1
Anadolu Aydınlanma Vakfı Sosyal ve Kültürel Bülteni • Sayı 8 • Ocak 2011 • Ücretsizdir
İyi kalpli olmak
mükemmel olmaktan
daha önemlidir.
Jackson Brown
Söz ola...
Bültenimizin bu sayısında ayın konuğu
özellikle Kuantum Fiziği konusundaki derin
bilgisi ve
Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf adlı
eseriyle tanıdığımız hocamız Doç.Dr. Haluk
BERKMEN..
Soru: Değerli hocam, sizi gerek
internet üzerindeki bloglarda
yayınladığınız makale ve
yazılarınızdan, gerek 2009 yılında
Sistem Yayınları’ndan çıkan
Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf
adlı kitabınızdan tanıyoruz; yirmi
yıldan uzun süre, Viyana’daki
Uluslararası Atom Enerjisi
Ajansı’nda çeşitli görevlerde hizmet verdiğinizi biliyoruz.
Bloğunuzda ifade ettiğiniz gibi, uzun yıllardır felsefe,
tasavvuf ve ezoterizm üzerine de araştırmalar yapan bir
bilim insanı olarak, buraya kadarki yolculuğunuzu bize
nasıl anlatmak istersiniz?
Haluk Berkmen: Uzun yıllar yurtdışında bulunan insanlar
ya yaşadıkları topluma tam bir uyum sağlayarak o ülkede
kalmayı seçerler veya kültürlerine ve geleneklerine önem
vererek vatanlarına dönmeyi tercih ederler. Ben ikinci
yolu seçtim ve emekli olur olmaz 2002 yılında İstanbul’a
dönmeyi tercih ettim. Fizikçi olmama
rağmen, İstanbul’a döndükten sonra
eskiden beri merak ettiğim dil, tarih,
felsefe ve tasavvuf konularıyla yakından
ilgilenme fırsatını buldum.
Bilim ve teknolojinin her ne kadar
yaşamı kolaylaştırıcı katkıları olsa
da, bilgelikten uzak durdukları sürece
toplumlara mutluluk sağlamakta
yetersiz kalacakları görüşündeyim.
Bilim ile bilgeliğin birlikteliğini ilim
olarak tanımlarsak, arzum mümkün olabildiği kadar ilimde
ilerlemek ve ulaştığım sonuçları çevremle paylaşmaktır.
Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf adlı kitabımı da bu amaçla
kaleme aldım.
(röportajın devamı 3. sayfada)
YENİ YIL ya da
YİNE YIL...
Arzu Cengil
Hesaplamalar için ister güneşin, isterse ayın
hareketleri esas alınsın; başlangıç noktası ister
Hz. İsa’nın doğum günü, ister Hz. Muhammed’in
Mekke’den Medine’ye göçü, ister efsaneler, isterse
dünyanın ve insanın yaratılışı olarak düşünülsün;
“yıl döngüsü” tüm kültürlerin, tüm geleneklerin ve
dinlerin hemfikir olduğu ve bir anlamda tabiatın
yansımasında insanın kendini gözlemlediği âdeta bir
ortak karar. Yeni bir yılı, eş deyişle yeni bir döngüyü
ziyafetlerle ve kutlamalarla karşılama geleneği,
insanlığın belki de en eski kutlaması olarak antik
dönemlere, Sümerlere ve Akadlara dek uzanmakta.
Antik dönemlerde baharın gelişi, yani
doğanın uyanışı ile eş olarak kutlanan
yeni yıl, Antik Babil’de yeni yılın
ilk ayı kabul edilen Nisan ayında 11
gün boyunca kutlanırdı. Doğanın
yeniden uyanışının, yenilenişinin
olduğu kadar toplumun da yenilenişi
olarak kutlanan bu günlerde yaratılış
hikayeleri anlatılır; evrenin
düzeninden, bu düzenin
Babil’in Tanrısı Marduk ve
kaotik güçlerin Tanrıçası
Tiamut arasındaki çatışkıdan
doğuşundan bahsedilirdi.
Özellikle İran’da ve Anadolu’da kutlanan en eski
gün dönümlerinden olan, yazılı olarak ise ilk kez
antik Pers kaynaklarında adı geçen Nevruz da Farsça
“yeni gün / yeni gün ışığı” anlamına gelir ve güneşin
döngüsünü tamamladığı, yenilendiği ve her şeyi
yenilediği zamana işaret eder. Günümüzde de birçok
kültürde hâlen güneşin Koç burcuna girdiği 21 Mart
günü kutlanmaktadır.
Mısır, Kelt, Hint, Yunan ve Roma medeniyetlerinde
de kutlanan bu güne özel olarak Antik Roma’da
bereketi ve doğurganlığı temsilen mutlaka ballı elma
turtası yapılırdı; tıpkı Yahudilerin yılbaşında sofraya
mutlaka elma ve bal koymaları gibi.
Yahudilerde Roş Ha Şanah yani yılın başı İbrani
Takviminin yedinci ayı olan
Tishrei’nin (Ekim)
birinci
ve ikinci günüdür. Dünyanın yaratılışının altıncı gününe
denk gelmektedir. Yıl o günle başlar, zirâ altıncı günde
Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan
yaratalım” (Yaratılış 1:26) demiş ve insanı yaratmıştır.
Roş Ha Şanah insandan dolayı dünyanın doğum
günüdür. Geleneğe göre aynı zamanda yeni giren yıl
adına tüm dünyanın yargılandığı gün olduğu için de
büyük bir ciddiyetle kutlanmalıdır.
Müslümanlar için ise yılbaşı Muharrem ayının birinci
gecesidir. Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye
hicretini tarih ve takvim başlangıcı olarak esas alan
ve adını bundan alan Hicrî takvime göredir. Hz. Ömer
zamanında ay yılı esas alınarak düzenlenmiştir.
Hıristiyanlar her yıl 24 Aralık’ta Hz. İsa’nın doğum
gününü kutlarken, bundan tam 7 gün sonra yani aslında
İsa’nın Yahudi geleneklerine göre sünnet edildiği gün
yeni yılı kutlarlar (31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece).
Günümüzde neredeyse tüm dünyaca kabul edilmiş,
bizim Milad diye adlandırdığımız bu gün, tarihin
başlangıcı kabul edilmiştir. Yani tarihin başlangıcı
insandır. Dilimizdeki Milad kelimesi, Arapça kökenli
bir sözcüktür ve veladet (doğum) sözcüğünden gelir.
Ancak hayrettir ki, İbranice mal/mila sözcükleri “sünnet
ve tamam olmak / tamamlanmak” anlamlarına gelir. Brit
mila
, “sünnet ahdi” demektir; yani en düz anlamıyla
Tanrı’nın insanla olan ahdinin insan bedenindeki işareti.
Kültür, gelenek, din tüm bu kavramlar insanla
başlar, insana dayanır, insanla anlamlıdır. Geçtiğimiz
yıl boyunca acısıyla tatlısıyla yaşadıklarımızı
düşünmemek, dönüp de arkamıza bakmamak mümkün
değil. Dünyanın yargılandığı ya da bir başka deyişle
her insanın kendi dünyasını yargıladığı eski yılın son,
yeni yılın bu ilk gününde unutmayalım ki, yaşadığımız
her olay, yaptığımız her hata, aldığımız her ders, bizi
gülümseten her anı, karşılaştığımız her insan biricikti.
Aslolan insandı, insanî değerlerdi. Geri dönüşü
olmayan, taşlarını kendimiz döşediğimiz, her birimize
özgün yollarımızda yürürken, umalım ve çabalayalım
ki kalplerimize barış hâkim olsun. Yakın ve uzak
çevremize barışı telkin edelim.
Sözün özü, işte yine yeni yıl. Kıymetini bilelim.
AYIN KONUĞU
Deniz Tipigil
KARİKATÜR
Orhan Doğu
2
Buda ve Tasavvufun
Nihayeti...
İzzet Erş
Tasavvuf, nihayetinde altın bir Buda’ya dönüşmektir...
Mâbed mahiyetindeki tüm yapılarda olduğu gibi,
Budist mâbetleri de belirli bir remz ve simge zemini
üzerinde inşâ olunmuştur. Ve Budist mâbetlerinin
tümü, merkezinde mutlaka altın bir Buda’yı tasvir
eder. Neden altındandır Buda?
Buna cevaben altının mikrop tutmadığı elbette
söylenebilir. Zirâ kâmil şuurdur Buda. Onda
kuruntular, vesveseler yer etmez. Aklın mikroplarıdır
bunlar, ama Hak ile kâim şuur için geçicidir. İhlâl
edemez, gelir geçer, makama dönüşmez kâmilin
zihninde.
Ayrıca güneş olduğu için de altındır Buda. Zirâ beşere
bir görünür, bir görünmez, ama kendi varlığında
batmaz güneş. Canlıların tümüne, her dâim nûrunu ve
rahmetini ihsân eder. Her dâim diri, her dâim yenidir.
Bu sebepten tekâmül yoktur güneşte. Kâmile tekâmül
olur mu? Kırmıştır samsara dedikleri kemâlat çarkını
Buda. O ancak tekallüb eder kendinden kendine.
Böylece Buda kainatı kaplamıştır ve Brahması,
Vişnusu, Şivası ondan tezâhür eder en kâmil ve hakikî
biçimiyle.
Buda’ya bakan, ilahların tamamını görür. Fil başlı
Ganisha da odur, yok edici Şiva da... Biri Hakim’dir,
diğeri Kahhar. Otta, böcekte bu zevk olabilir mi?
İsm-i ilâhi için insandan gayrı bir tezâhür mahâli
mevcut olabilir mi? Velhâsıl işte o insandır Buda.
Tekallüb eden kalbdir. Bu nedenle
Buda’nın tasvirinde kalbinin üzerine
Svastika koyarlar. Derler ki yani,
Svastika tesmiye edilen kalb-i Buda, her
şeyin yolunda olduğunu gösterir. Yani
derler ki aslında değişimden korkma.
Zirâ kalb-i Buda kâmilin âlemleri
seyridir, Hakk’ın tüm sıfatlarıyla.
Kemâlatın basamaklarını sayar
mutasavvıf-ı İslâmiyye merâtib-i nefs
üzerinden. Buda’nın ise yedi basamak
durur dizinin dibinde. Bir basamakta
çiçekler, sunular, diğerinde dâim
yanan bir çerağ, ama en tepesinde bir aslan çömelmiş
Buda’yı dinler. Buda ise dingin, bağdaş kurmuş. O da
dinler Buda’yı.
Buda’nın, Budasını dinleyebilme istidâdına mutasavvıf
demiş ki fıtrat, aslanın Buda’yı dinlemesi ise şeytanı
teslim almak... Kendi dili, kendi zevkiyle tabi.
Ayağının dibinde yedi basamak, başının üzerinde beş
kat. Bazen ateş ile tasvir edilir bu katlar, bazen de
mâbedlerinin üzerindeki gibi halkalardan mütebeyyin
bir sütun. Zirâ mâbedin kendisidir aydınlanmış insan.
Allah’ın ruhu ondadır; zevki, aşkı, irfaniyeti ile
neşeli bir insandır Buda. Sevdiklerinin acılarıyla
kederlenir, ama kendinde daima zevktedir
Buda.
“Doğruluk” ilkesini koymuş altın bir
Buda
olmanın en mühim şartı olarak.
Doğru fiil, doğru tefekkür, doğru meslek,
doğru gayret... Bu doğrudan kasıt
dosdoğru demektir, sırat’el müstakîmdir
yani. Musa’ya söylenen “Benden başka
ilahların olmayacak” emrine, Fatiha’nın
sırlarından bir sır iyyakenabüdü nidasıdır
Buda’nın dosdoğruluğu.
Velhâsıl, “Kendin için doğru bir meslek seç, sonra o
mesleğinde dosdoğru ol” demiş, dosdoğru olduktan
sonra mesleğin bile insanı Hakk’a vâsıl edeceğini
söylemiştir Buda. Altınlık burada dosdoğruluk ilkesi
olmuştur. Bütün hayatı boyunca orta yolu göstermiş,
tevhide davet etmiştir aydınlanmış Buda.
Belâgatı ahlaktan mühim tutanlar satırlarca överler
Hazreti Peygamberi. “Dört kitap nedir?” deyince,
sayarlar: Tevrat, Zebur, İncil, Kuran. Nerede Buda,
Konfüçyüs? Nerede Zerdüşt ve Zend-Avestası?
Mahabarata nerede? Eğer onların Hak olmadığını
söyleyecek bir gafil var ise, Peygamber neden Çin’i
gösterip “Oradaysa ilim, gidin ve alın!” dedi?
Peygamber ümmetini bâtıla mı davet etti?
Yürek, kalb, vicdan, gönül... İşte budur dört kitap.
Aklına, bilgine, zevkine, muhabbetine göre bunlarla
okunur kainat. Ancak o zaman haktır ve altındandır
Buda. Ve zevk ile seyreder âlemi her müminin
gözünden.
izzeters80@gmail.com
3
Günümüzde oldukça revaçta olan Kuantum konusunu
iyi bilen bir kişi olarak, bu kitapta Kuantum, Görelilik
hatta Kaos kuramlarının felsefi açılımlarını Anadolu
kültürünün ayrılmaz bir öğesi olan Tasavvuf geleneğiyle
ilişkilendirip benzer yönlerini ortaya koymaya gayret
ettim. Kitabı yazmaktaki amacımın, tümüyle farklı gibi
görünen disiplinlerin ortak noktalarını bulup göstererek
geniş bir senteze ulaşabilmek olduğunu söyleyebilirim.
Bu kitapla Batı bilimi ile Anadolu bilgeliğini
birleştirmekte az dahi katkıda bulunabilmişsem, kendimi
mutlu addederim.
Soru: Bildiğiniz gibi Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın bu
seneki çalışma konusu “mitler”. Bilimsel çalışmalarını,
felsefe ve tasavvuf araştırmaları ile birlikte yürüten bir
bilim insanı olarak, mitler ve mitolojinin araştırma ve
çalışmalarınızdaki yerini sorsam size?
Haluk Berkmen: Deney ve gözleme dayanan pozitif
bilimlerin insanlık tarihindeki yeri oldukça yenidir.
Pozitif bilimlerin ortaya çıkışından önce, binlerce
yıl boyunca doğanın ve evrenin hem maddi hem de
manevi yorumunu insanlar mitlerle, destanlarla ve
efsanelerle yapmışlardır. Bu bakımdan kadim bilgelikle
ilgilenmek istiyorsak, mitleri, destanları ve efsaneleri de
incelememizde yarar vardır. Sadece Anadolu bilgeliği
ile değil, tüm dünyanın kadim bilgeliği ile ilgilenen
Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın bu seneki konusu
olan mitos ve mitoloji çalışmalarını can-ü gönülden
destekliyorum. Eminim ki bu çalışmalar hepimize birçok
yarar sağlayacak, hem bilgi hem de bilgelik yolunda
gelişmemize katkıda bulunacaktır.
Soru: Anadolu Aydınlanma Vakfı çalışmalarına ne
zamandır katılıyorsunuz? Bir üyesi olarak, vakfın
gayesi ve etkinlikleri sizin için ne ifade ediyor?
Haluk Berkmen: İstanbul’a döndükten kısa
bir süre sonra 2003 yılı başlarında Anadolu
Aydınlanma Vakfı ile tanıştım. O günden bu yana
hemen hiç aksatmadan haftalık toplantılarına
katılmaya gayret ediyorum. Diyebilirim ki, bu
sohbet toplantılarında arzu ettiğim düzeyde
düşünceyi geliştiren ve ruhu besleyen felsefeyi,
bilgiyi ve bilgeliği bir arada bulmaktayım.
Vakfın çalışmalarına destek olmak amacıyla da
birkaç ay önce, vakfın kayıtlı bir üyesi olmayı
seçtim. Bu yılın konusu olan mitoloji büyük
ilgi görmekte, her toplantıda salon tümüyle
dolmaktadır. Bu ilgi ve rağbetin daha yıllarca
sürmesini temenni ederim.
Soru: Son olarak, çağımızdaki bilim insanlarının
kendi uzmanlık alanları dışında görünen diğer
disiplinlerle aralarındaki mesafeyi ve bu mesafenin
çağımızın bilimsellik anlayışı üzerindeki etkisini nasıl
değerlendirdiğinizi sormak istiyorum size?
Haluk Berkmen: Bu konu gerçekten de çağımızın
önemli bir problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilim
adamları kendi alanlarında öylesine bir uzmanlaşmaya
gitmişlerdir ki, yakın konulardan ve kendi konularıyla
ilgili diğer disiplinlerden adeta kopmuş durumdadırlar.
Çok dar bir alana sıkışmış durumda olabildiğince
derinleşmek zorunda bırakılmışlardır da denebilir.
Bu derinleşmenin elbette ki birçok faydaları vardır.
Bir konuya tüm ayrıntılarıyla hâkim olmak elbette ki
faydalı ve önemlidir. Ancak ayrıntılar içinde kaybolunca
insan, tâbiri yerindeyse, ağaçlara
bakmaktan ormanı görmeyebilir.
Oysaki hem insan hem de
doğadaki diğer canlı ve cansız
tüm varlıklar, bütünsel bir ilişki
ağı içinde varlıklarını sürdürmek
durumundadırlar. Bu bütünsel
ilişki ağına “enerji alanı” da
diyebiliriz. Bütünsel enerji alanını
tanıyıp ondan gelen mesajları
doğru yorumlayabilmek için bilgi
kadar bilgeliğe de gereksinim
vardır. Bilgelik yolunda ilerlemenin
birçok metodu vardır. Bunlardan
biri de disiplinler-arası çalışmalarla bütünsel bakışı
geliştirmekten geçer. Böylece kişi, kendi uzmanlık alanı
dışındaki diğer disiplinleri inceleyip tanıyarak daha geniş
bir bakış açısına ve birleştirici bir anlayışa kavuşabilir.
Birleştirici bakışa kavuşmanın sadece bilim insanları için
değil, toplumun her kesiminde yaşayan her fert için, hem
faydalı hem de gerekli olduğu görüşündeyim. Birleştirici
ve bütünsel bakabilen insan hem yakın çevresine hem
de toplumun geneline yararlı olur. İçinde yaşadığımız
çağın bir dönüşüm ve değişim çağı olacağını görüyor ve
bütünsel bakışın yaygınlaşması için, elimden geldiğince,
katkıda bulunmaya gayret ediyorum.
deniztipigil@gmail.com
Peritroptikos
Turgut Özgüney
Bir tek filozof kesin şeylerin kendilerini kopya eder; zirâ
o şeylerin
kendisini gözleyendir, onların
kopyalarını değil.
Güzel olmayan bir şeyin kopyası da güzel olamaz ve doğası
gereği tanrısal ya da ebedi olmayan şeyin kopyası da
ölümsüz ya da ebedi olamaz. Bütün zanaatkârlardan bir tek
filozof öyle yaratılmıştır ki, sadece onun yasaları süreklidir
ve sadece onun eylemleri doğru ve asildir. Zirâ bir tek o,
bakışı hep doğaya ve tanrısal olana çevrili olarak yaşar.
Tıpkı iyi bir gemi kaptanı gibi yaşamını ebedi ve sürekli
olana bağlar. Ve orada demir atıp kendi kendisinin efendisi
olarak yaşar.
Kim ki bizim bu söylediklerimizi sınama görevini üzerine
alırsa, şunu açıkça bilmesi gerekir: Bir insan için iyi olan
ve yaşam için faydalı olan her şey uygulamada ve eylemde
yatar; sadece iyiyi bilmekte değil, yaşamayı algılama
yetisine sahip olmak olarak. Yaşamamayı ise algılama
yetisine sahip olmamak olarak ayırıyorsak ve algılama
üzerinde iki anlamda, yani hem algılamanın bayağı
anlamda kullanılmasından hem de algılama imkanından
söz ediyorsak, o zaman bundan “yaşama” üzerinde de iki
anlamda konuştuğumuz açıkça ortaya çıkar. Uyanık olandan
gerçek ve asıl anlamda yaşıyor diye söz ederiz; uyuyandan
ise onun, uyanık olma ve şeyleri gerçekten algılama
özelliğini taşıyan eyleme geçme yetisine sahip olduğu için
yaşıyor diye söz ederiz. Bu nedenden dolayı ve “edilgin
ve etkin” arasındaki bu ayrımı göz önünde bulundurarak,
uyuyanın yaşadığını söylemeye hakkımız vardır.
Aynı sözcüğü iki anlamda, bir yandan “burada ve şimdi
etkin olma” anlamında, diğer yandan ise “bir durumda
olma” anlamında kullandığımızda, sözcüğün asıl anlamını
birincisinin daha iyi verdiğini söyleyebiliriz. Uyanık
olanın uyuyandan ve ruhu ile etkinlik içinde olanın
sadece ruha sahip olandan daha üst derecede yaşadığını
söylemeye hakkımız vardır. Mantıksal önceliği göz önünde
bulundurduğumuzda, söyleyebiliriz ki ikinci olarak sözü
edilen, birincisi yaşadığı için yaşar; zirâ o etkin ya da
edilgen yaşayacak bir yapıdadır. Etkin olmak şu demektir:
Eğer birisi bir eylemi yapma yeteneğine sahipse, o zaman
o kimsenin etkin olduğunu söyleriz. Eğer birkaç yeteneğe
sahipse, bu yeteneklerden en değerlisini kullandığı zaman o
kimsenin etkin olduğunu söyleriz.
Entelektüel Yaşam İnsanı Mutlu Eder Mi?
Mutlu yaşama neden olan ayrıntıları sırf gözden geçirmekle
değil, sorunun içine daha derinlemesine girmekle ve yaşam
mutluluğunu bütün olarak ele almakla da aynı sonuca
ulaşırız. Entelektüel yaşamın yaşam mutluluğuna olan
ilişkisi, onun kişiliğimizle olan ilişkisi gibidir. Yani bizim
nasıl bir insan olduğumuzdur; değerli mi yoksa değersiz mi?
Zirâ bütün insanlar, ya yaşam mutluluğuna götüren şeyi ya
da yaşam mutluluğunun bir sonucu sayılan şeyi seçmeye
değer bulurlar; ayrıca bizi mutlu kılan şeylerin bazıları
zorunludur, bazıları haz vericidir. Yaşam mutluluğunu
ya düşünme gücü ve bir tür bilgelik, ya erdemlilik, ya
en yüksek derecede haz, ya da bunların hepsi olarak
tanımlamaktayız.
Mademki yaşam mutluluğu düşünme gücüyle aynı şeydir,
o zaman yaşam mutluluğuna yalnızca filozofların sahip
olacağı açıktır. Eğer yaşam mutluluğu ruh mükemmelliği
ya da haz dolu yaşam ise, o zaman buna yine ya öncelikle
ya da sadece filozoflar sahiptir. Bizim içimizdekilerde en
iyi şey, hükmeden şeydir. Hepsi teker teker birbirleriyle
karşılaştırıldığında bunların en çok haz vereni ise,
“düşünme gücü”dür. Biri yaşam mutluluğuna bunların
hepsinin neden olduğunu iddia ettiği zaman bile, yine
de düşünme gücünün en önemli öğe olduğunu söylemek
gerekir. Bu yüzden becerebilen herkesin felsefe yapması
zorunludur. Çünkü felsefe yapmak ya mükemmel yaşamın
kendisidir, ya da ruhu oraya en çabuk götürendir. Herkes
kabul eder ki hiçbir insan, en büyük servet ve en kudretli
güçle donatılmış, ama elinden düşünme gücü alınmış ve
akıl hastası olduğu bir yaşamı seçmek istemez; bunu en
derin hazları yaşayabilecek ve bazı delilerin yaptıkları gibi
yaşayabilecek olsa bile yapmaz. İnsanlar en çok, düşünme
gücünden yoksun kalmaktan kaçınırlar; ancak göründüğü
gibi düşünce gücünden yoksun olma, düşünme gücüne
karşıttır ve bu iki karşıtın birinden kaçınılırken diğeri tercih
edilir. Uyumak her ne kadar çok hoş ise de ve uyuyanın
her türlü olası hazları tattığını düşünsek bile, hiçbir şekilde
uyanık olmaya tercih edilemez.
Mutlu yaşam ister haz ve rahatlıktan, ister ahlaksal
mükemmellikten, isterse akıl kullanmaktan ibaret olsun,
bunların her birinde felsefe kaçınılmazdır. Bu konular
hakkında açık seçik bir görüşe yalnızca felsefe aracılığıyla
ulaşabiliriz. İnsan “bütün olarak” basit bir canlıdır ve
insan olarak özelliği “akıl”a ve “tin”e sahip olmasından
gelmektedir. O zaman en eksiksiz gerçeğe –bu demektir ki
varolanlara dair gerçek bilgiye– ulaşmak dışında insan için
başka hiçbir görev yoktur.
Yaşam, yaşam olmamaktan algılamayla ayrılır; yaşamı
biz algılama yeteneğiyle tanımlıyoruz. Algılama yeteneği
alındığında, yaşam yaşanmaya değmez olur; öyle
ki, sanki yaşam toptan yok olur. Felsefi kavrayış ruh
mükemmelliğinin ve mutlu yaşamın bir parçasıdır. İddia
ediyorum ki, mutlu yaşam ya felsefi kavrayıştan çıkar ya
da onun kendisi mutlu yaşamdır. Tam yetkinlikle yapılan
ve engelsiz olan edimler kendiliğinden “haz” kaynağıdır.
Felsefi etkinlik bu yüzden, bütün etkinliklerin en haz
verenidir. Haz verici yaşamı, bu yaşamı sürenler için haz
verici olduğundan, haz vericidir diye adlandırabiliriz.
Yaşamda bir şeyden haz duyanların değil, yaşamın
kendisinin onlar için haz olduğu ve yaşamın kendisinden
haz alanların haz veren bir yaşam sürdürdükleri söylenebilir.
Bu türden düşüncelere dayanarak uyanık olanın uyuyandan,
düşünenin düşüncesiz olandan daha üst düzeyde yaşadığını
söylüyoruz ve iddia ediyoruz ki, “yaşam hazzı, ruhu
kullanmaktan gelmektedir; ruh etkinliği asıl anlamda
yaşamaktır.”