levotiroksin)
uygulamasıdır. Yaşlı hipotiroidililerde ve koroner arter hastalığı olanlarda başlangıç doz daha
düşük olmalıdır (0,0125- 0,025mg/gün).
Guatrı olan ancak hipotiroidisi olmayan hastalarda otörler tiroid hormon replasmanını
önermektedir. Çünkü tiroid hormon replasmanı guatrın büyümesini sınırlandırır. Ayrıca
Hashimoto tiroiditinin seyrinde hipotiroidi sonradan gelişebileceğinden erken tiroid replasmanı
mantıklı görünmektedir (61,62).
Hashimoto tiroiditinin nadir, atipik ve hızlı tiroid büyümesi olan formunda lokal semptomları
geriletmek amacıyla tedavide kortikosteroidler kullanılabilir. 60-80mg/gün prednizon ile
başlanıp 3-4 hafta içinde doz azaltılarak tedaviye devam edilir.
Cerrahi tedavi Hashimoto tiroiditinde nadiren endikedir. Daha çok kortikosteroidlere cevapsız
obstrüktif semptomları geriletmek için kullanılır (28).
PARATĐROĐD HORMONU
Yapı ve Biyosentez:
Ekstrasellüler sıvıda kalsiyum konsantrasyonunun regülasyonunda esas rol oynayan paratiroid
bezleri ilk kez 1880 yılında Sandström tarafından tanımlanmıştır.1896’da Vassale ve generali
köpekte paratiroid bezlerinin tümüyle çıkarılmasının ciddi tetaniye neden olduğunu göstererek
paratiroidler ile mineral metabolizması arasındaki ilişkiye ilk kez dikkati çekmiştir (63).
Paratiroid bezler endodermal orjinlidir. Üst paratiroid bezleri 4. bronşial poştan, alt paratiroid
bezleri ise 3. bronşial poştan gelişir. Genellikle çevre yağ dokusu içine gömülmüş halde
bulunan paratiroid bezleri bazen tiroid içinde de bulunabilir. Bu durum intratiroidal gland
olarak adlandırılır (11).
Paratiroid bezinde ribozomlarda sentezlenen ilk ürün pre-pro-paratiroid hormondur ve 115
aminoasitten oluşan tek zincirli polipeptiddir. Pre-pro PTH’ da 25 aminoasitli olan pre-peptid,
14
pro-PTH’nın amino ucuna kovalan olarak bağlanmıştır. Pre peptidin ayrılmasıyla pro-PTH
oluşur. Pro-PTH 90 aminoasitlidir.Pro parçası PTH’nın amino ucuna ekli 6 aminoasitten
ibarettir. PTH’nın iki öncüsü pre-pro PTH ve pro-PTH spesifik proteazlarla ayrılır. Son ürün 84
aminoasitten oluşan bir polipeptiddir. Pre-pro PTH ve pro-PTH paratiroid bezinden normalde
salgılanmazlar, ancak bazı patolojik durumlarda salgılanırlar (11,64 ).
PTH’ un biyolojik olarak aktif ucu amino ucudur. PTH’nın amino ucuna bağlı pre veya pro
peptid prekürsörleri biyolojik olarak daha az aktiftir. 84 aminoasitli polipeptid halinde periferik
dolaşıma sekrete edildiğinde hemen daima küçük fragmanlara ayrılır. Đlk bölünme 33 ve 34.
aminoasitler arasında oluşarak amino terminal fragman salınır. PTH ve aktif fragmanlarının
sadece birkaç dakikalık yarı ömrü mevcut iken, PTH’nın birçok fragmanının yarı ömrü birkaç
saattir. Bu fragmanlar immunolojik aktiviteye sahiptir, fakat biyolojik aktiviteleri yoktur (64).
Sekresyonun Kontrolü:
PTH sekresyonu primer olarak ekstrasellüler kalsiyum konsantrasyonu ile kontrol edilir.
Hipokalsemi paratiroid hücrelerinde sellüler adenil siklaz aktivitesini ve cAMP formasyon
hızını arttırır, PTH sentez ve salınımını uyarır. Hiperkalsemi ise PTH sekresyonunu suprese
eder (11).
Magnezyum seviyesindeki akut değişimlerin in vitro (65) ve in vivo (66) olarak PTH
sekresyonu üzerine kalsiyuma benzer etkisi olduğu gösterilmiştir. Yüksek magnezyum
konsantrasyonlarında PTH salgılanması baskılanır. Magnezyum seviyesindeki kronik
düşüşlerde ise PTH sentezi için gerekli olan magnezyum gerektiren adenil siklazın inhibisyonu
ve cAMP’nin azalmış sentezi nedeniyle PTH salınımı durur.
Serum inorganik fosfat seviyesinden PTH sekresyonu direkt olarak etkilenmemesine rağmen,
artışı
halinde
ekstrasellüler
sıvıdan
kalsiyum
iyonunun
ayrılması
ile
kalsiyum
konsantrasyonunda azalmaya neden olarak PTH salınımını arttırır.
Epinefrin PTH sekresyonunu arttırır. Uzun süreli glukokortikoid tedavi alan hastalarda da
serum PTH konsantrasyonunun arttığı gösterilmiştir (67). Alüminyum yüksekliğinde ise PTH
sekresyonunun baskılandığı gösterilmiştir.
15
Özellikle D vitamininin PTH sekresyonunu modüle edici etkisi önemlidir. D vitamini
metabolitleri ile PTH arasında negatif feedback olduğu bilinmektedir. Paratiroid bezi
hücrelerinde 1,25(OH)2D reseptörlerinin bulunması, bu metabolitin PTH salgılanmasında
önemli bir işlevi olduğunu düşündürmektedir (11, 68, 69).
PTH sekresyonu gece yarısı en yüksek seviyede olmak üzere diürnal bir ritm göstermektedir.
PTH karaciğer Kuppfer hücrelerinde ve böbrekte metabolize edilmektedir (11, 70).
Biyolojik Aktivitesi:
PTH’nın başlıca görevi ekstrasellüler sıvıda kalsiyum konsantrasyonunu normal seviyede
tutmaktır. Hormon kemik ve böbrek üzerine direkt ve 1,25(OH)2D vitamini sentezi üzerinden
barsakta indirekt etki göstererek serum kalsiyum konsantrasyonunu arttırır (11).
a) Kemik üzerine etkisi:
PTH’nın artmış düzeylerine günlerce devamlı olarak maruziyet osteoklast aracılı kemik
rezorpsiyonunda artışa yol açar. Bu etkisi sonucunda kemikten kalsiyum ve fosfatın salınımı
uyarılır. Ancak hayvanlarda veya osteoporotik hastalarda PTH’nın aralıklı olarak günlerce
uygulanması kemik yıkımından çok kemik formasyonunda net bir uyarılmaya yol açar. Bu da
osteoporoz tedavisinde düşük doz sentetik PTH kullanılmasına olanak sağlamıştır (11,71).
PTH’nın östrojen ile kombine kullanımının özellikle omurga ve kalçada olmak üzere trabeküler
kemikte önemli bir artışa yol açtığı gösterilmiştir (72).
PTH reseptörleri olan osteoblastlar ve stromal hücre prekürsörleri PTH’nın kemik oluşturucu
etkilerinde çok önemlidir. PTH reseptörleri olmayan osteoklastlar ise kemik yıkımında aracılık
eder. Osteoklastların PTH aracılığı ile uyarılmasının indirekt olduğuna inanılır. Bu olay kısmen
osteoblastların osteoklastları aktive etmek için salgıladıkları sitokinler (IGF-1, IL-6, GM-CSF
vb) üzerinden gerçekleşir (11).
b) Böbrek üzerine etkisi:
16
Paratiroid hormonunun renal etkileri daha akuttur. Fosfatürik etkisi ilk kez 1929’da idiyopatik
hipoparatiroidili çocuğa paratiroid ekstresi verilerek gösterilmiştir. PTH, proksimal renal
tubulusta kalsiyum, sodyum, monohidrojen fosfatın reabsorbsiyonunu inhibe eder, distal renal
tubulusta kalsiyum, magnezyum, sodyum ve hidrojen iyonu absorbsiyonunu arttırır. Bu etkiler
monohidrojen fosfat, sodyum, potasyum ve bikarbonatın renal klirensinde artış, kalsiyum,
magnezyum ve hidrojen iyonlarının renal klirensinde ise azalma sağlar (73,74). PTH’nın renal
etkilerine cAMP aracılık eder. PTH’nın proksimal tubulustaki en önemli işlevlerinden biri 1-α
hidroksilaz enzimini aktive ederek 1,25(OH)2D vitamini sentezini arttırmasıdır (11).
c) Đnce barsak üzerine etkisi:
PTH, vitamin D metabolizması üzerine etkisiyle ince barsaktan kalsiyum ve fosfatın
absorbsiyonunu stimüle eder. Đntestinal hücre düzeyinde PTH’nın direkt olarak kalsiyum
trasportunu arttırıcı etkisi olduğunu savunan çalışmalar da mevcuttur (73).
Sonuç olarak, PTH’nın kemik, barsak ve böbrek üzerindeki etkileri serum kalsiyum düzeyinde
artışa neden olur. Kemikten fosfat mobilizasyonunun hızlanması ve barsaktan fosfat
absorbsiyonunun artması teorik olarak plazma fosfat düzeyinde yükselmeye neden olması
beklenirken PTH’nın fosfatürik etkisiyle fosfat kaybı serum fosfat konsantrasyonunda
azalmayla sonuçlanır (11).
Etki Mekanizması:
Paratiroid hormon reseptörü hem PTH’yı hem de PTHrP (Paratiroid hormon ile ilişkili
protein)’yı bağladığı için PTH/PTHrP reseptörü adını almaktadır. PTH/PTHrP reseptörünün
geni 3. kromozomun kısa koluna lokalizedir. PTH/PTHrP reseptörü G- protein reseptörleri
süper ailesindendir. Bu reseptörlerin intrasellüler bağlantılarını G- proteini sağlamaktadır. G-
proteinleri heterodimerik yapıda olup α, β ve γ subünitelerinden meydana gelmektedir. Đnaktif
durumdaki α subünitesine GDP bağlıdır. PTH’nın reseptöre bağlanması ile G proteini GDP
yerine GTP bağlar. Sonra α subünitesi, βγ subünitelerinden ayrılarak Gsα stimüle olur veya Giα
inhibisyonu gerçekleşir. Bundan sonra da adenil siklaz veya fosfolipaz C aktivasyonu başlar.
Adenil siklaz stimülasyonu sonucunda oluşan cAMP böbrekte PTH’nın fosfatürik ve kalsiyum
tutucu etkilerini aynen göstermektedir. Şu halde c AMP, PTH’nın 1-α hidroksilaz üzerine olan
17
etkilerine aracılık eder. Bu arada α subünitesinin GTPaz aktivitesine sahip olması nedeniyle
GTP tekrar GDP’ ye dönüşerek reseptörün aktivitesi sonlandırılır (11).
D VĐTAMĐNĐ – HORMONU
Tanım ve Önemi
Đnsan organizması için vitaminlerin önemi tartışmasızdır
.
Vitaminler vücut için esansiyel olup,
vücutta üretilemeyen ve gıdalarla alınması zorunlu olan maddelere verilen ortak isimdir. Bu
vitaminler arasında en önemlilerinden biri de D vitaminidir(11).
D vitamini klasik bir vitamin olmaktan çok, bir hormon olarak görev görmektedir. Çünkü D
vitamini güneş ışınlarının etkisiyle ciltte üretilmektedir. Bu üretilen madde bir ön madde olup,
karaciğer ve böbrekte iki defa transformasyona uğrayarak, biyolojik aktif madde şekline
dönmektedir. Ayrıca D vitaminin aktif şeklinin kimyasal yapısı steroid hormonları ile benzerdir
(11).
Vitamin D, ilk kez 1919-1920’lerde vitamin olarak sınıflandırılmıştır. Sir Edward Mellanby,
köpekler üzerinde yapmış olduğu bir çalışmada diyetteki bir vitamin eksikliğinden riketsin
ortaya çıktığını gözlemlemiştir (75). 1923 ‘de Goldblatt ve Soames, deride vitamin D’nin bir
prekürsörü olduğunu ve güneş ışığında yağda eriyen vitamin D’nin üretildiğini bulmuşlardır
(76). Hess ve arkadaşları ise sıçanlarda güneş ışığı verildiğinde riketsin önlendiğini
görmüşlerdir (77). 1930’da Windous ve arkadaşları Almanya’da yaptıkları araştırmada
ergosterolün ve derideki 7-dehidrokolekalsiferolün ultraviyole ışınları ile vitaminD2 ve vitamin
D3’e dönüştüğünü saptamışlardır (78).
Vitamin D kemik, barsak, böbrek ve paratiroid bezler üzerine gösterdiği fizyolojik etkilerle
kalsiyum ve fosfor metabolizmasını düzenler (11).
D vitamini yetmezliği çocuklarda riketse yol açarken, erişkinlerde ise osteoporozu agreve ve
presipite eder ayrıca ağrılı bir kemik hastalığı olan osteomalaziye yol açmaktadır (1).
18
D vitamini hormonu sağlıklı kemik gelişimi yanı sıra, birçok kanser tipinin, otoimmun,
kardiyovasküler ve enfeksiyon hastalıkların önlenmesinde gerekli olduğu yapılan birçok
çalışmada gösterilmiştir (1).
D vitamini Sentez ve Metabolizması
D vitamini; dört halkadan oluşup B halkası, 5 ile 6. ve 7 ile 8. karbonları arasında ikişer çift
bağlı, 9 ile 10. karbonlar arasından açılmış, diğer A, C, D halkaları ise doymuş olan bir halka
sistemi ile ve 8 ya da 9 karbonlu yan kolu bulunan bir sterol türevidir
.
Bunlardan en önemlileri
diyet ile alınan bitkisel kökenli ergosterolden türeyen ergokalsiferol [D2 vitamini; 25(OH)D2]
ve hayvansal kökenli deride kolesterolün oksitlenme ürünü olan 7-dehidrokolesterolden
(7DHC) türeyen kolekalsiferoldür [D3 vitamini; 25(OH)D3]. Đnsan vücudunda sadece D3
vitamini sentezlenir (Şekil 1). Bitkisel kökenli D2 vitamini (ergokalsiferol) morötesi ışınlar
aracılığı ile yapraklarda sentezlenir. Her ikisi de hem diyetle alınır hem de sentetik olarak
üretilebilir ( 2,79).
Şekil 1. D vitamininin yapısı ve karbon moleküllerinin numaralandırılması (79).
Đnsan vücudunda bulunan D vitamininin büyük bir kısmı güneş ışınlarındaki 290-315nm dalga
boyundaki mor ötesi ışınlarının etkisi ile deride sentezlenir. Güneş ışığına maruz kalma
engellenmedikçe vücudun tüm ihtiyacı deride sentez edilmek suretiyle karşılanabilir (8,11).
Karaciğerde sentez edilen kolesterol burada 7-dehidrokolesterole (7-DHK) çevrildikten sonra
periferik kana geçerek derinin Malpighi tabakasına gelir. Güneşle temas sürecinde yüksek
enerjili mor ötesi ışınları (290-315nm) epidermisi geçer ve 7-DHC deki çift bağlar tarafından
absorbe olur, bunun sonucunda, inaktif pro D3 vitamini (7-DHC) pre D3 vitaminine dönüşür.
19
Biyolojik olarak inert bir madde olan pre D3 vitamini, termal izomerizasyon ile daha stabil bir
izomere dönüşmektedir. Bu süreç 2-3 gün sürmektedir ve bunun için mor ötesi ışınlarına gerek
yoktur. Deride yapılan D3 vitamini bir α-1 globülin olan DBP’ ye ( D vitamini Bağlayıcı
Protein) bağlanarak karaciğere taşınır (8,11).
Uzun süreli güneş ışığına maruz kalma sonucu, previtamin D3 alternatif iki inert izomer
(lumisterol ve tachysterol) şekline veya yeniden 7DHC’e dönüşebilir. Bu nedenle D vitamin
intoksikasyonu oluşmamaktadır. Oluşan izomerlerin, kalsiyum metabolizması üzerine çok az
etkili olduğu düşünülmektedir
(1,11).
Hayvansal besinlerden alınan D3 vitamini veya bitkisel besinlerden alınan D2 vitamini ince
barsaklardan absorbe edilir ve emilimi safra asitlerinin varlığını gerektirir (80).
Gerek deride sentezlenen, gerek sindirim sisteminden emilen D vitamini karaciğere geldikten
sonra metabolizmaları aynıdır. Karaciğere gelen D vitamini, hepatosit mitekondriyal ve/veya
mikrozomlarında bulunan D vitamin 25-hydroxylase enzimi (25-OHase; veya CYP27A1)
aracılığı ile 25-hidroksiergokalsiferole [25(OH)D2] veya 25 hidroksikolekalsiferole
[25(OH)D3] dönüşür. Bu madde kalsidiol olarak da bilinir. D vitamininin karaciğerde 25-
hidroksilasyonu ürün feedback mekanizması ile düzenlenir (8,80).
25(OH)D vitamini vücudun tüm D vitamini havuzu hakkında en iyi bilgi veren parametredir.
Normal serum konsantrasyonu 8- 80 ng/ml (20- 200 nmol/L) arasında değişir. Serumdaki yarı
ömrü 21 gündür (8,11).
Kalsidiol, DBP(D Vitamini Bağlayıcı Protein)’nine bağlanarak kan yoluyla böbreğe gelir ve
böbreklerde proksimal tubuler hücrelerin membranında bulunan megaline bağlanarak hücre
içine geçmektedir. Hücre içinde serbestleşerek, mitokondride 25-hydroxyvitamin D-1 –α
hydroxylase [1α-OHase; veya CYP27B1) olarak da adlandırılan enzimi ile ikinci kez
hidroksilasyona uğrayarak, 1,25-dihidroksikolekalsiferol’e [1,25(OH)2D] dönüşür. Kalsiyum
ve fosfor homeostazında sorumlu D vitamininin biyolojik olarak en aktif şekli 1,25(OH)2D
vitaminidir. Bu madde kalsitriol olarak da bilinir (1).
Fizyolojik olarak 25(OH)D vitamin hidroksilasyonunun büyük kısmının böbrek proksimal
tubuluslarında olur. Plasenta en önemli ekstrarenal 1,25(OH)2D3 yapım yeridir (11,81).1α
20
hidroksilaz enziminin en önemli regülatörü paratiroid hormonudur. Östrojen, prolaktin ve
büyüme hormonu 1,25(OH)2D vitamini üretimini arttıran diğer faktörledir. Bu enzimi
sentezleyen CYP1 geni, 12q13 kromozom bölgesinde bulunur ve bu genin mutasyonları
“vitamin D bağımlı raşitizm tip 1”den sorumludur. Đnsanda 1,25(OH)2D3 vitamini günde 1 g
kadar üretilir ve plazmada 40- 60 pg/ml (16- 65 pmol/L) düzeyinde bulunur. Plazma yarılanma
süresi 3- 6 saattir (8,11).
D vitamini Fizyolojisi
Böbrek ve plasenta tarafından üretilen 1,25(OH)2D, D vitamininin tek önemli metabolitidir ve
diğer metabolitlerinin potansiyel rolleri belirlenememiştir (11).
1,25(OH)2 D vitamini, DBP( D vitamini bağlayıcı Protein)’ye bağlanarak hedef dokulara
taşınır. DBP ortalama 53 kDa ağırlığında bir globulin olup, DBP geni 4q11-13 kromozomu
üzerinde bulunmaktadır. Plazma DBP miktarı, sirkülasyonda bulunan D vitamini ve
metabolitleri miktarının 20 katıdır. Genelde DBP’ nin %5‘i D vitamini ve metabolitleri ile
doymuş şekilde bulunmaktadır. 25(OH)D veya 1,25(OH)2D vitamini total miktarının yalnız
%1’inin dolaşımda serbest bulunması, D vitaminin intoksikasyonuna karşı önemli bir koruyucu
mekanizmadır (81).
D vitamini aktif metabolitleri etkilerini, hedef hücrelerde sitoplazma ve nükleus içinde bulunan
Vitamin D Reseptörleri (VDR) aracılığıyla göstermektedir. VDR steroid-retinoid-vitamin D
transkripsiyon düzenleyici faktörler süper ailesindendir. VDR’lerin hormon bağlayıcı kısmı,
DNA bağlayıcı bölgesi ve N-terminal bölgesi bulunur. 12q13-14 kromozomunda lokalize insan
VDR geni, 427 aminoasitten oluşan 50 kD’luk bir proteindir. VDR’leri barsak, kemik, böbrek
dışında cilt, meme, hipofiz, paratiroid bezi, pankreas beta hücreleri, gonadlar, beyin, iskelet
kası, dolaşımdaki monositler ve aktive T ve B lenfositlerde de bulunmaktadır. VDR içeren bu
dokular aynı zamanda 1,25(OH)2D3 üreten yerlerdir (11,68).
D vitamini reseptöre bağlandıktan sonra sterol-reseptör kompleksi, retinoik asit X reseptörü ile Dostları ilə paylaş: |