Gazali "İhyau'l-Ulum" adlı eserinin "şükür" bölümünde şöyle deyər: "Allah'ın nimetlerinden biri də dirhem və dinarın (paranın) yaratılmış olmasıdır. Bu ikisi dünya hayatının ayakta durmasını, devam etmesini sağlayan unsurlardır. Gerçi bu ikisi cansız donuk birer maddedir; bizzat kendilerinden kaynaklanan bir yararları yoktur. Ancak bütün insanlar onlara ihtiyaç duyar. Çünkü bir insan yiyecek, giyecek və benzeri ihtiyaçları üçün bir çox maddeye muhtaçtır. Bazen kendisine gerekli olan bir şeyi elde edemezken, buna karşın ihtiyaç duymadığı bir şeye də sahip olabiliyor. Tıpkı elinde zaferan bulunan, amma əsl ihtiyaç duyduğu şey binebileceği bir deve olan bir kimse gibi. Bunun yanında bir başkası də muhtaç olmadığı halda deveye sahip olabilir, ayrıca zaferana də büyük bir ihtiyaç hissedebilir. Bu yüzden bunların ellerindeki malları değiş tokuş etmekten başka seçenekleri yoktur.
Ayrıca mübadelesi yapılan malların değerini də takdir etmek gerekir. Çünkü deve sahibi, devesini belirsiz herhangi bir zaferan miktarı karşılığı vermek istemez. Aynı şekilde deve ilə zaferan arasında də herhangi bir münasebet yoktur ki şöyle densin: Onun şekli veya ağırlığı kadar zaferan verilmelidir. "Aynı durum bir elbise karşılığında ev, ayakkabı karşılığında köle ya da merkep karşılığında un alan/sahə kimse üçün də geçerlidir. Çünkü bu nesneler arasında bir münasebet yoktur. Ayrıca bir devenin nə kadar zaferan ettiği də anlaşılmaz. Böyle durumlarda ticari alış-veriş çox çətin olar. Dolayısıyla birbirinden uzaq və birbirlerine tərs olan bu nesnelerin, aralarında adaletle hükmedecek bir aracıya ihtiyaçları vardır. Bu aracı hər birinin derecesini və mertebesini belirleyerek, gerçek düzeylerini təsbit ettikten, değerlerini somutlaştırdıktan sonra birbirine bərabər değerde olan nesnelerle bərabər değerde olmayan nesneleri bilmek kolaylaşır.
Bu halda yüce Allah dirhem və dinarı (parayı) mallar arasında aracı hakemler olub değerlerini belirlesinler diye yaratmıştır. Örneğin insanlar şöyle derler: Bu devenin değeri yüz/üz dinardır. Bu kadar zaferan də yüz/üz dinar edər. Dolayısıyla ikisi bir şeye bərabər oldukları oranda birbirlerine də bərabər olurlar.
Kənar yandan sadece bu iki nesne ilə mahiyetinde değerleri təsbit və belirlemek mümkündür. Çünkü bunların bizzat kendilerinden bir hedef gözetilmez. Şayet bizzat kendileri məqsəd olsalardı, herhalde bu amacın məqsəd sahibi üçün özellik və üstünlük sağlaması gerekecekti. Amma bu, amaca yönelmeyen kimse açısından gerekmeyecekti. Dolayısıyla insanlar arası ilişkilerin bu yönü belli bir düzene kavuşamayacaktı. Bu yüzden yüce Allah onları (dinar və dirhemi) ellerde dolaşsınlar və mallar üzerinde adaletle hükmetsinler diye yaratmıştır.
Dinar və dirhemin yaratılışının altında yatan bir diğer hikmet şudur: İnsanlar diğer eşyalara ulaşmak üçün bunları aracı ederler. Çünkü bunlar özü itibariyle az bulunur şeylerdir. Yalnız bizzat kendileri bir amaca taalluk etmezler və direkt olarak talep edilmezler.
Diğer eşyalara yönelik nisbətləri birdir, bu yüzden onlara sahip olan, hər şeye sahip olmuş gibi olar. Halbuki, bir elbiseye sahip olan sadece bir elbiseye sahip olmuş olar. Diyelim ki, bu adam yiyeceğe ihtiyaç duyuyor, yanında yiyecek bulunan kimse elbiseden çox, söz gelimi bir hayvana ihtiyacı varsa, bu adama öyle bir şey gereklidir ki, görünürde hiçbir şey olmayan bu şey, anlam itibariyle hər şeydir. Bir şey, özelliği vurgulayıcı belirgin bir şekli olmadığı zaman farklı şeylere bərabər olar. Örneğin ayna kendine aid bir rengi olmadığı halda bütün renkleri yansıtıcı bir özelliği vardır. Aynı şekilde paranın kendisine də bir məqsəd taalluk etmez; ancak hər gayeye ulaştırıcı bir araçtır. Hərf də öyle. Kendi başına bir anlamı yoktur, sadece onun aracılığı ilə başka şeylerde olan anlamlar belirginlik kazanır. İşte paranın yaratılışının altındaki ikinci hikmet də budur. Bunun diğer hikmetleri də vardır ki, onlardan söz etmek uzun zaman al/götürər."
Gazali arkasından bir değerlendirmede bulunur ki şöylece özetlemek mümkündür: "Dinar və dirhem varoluşlarına əsas oluşturan bu hikmetler açısından Allah'ın nimetlerinden oldukları üçün, amaçlanan bu hikmetlere aykırı parayla ilgili bir çalışma yapan kimse, Allah'ın nimetine karşı nankörlük etmiş olar."
Buradan paranın saklanmasının haram olduğu sonucunu çıkarıyor. Çünkü parayı biriktirmek, hazineye koymak zulümdür, varoluşuna əsas oluşturan hikmeti iptal etmektir. Dinar və dirhemi hazinelerde saklamak, insanlar arasında hükmetmesi gereken birini zindana atmak, onu insanlar arasında hükmetmekten alıkoymak anlamına gelir. Bu, adaletle hükmeden biri olmaksızın insanlar arasında bir başı boşluğa yol açmaktır.
Gazali'nin bir diğer çıkarsaması də şudur: "Altın və gümüşten kaplar yapmak və edinmek də haramdır. Çünkü altın və gümüşten qab yapma, onların başlı başına maksat olmalarını gerektirir. Oysa bunlar maksat değil, araçtırlar. Bu da zulümdür. Tıpkı bir memleketin hakimini, yöneticisini dokumacılık, gümrük memurluğu və vasıfsız insanların yapabileceği diğer işlerde çalıştırmak gibi uygunsuzdur."
Son olarak bu çıkarsamada bulunur: "Dinar və dirhem üzerinden faizle muamele etmek də haramdır. Çünkü bu nimete karşı nankörlük və zulümdür. Bunlar başka bir məqsəd üçün yaratılmışlardır, bizzat kendileri üçün değil. Kendilerine taalluk edən bir gaye yoktur."
Mən deyərəm ki: Gazali bu iki nesnenin temel özelliklerini və ayrıntılarını değerlendirirken yanılgıya düşmüştür. Bu yanılgıları şöyle sıralayabiliriz:
1) Diyor ki: Bu ikisinin kendisine taalluk edən bir gaye yoktur. Əgər böyle olsaydı, diğer eşya və ihtiyaç maddelerinin değerleri onlarla ölçülemezdi. Bir şeyin kendisinde olmayan bir şeyle bir başka şeyin değerini belirlemesi mümkün müdür? Acaba "zira" bir şeyin uzunluğunu kendi uzunluğunun dışında nə ilə ölçebilir? Yoksa bir ölçek, bir maddenin hacmini kendi hacmi ilə ölçmüyor mu?
Ayrıca Gazali dinar və dirhemin aslında az bulunur və değerli şeyler olduklarını itiraf ediyor. Bu isə, ancak onların aranır, kastedilir şeyler olmaları durumunda bir anlam ifade edebilir. Bir şey istenmediği halda saygın və değerli olabilir mi? Hakkında "az bulunur" ifadesi kullanılır mı?
Kaldı ki, əgər bunlar yaratılış itibariyle sadece başka şeylerle ilintili olarak aranan şeyler olsalardı, dinar və dirhem yani altın və gümüş arasında bir değer farkı olmazdı. Pratik isə bunu yalanlıyor. Əgər öyle olsaydı bütün para birimlerinin değeri bərabər olurdu. Onların dışındaki deri və duz gibi şeylerle diğer eşyaların değerleri təsbit edilmezdi.
2) Dinar və dirhemi (altın və gümüş para) bir hazinede saklamanın haramlığının altındaki hikmet, onlara bağımsız bir məqsəd olma niteliğini kazandırma gerekçesinden kaynaklanmıyor. Bunun altındaki gerekçe bir ayəs(n)i kerimede şöyle açıklanıyor: "Altını və gümüşü biriktirip də Allah yolunda harcamayanlar..." (Tevbe; 34) Buna göre, altın və gümüşü biriktirmenin haramlığının gerekçesi, böyle bir tutumun ihtiyaçların giderilmesi üçün sürekli olarak çalışmaya və mübadeleye ihtiyaç varken yoksulları ruzi edinme imkanlarından mahrum bırakmasıdır. Bu hususu, ilgili ayetin tefsiri çerçevesinde açıklayacağız.
3) Gazali'nin altın və gümüş kapların haram oluşunun gerekçesi olarak ileri sürdüğü və küfür və zulüm olarak nitelediği durum bu iki maddenin bəzək eşyası olarak kullanılmaları və alınıp satılmaları üçün də geçerlidir. Bu isə, şeriatta zulüm, küfür ya da haram olarak nitelendirilmemiştir.
4) Gazali'nin bozgunculuk olarak nitelediği durum, şayet zulüm və Allah'ın nimetine karşı nankörlük etmek gibi işaret ettiği şeyleri gerektirici olsaydı, bu erteleme faizi və borc faizi şeklindeki muameleler üçün geçerli olduğu gibi mutlak olarak alış-veriş muameleleri üçün də geçerli olurdu. Ayrıca Gazali ölçülen və tartılan şeylerdeki faize uyarlamamıştır bu değerlendirmesini. Halbuki, tümü üçün də aynı hüküm geçerlidir. Dolayısıyla Gazali'nin açıklaması, eksiktir; faizle ilintilendirilebilecek hər şeyi kapsamıyor və bəzək eşyası gibi halal kullanımları də kapsam dışı tutmuyor.
Yüce Allah'ın faizin haram kılınışının altındaki hikmet olarak sunduğu husus, bizim də daha önce işaret ettiğimiz gibi, karşılıksız olarak fazladan bir şey almaktır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanların mallarından artsın diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Amma Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zəkat isə, işte (sevap və gelirlerini) qat qat arttıranlar onlardır." (Rum, 39) Bu ayette faiz, insanların mallarında fazlalaşma olarak nitelendirilmiştir. Çünkü mal, insanların mallarının kendisine eklenmesi suretiyle gelişir. Tıpkı bir tohumun topraktan beslenmesi və onu unsurlarının kendisine katılması sonucu gelişmesi gibi. Faiz də gelişir və artar. Amma o biri taraftan insanların mallarını də eksiltir. Bir gün bu malları tümüyle bitirir. Daha önce də vurguladığımız, bu husustu.
Buradan anlıyoruz ki: "Əgər tövbə ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. Böylece nə zulmetmiş olursunuz, nə də zulme uğratılmış olursunuz." ayeti ilə kastedilen anlam şudur: İnsanlara zulmetmezsiniz və onlar tarafından veya Allah tarafından zulme uğratılmazsınız. Sonuç şudur ki: Faiz insanlara zulmetmektir.
ayələrin tərcüməs(n)i
282- Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirlerinize borc verdiğiniz zaman onu yazınız.Aranızda bir yazıcı (onu) ədalətlə yazsın. Yazıcı Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın; üzerinde haqq olan (borçlu) də yazdırsın və Rabbi olan Allah'tan sakınsın, borcundan heç bir şeyi eksiltmesin. Əgər üzerinde haqq olan (borçlu), düşük akıllı ya da za'f sahibi veya kendisi yazdıramayacak durumda isə velisi onu adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden də iki şahit tutun. Əgər iki erkek yoksa razı olduğunuz şahidlərdən bir erkek, iki kadın (şahidlik etsin.) Ta ki kadınlardan biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın. Şahidlər çağrıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. Az olsun, çox olsun, onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında dahaədalətli, şahidlik üçün daha sağlam, kuşkulanmamanız üçün də ən/en yakın olanıdır (elverişlidir). Ancak aranızda devredip durduğunuz və peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur. Alış-veriş yaptığınız zaman də şahidlik tutun. Yazana də, şahidə də əsla zarar verilmesin. (Aksini) yaparsanız, bu kendiniz üçün fısk (zulüm və kötülük) olar. Allah'tan sakının, Allah size öğretiyor. Allah hər şeyi bilendir.
283- Və əgər yolculukta olar da yazacak birini bulamazsanız, alınan rehinler (yeter). Bu durumda birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse əmanəti (borcunu) ödesin, Rabbi olan Allah'tan sakınsın. Şahidliyi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık şüphesiz, onun kalbi günahkardır. Allah, yaptıklarınızı bilendir.
ayələrin AÇIKLAMAsı
282-283) Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirlerinize borc verdiğiniz zaman...
Ayənin orijinalında geçen "tedayentum" fiilinin məsdəri olan "et-te-dayun" sözü, borc verme və borc alma demektir. Ayette geçen "yumlil" fiilinin məsdəri olan "el-imlal" adamın yazan kişiye yazacağı şeyleri dikte ettirmesi anlamına gelir. "əlimlə"də aynı anlamı ifade edər. "Yabhes" fiilinin məsdəri olan "əl-bəhs" isə, eksiltmek və başkalarının malını zayi etmektir. "Tesəmi" fiilinin məsdəri olan "əs-seme idi" üşenmek demektir. "Yuzarre"nin məsdəri olan "el-muzarre" sözü, "zarar" mastarının "mufaele" kalıbına uyarlanmış halidir. İki və daha fazla kişi arasındaki zarar verdirmeler anlamında kullanılır. "əl-fusuk" itaatin sınırları dışına çıkmak demektir. "er-Rihan" kelimesi "ru-hun" şeklinde də okunmuştur. Hər ikisi də "rehn"in çoğuludur və rehin bırakılan şey anlamına gelir.
"Əgər üzerinde haqq olan düşük akıllı..." denilmesi ifadesinde zamir kullanılıp yerine açıq işaretin "üzerinde haqq olan" yer/yeyər almış olması, ifadedeki zamirin "yazan kişiye" dönük sanılması şeklindeki bir karışıklığı önlemeye yöneliktir.
"Ən/en yumille huve..." (=kendisi yazmaya güc yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın.) cümlesindeki açıq "huve" zamirin sağladığı yarar, üzerinde haqq olanın də velisi ilə ortak sorumluluk taşıdığının vurgulanmasıdır. Buradaki manzara önceki iki manzaradan farklıdır. Oralarda veli tək başına sorumluluk taşıyordu. Burada isə, üzerinde haqq olan kişi də veli ilə birlikte yapılan işə ortak oluyor. Adeta bu mesaj veriliyor: Üzerinde haqq olan kişi yapabildiği işlerde kendisi sorumludur; yapamadığı işlerde isə haqq velisinin üzerinedir.
"Ən/en tezille ihdahuma (biri şaşırdığında) cümləsi, "hazere ən/en tezille" takdirindedir. Yani birinin şaşırması ihtimaline karşı bir uyarı niteliğindedir. "İhdahume'l-uhra (=biri öbürüne)" ifadesinde isə açıq ad "ihdahuma (=biri)" müzmer ismin yerine konulmuş və bu kelime tekrar edilmiştir. Buradaki incelik, kelimenin hər iki yerde farklı anlamlar ifade etmesidir. Çünkü birincisinde "biri" ifadesi ilə kastedilenin hangisi olduğu kesin olarak belli değildir. İkincisinde isə, birinin şaşırması halında geriye kalan öbürü kastediliyor. Dolayısıyla iki anlam birbirinden farklıdır.
"...sakının..." ifadesi Allah'ın bu ayette kendilerine yönelttiği əmr və yasaklar hususunda Allah'tan korkmaları emrini içeriyor.
"Allah size öğretiyor. Allah hər şeyi bilendir." ifadesine gelince, bu bir yeni və axtar/ara cümledir və Allah'ın iyiliğini vurgulama amacına yöneliktir. Tıpkı mirasla ilgili bu ayette olduğu gibi: "Allah, şaşırıp sapmayasınız diye size açıklar." (Nisa, 176) Burada dinin hükümlerinin halal və haram meselelerinin öğretilişi ilə insanlara yapılan iyiliğe dikkat çekiliyor.
Denilmiştir ki: "Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor." ifadesi, takvanın ilahi öğretime sebep olduğunu gösteriyor. Bu değerlendirme özü itibariyle doğru və kitap və sünnetteki açıklamalarla uyuşmaktadır; ancak bu ayəs(n)i kerime buna delalet etmekten uzaktır. Bunun nedeni də arada atif harfi "vav" bulunmasıdır. Kaldı ki, böyle bir çıkarsama, ayetin genel akışı ilə giriş və sonuç kısmının uyumu ilə örtüşmemektedir.
Bizim bu söylediklerimizi "Allah" lafzının ikinci dəfə tekrarlanmış olması də desteklemektedir. Əgər "Allah size öğretiyor." ifadesi ayrı bir anlam vurgulamaya dönük olmasaydı, ifadenin şöyle olması gerekirdi: Allah'tan sakının; də size öğretsin. Yani failin zamir halında olması gerekirdi. Oysa "Allah'tan sakının, Allah size öğretiyor. Allah hər şeyi bilendir." ifadesinde ad həm birinci cümlede, həm də ikinci cümlede tekrarlanıyor. Bunun nedeni iki bağımsız cümlede yer/yeyər almasıdır. Üçüncü cümlede də tekrarlanmış olması, illetlendirmeye delalet etmesi içindir. Bununla verilmek istenen, mesaj şudur: "O, hər şeyi bilir. Çünkü o, Allahtır."
Biliniz ki: Tefsirini sunduğumuz bu iki ayə, yaklaşık olarak yirmi tane hükmü içeriyor. Borc, rehin və benzeri muamelelerle ilgili temel kuralları kapsıyor. Bu konuyla ilgili hadisler və bunlara ilişkin değerlendirmeler çoktur. Ancak bu konunun incelenmesi fıkıh biliminin ilgi alanına girer. Bu yüzden meseleyi irdelememeyi uygun gördük. Bu konuda araştırma yapmak isteyenler fıkıh kaynaklarına başvurabilirler.
AYƏNİN TƏRCÜMƏS(N)İ
284- Göklerde və yerde nə varsa, Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız də, gizleseniz də, Allah sizi onunla sorguya çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Allah, her şeye güc yetirendir.
ayənin AÇIKLAMAsı
284- Göklerde və yerde nə varsa Allah'ındır.
Bu ifade, yüce Allah'ın göklerde və yerde bulunan bütün yaratılmış alemlere olan malikiyetini və onların Allah'ın mülkü olduğunu vurguluyor. Aynı zamanda bu ifadeye də bir hazırlık niteliğindedir: "İçinizdekini açığa vursanız də, gizleseniz də, Allah sizi onunla sorguya çeker." Yani: Göklerde və yerde nə varsa O'nundur. Siz, yaptıklarınız və nefislerinizin kazandıkları də bunlar arasında iştirak edər. Dolayısıyla o, sizi kuşatmıştır. Sizin yapıp ettiklerinizi denetlemektedir. Amellerinizin gizli ya da açıq olması ONun açısından fərq etmez. O, sizi bunlardan dolayı sorguya çekecektir.
Bu ayetten şöyle bir çıkarsama yapmak də mümkündür: Gökteki gelişmeler karakteristik özellikleri itibariyle kalplerin amelleri və nefislerin sıfatları ilə uyğunlaşma içerisinde və bir cinstendirler. Bu halda nefislerde olanlar göklerde olanlarla aynı tarza sahiptir. Göklerde olanlar Allah'ındır. Nefislerde olanlar, bedensel organlar aracılığı ilə pratikte sergilendikleri zaman, yerde olanlar niteliğini kazanırlar. Yerde olanlar də Allah'ındır. Bu halda insanın içindeki duygular ister açığa vurulsun, ister gizlensin Allah'ın kontrolü altındadırlar, ONun mülküdürler. Allah insanları bunlardan dolayı sorguya çekmek suretiyle onlar üzerinde tasarrufta bulunacaktır.
İçinizdekini açığa vursanız də, gizleseniz də, Allah sizi onunla sorguya çeker.
Ayette geçen "tubdu" fiilinin məsdəri olan "ibda" gizlemenin karşıtı olan "açığa vurmak"tır. "İçinizdeki" ilə kastedilen anlam, geleneğin və dilbilim uzmanlarının də bildiği gibi içinizde yer eden duygu və düşüncelerdir. Nefislerde isə sadece iman, küfür, sevgi, kin və əzm gibi yaxşı və kötü xarakterlər və sıfatlar yer eder. Çünkü ancak bu cür karakter və sıfatlar gizlenebilir ya da açığa vurulabilirler. Bunların açığa vurulması, bedensel organ aracılığı ilə uygun davranışlar şeklinde sergilenmesi və duyular tarafından algılanması şeklinde olar.
Akılda, davranışlarla uyğunlaşma içerisinde olan nefisle ilintili bu kaynakların var olduğuna hükmeder. Çünkü əzm, hoşlanmamak, iman, küfür, sevgi, kin, vs. nefisle ilintili yaxşı və kötü karakterler və sıfatların varlığı söz mövzusu olmazsa, bu fiillerin insan aracılığıyla yapıldığı düşünülemez. Ağıl, bu davranışların sadır olmasıyla, bir kaynağın bulunduğunu kesinlikle algılar. Bunların gizli tutulması isə, bunların nefislerdeki varlığını ortaya çıkaracak herhangi bir davranışın yapılmasından kaçınılması ilə gerçekleşir.
Kısaca söylemek gerekirse, "içinizdeki" ifadesinin zahiri anlamı, bir şeyin nefiste sabitleşip karar kılınmasıdır. Amma bununla köklü melekeler gibi kesinlikle ortadan kalkmayacak tarzda nefiste yerleşmiş olma durumu kastedilmiyor. Aksine eksiksiz bir sabitleşme durumu kastediliyor ki, fiilin sergilenmesi açısından güvenilir və hazırlayıcı bir unsur işlevini görür. Bunu "açığa vursanız də..." və "gizleseniz də" ifadelerinden də algılayabiliriz. Çünkü bu iki nitelik gösteriyor ki, nefiste olan açığa vurmanın menşei olabildiği gibi, onun menşei olmaya bilir də. Bu isə, gizlemedir. Bu sıfatlar ister durumlar, ister melekeler şeklinde olsun, bu şekilde olabilirler. Nefiste zaman zaman uyanan düşünceler və duygular isə, bunlar insanın iradesine bağlı olmayan şeylerdir. Aynı vəziyyət onaylanmayan basit düşünceler üçün də geçerlidir. Arzulamadan və işlemek üzere harekete geçmeden günahların şeklini tasavvur etmek gibi. Ayəs(n)i kerimenin lafzı, kesinlikle bunları kapsamıyor. Çünkü bilindiği gibi bunlar nefislerde karar kılınmadıkları gibi, fiillerin sergilenişine də kaynaklık etmezler.
Özetleyecek olursak: Ayəs(n)i kerime, yalnızca itaat və günah nitelikli fiillerin sergilenişine zemin hazırlayan nefsani melekelere və durumlara işaret ediyor. Yüce Allah, insanları bunlardan dolayı sorguya çeker, dolayısıyla bu ayeti şununla aynı kategoriye sokabiliriz: "Allah sizi yeminlerinizdeki rast gələ söylemelerinizden, boş, amaçsız sözlerden dolayı sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandıklarınızdan dolayı sorumlu tutar." (Bakara, 225) Bu ayetleri də aynı kategoride değerlendirebiliriz: "Şüphesiz onun kalbi günahkardır." (Bakara, 283) "Çünkü kulak, göz və ürək, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra, 36)
Bu ayetler gösteriyor ki, kalplerin (yani nefislerin) bazı durum və vasıfları vardır ki, insan bunlardan dolayı sorguya çekilir. Bu ayeti də aynı kategoride qiymətləndirə bilərik: "Çirkin utanmazlıkların iman edenler içinde yaygınlaşmasından hoşlananlara, dünyada və ahirette acıklı bir əzab vardır." (Nur, 19) Bu ayə, açıkça hoşlanmaktan dolayı, azabın söz mövzusu olduğunu ortaya koyuyor ki bu, kalple ilgili bir duy-gudur. Bu hususa dikkat etmelisiniz.
Ayetin açıq anlamı budur və şunun də bilinmesi gerekir: Ayəs(n)i kerime ister açığa vurulsun, ister gizli tutulsun nefiste olanlardan dolayı insanların sorguya çekileceklerini gösteriyor. Bu özellikleri açığa vurma ilə gizleme durumunun bərabər miktarda cezayı hak etmeleri diğer bir ifadeyle, cezanın ister işlensin ister işlenmesin azmetme üzerinde yoğunlaşması ya da fiilin kastedilen pratiğe isabet edib etmemesine bakılmaksızın bərabər cezanın öngörülmesi meselesine gelince, -bir insanın içki olduğunu düşünerek bir bardak sıvıyı içtikten sonra, bunun su olduğunun anlaşılması gibi- ayəs(n)i kerime meselenin bu yönüyle ilgili değildir.
Bu ayetin anlamı çerçevesinde tefsirciler farklı yöntemler izlemişlerdir. Bunun nedeni isə genellikle bu ayetin, ister yerleşsin, ister gelip geçici olsun insan nefsinde geçen hər türlü düşünceyi kapsadığı sanısına kapılmalarıdır. Oysa böyle bir yorum güc yetirilmeyeni teklif etmek demektir. Bazıları böyle olduğunu kabul etmiş, bazıları də böyle bir çıkarsamadan kurtulmak üçün şərh yolunu tutmak zorunda kalmışlardır.
Bu bağlamda bazıları demişlerdir ki: Ayeti-i kerime, kalpte geçen hər şeyin sorgulanacağını gösteriyor. Bu güc yetirilmeyeni teklif etmektir. Fakat bu hüküm peşinden gelen hüküm ilə neshedilmiştir. "Allah, heç kimseye güc yetireceğinden başkasını yüklemez."
Bu yoruma karşı bizim değerlendirmemiz şudur: Daha önce də söylediğimiz gibi ayetin bu kadar geniş bir anlam ifade edib etmediği belirgin değildir. Kənar yandan yüce Allah'ın insanlar tarafından güc yetirilmeyecek bir şeyi teklif etmesi də kesinlikle caiz değildir. Üstelik yüce Allah bir ayette bunu açıkça dile getirmiştir: "O, din konusunda size bir güçlük yüklememiştir." (Həcc; 78) Bu demektir ki, Allah'ın dinde güc yetirmeyen herhangi bir yükümlülüğü yasallaştırması söz mövzusu değildir.
Bazılarının ayete ilişkin yorumları isə şöyledir: Ayetin içeriği şahadeti gizlemeye özgüdür və öncesindeki borc ayetiyle bağlantılıdır. Bu değerlendirme də ayetin mutlak ifadesi ilə bağdaşmamaktadır. Tıpkı: "Ayə sırf kafirlere özgüdür." diyenlerin görüşü gibi.
Bazılarının yorumu də şöyledir: İçinizdeki kötülükleri amellerinizle ortaya koysanız; açıkça və elan ederek yapsanız ya da bunları gizlice yapmak suretiyle gizleseniz da Allah sizi bunlardan dolayı sorguya çeker.
Tefsir bilginlerinin bazıları də şöyle demişlerdir: Ayəs(n)i kerime insanın içinden geçen hər şeyi kapsayacak şekilde mutlaktır. Ancak, ayette işaret edilen "sorguya çekmek"ten maksat haber vermektir. Yani, sizin aklınızdan geçen hər şey, ister açığa vurmuş olun, ister gizlemiş olun, Allah kıyamet günü bunları size haber verecektir. Dolayısıyla ayə, içerdiği mesaj itibariyle bu ayeti andırmaktadır: "O, size yaptıklarınızı haber verecektir." (Maide, 105) Bu və önceki değerlendirmenin daha öncede açıklandığı gibi ayetin zahiri anlamına tərs düştüğü ortadadır.
Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Allah, hər şeye güc yetirendir.
Allah'ın egemenlik və hər şeye sahip olmasını, bağışlama və azap-lan-dırma olmak üzere iki kısım ifadeyle ayrıntılandırma bu mesajı və işareti vermeye yöneliktir: Nefislerde olanlardan maksat, insanın içindeki kötü sıfatlar və hallerdir. Gerçi Quranı Kerim'de "bağışlama" kav-ramı günahla ilgisi bulunmayan konularda də kullanılmıştır. Ancak bu tərz bir kullanım çox nadirdir və xüsusi karinelerin bulunmasına bağlı, olarak anlaşılabilecek bir husustur. "Şüphesiz Allah..." diye başlayan ifade, son cümlenin içeriğini ya da bütün ayetin anlamını illetlendirmeye dönüktür.