yerleşik tutumları sorgulamalarını ve geleneksel cinsiyet rollerini yeniden
gözden geçirmelerini
desteklediğinden feminizmin başarısını yansıtmıştır.
21. Yüzyıl’da feminizm, birçok ilk hedefine ulaştığından veya ulaşmakta olduğundan da bazı
sorunlarla karşı karşıya kalıyor; bu konu post-feminizmin temel eleştirisi olmuştur. 20. Yüzyıl’ın
başlarında seçme hakkı nasıl kazanıldıysa “ikinci dalga” feminizmi de kürtaj, eşit ödeme yasası, ay
rımcılık karşıtı yasalar ve eğitim ile siyasî ve profesyonel hayata daha rahat giriş için birçok ülkede
kampanyalar yürütmüştür. Hatta bazıları feminizm zaferinin, eskilerin şovenist darkafalı olmayan
ve “ kadınsı” unsurlarıyla barışık ve de “simetrik aile” içinde ev ile aile sorumluluklarını paylaşmaya
hazır yepyeni bir erkek türünün ortaya çıkmasında görüldüğünü ileri sürer. Erkek hareketi adı ve
rilen oluşum, gerçekten de bazı konularda çok daha ileri gidildiğini, erkeklerin toplumsal cinsiyet
politikalarının kurbanı hâline geldiklerini ve ondan bir fayda sağlamadıklarını tartışmışlardır. Bu
bakış açısı, feminizmin gelişiminin fazla ileri gittiğini ileri sürer. Geleneksel “erkek” mesleklerinin
azalmasıyla yüzleşen, işyerinde ve evde kadın kaynaklı rekabet ile karşılaşan ve “ekmeği kazanan”
sıfatı elinden alman erkekler,
özellikle de genç erkekler, kadınların olan bir gelecekle başedemeyen
başarısızlık kültürüne geri çekilecektir.
Bütün bunlarla yüzleşen kadın hareketi, radikalleşmeden kesinlikle
uzaklaşan bir süreçten
geçmiştir. Hareketin militan ve devrimci kanadı, gittikçe marjinalleşmekte ve feminist literatür her
şeyin yeniden gözden geçirildiğine dâir açık kanıtlar sunmaktadır. Friedan’ın
The Second Stage’i
( İkinci Aşama,
1983) ve Greer’in Sex
and Destin/si ( Cinsiyet ve Kader, 1985) çocuk doğurma ve
anneliğin önemini övmüşler ve geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini destekledikleri için radikal
feministlerin eleştiri oklarını üzerlerine çekmişlerdir. Dahası
yeni feminist düşünürler, 1960 ve
1970’lerdeki hemcinslerine göre daha ikonoklast (yerleşik inançlara karşı çıkan) ve siyasî açıdan
daha az radikallerdirler. Örneğin Camille Paglia (1990); kadınların “kurban” imajım eleştirmiş ve
kendi cinsiyet ve kişisel davranışları için daha fazla sorumluluk almaları gerektiğini savunmuştur.
Post-feminizmin temel yanılgısı, en bâriz cinsiyet ayrımcılığına dayalı baskının yenildiği ve
dolayısıyla toplumun artık ataerkil olmadığıdır. Şüphesiz gittikçe daha fazla kadın çalışıyor, Batılı
ülkelerde çoğunluk evli kadınlardan oluşur. Ancak erkeklerin başarısızlık endişelerine rağmen dü
şük maaşlı, düşük statülü ve genelde yarı zamanlı işlerde çalışanların çoğunluğu yine kadınlardır.
Kadınların da hâlâ güçlü kadınlık ve güzellikle özdeş kimliklerinden dolayı erkeklere göre daha az
kontrole sahiptirler ve aile içinde ikincil bir rol oynamaya ve toplumda yetersiz temsil edilmeye
devam ederler. Greer
The Whole Woman’da (
Bütünüyle Kadın, 1999) kadınların “ her şeyi olması”
fikrine meydan okumuştur; ona göre özgürleşme hedefi bırakılmış ve daha fazla erkek gibi olmak
için asimile olmaya doğru giden sözde bir eşitlik seçilmiştir. Bu, ataerkilliğin kendini her nesil ye
nilemesine imkân verip kadınları yapmacık özgürleşme şekilleri yaratarak ikincil konuma sokmak
tadır. Gayet basit ifade
edecek olursak feminizm, ataerkillik var olduğu sürece hayatta kalacaktır.
Ancak 21. Yüzyıl’da feminizmin karşılaştığı temel zorluk, toplumsal cinsiyet ilişkisinin değişen d o
ğası ve post-feminizm mitini yıkmaya ilişkin bir anlayışı geliştirebilecek uygulanabilir ve tutarlı bir
“üçüncü dalga” oluşturmaktır.