Aylaklığa Övgü



Yüklə 4,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə5/24
tarix26.08.2023
ölçüsü4,04 Mb.
#140651
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24
bertrand-russell-aylakliga-ovgu

MODERN MİDAS
Hawthome’un TANGLEWOOD T A LE S’iyle yetişmiş 
olanlardan, Kral Midas ve Altın Dokunuş adlı öyküyü 
bilmeyen yoktur. Anormal denecek kadar altına düşkün 
olan bu değerli krala tanrının biri, dokunduğu her şeyi 
altına çevirme ayrıcalığını bahşeder. Bu iş önceleri kra­
lın hoşuna gider, ama yemek istediği yiyeceklerin de, da­
ha yutamadan altına döndüğünü görünce, etekleri tutuş­
maya başlar; hele kızını öper öpmez kızcağız baştan aşağı 
metal kesilince kral dehşete düşer ve ihsanım geri alma­
sı için tanrıya yalvarır. O andan itibaren de Kral Midas, 
değerli biricik şeyin altın olmadığmı anlar.
Gerçi bu basit bir öyküdür, ama içindeki ahlâk der­
si, dünyanın öğrenmekte çok güçlük çektiği cinsten bir 
derstir. İspanyollar, on altmcı yüzyılda Peru altınlarını 
ele geçirdikleri zaman, bu altmı ellerinde tutmanın çok 
iyi bir şey olacağını düşünerek, değerli metallerin ihra­
cım önlemek amacıyla bu tip ihracatın karşısına her tür­
lü engeli koydular. Bunun sonucunda ise altın, bütün İs­
panyol sömürgelerinde mal fiyatlarını fırlatmakla kaldı, 
buna karşılık mal varlığı bakımından İspanya eskisine 
oranla hiçbir zenginlik kazanmadı. Gerçi insanın eskisi­
ne oranla iki misli parası olması gururunu tatmin ede­
bilir, ama aynı para eskiden satın alabildiği malın ancak


yansını satın alabiliyorsa, kazanç sadece metafizikal alan­
da kalmıştır ve bu kazanç, sahibine daha çok yiyecek, da­
ha çok içecek, daha iyi barınacak yer ya da herhangi ele 
gelir bir üstünlük sağlama olanağım vermemiştir. İngi­
lizlerle HollandalIlar, İspanyollardan daha güçsüz olduk- 
lan için, bugün A.B.D.’nin doğusu diye bilinen ve o za­
manlar, altın bulunmadığı için hor görülen bölgeyle y e ­
tinmek zorunda kalmışlardı. Ne var ki, bu bölge bir ser­
vet kaynağı olarak Yeni Dünya’nm altın üreten ve Eliza- 
beth döneminde bütün uluslann kıskandığı yörelerden 
çok daha verimli olduğunu göstermiştir.
Tarihsel niteliği yönünden her ne kadar sakız olmuş 
bir konu ise de, bunun günümüz sorunlanna uygulanma-: 
sının, Hükümetlerin anlıksal kapasiteleri dışında olduğu 
anlaşılmaktadır. İktisat konusuna öteden beri ters taraf­
tan bakılagelmiştir, hele şimdi eskisine oranla daha da 
tersinden bakılmaktadır. İktisat alanında, savaş sonunda 
olanlar o derece saçmadır ki, o dönemde Hükümetlerin 
aklı başında yetişkinlerden değil de, tımarhanelik deliler­
den kurulu olduğuna inanası geliyor insanın. Bu kişiler 
Almanya’yı cezalandırmak istediler, cezalandırma yolu da, 
ezelden beri revaçta olan, zorla savaş tazminatı ödetme 
yolu idi. Buraya kadarı iyi, hoş. Gelgelelim, Almanya’ya 
ödetmek istedikleri miktar, Almanya’da, hatta bütün dün­
yada bulunan altın miktanndan çok daha fazlaydı. Bu­
na göre, Almanların istenilen miktan maldan başka şeyle 
ödemeleri matematik olarak imkânsızdı: Almanya tazmi­
natı ya mal olarak ödeyecekti, ya da ödemeyecekti.
İşin bu kertesinde Hükümetler, ulusların refah dü­
zeyini, ihracatın ithalâttan fazla oluşuyla ölçmek alışkan­
lığında olduklannı birdenbire hatırlayıverdiler. Bir ülke­
nin ihracatı ithalâtından fazla oldu muydu, o ulusun iyi 
bir ticaret dengesine sahip bulunduğu kabul edilirdi; ter­
sine olursa, ticaret dengesi bozuk demekti. Ne var ki, A l­


manya’yı altın olarak ödenemeyecek miktarda bir tazmi­
nata mahkûm etmekle, Müttefikler, Almanya'nın Mütte­
fiklerle olan ticaretinde onlardan daha iyi bir dengeye sa­
hip olacağını da peşinen kabul etmiş bulunuyorlardı. A l­
manya’nın ihracatını kamçılamakla bu ülkeye istemeden 
büyük bir iyilikte bulunduklarını dehşetle gördüler. Bu 
genel uslamlamaya, özel daha başka uslamlamalar eklen­
di. Almanya, Müttefiklerin üretemediği hiçbir şey ürete- 
mediği halde, Alman rekabetinin tehdidi altında bulun­
mak herkesi kızdırıyordu. Ingilizler, kendi kömür endüst­
rileri zayıflamışken, Alman kömürünü istemezlerdi. Fran- 
sızlar, yeni ele geçirdikleri Lorraine havzasının demir 
cevherleri yardımıyla kendi demir-çelik üretimlerini art­
tırmaya çalışırken, tutup da Almanların demir ve çelik 
ürünlerini istemezlerdi. Örnekler böyle çoğaltılabilir. 
Bundan dolayı Müttefikler, Almanya’yı tazminat ödete­
rek cezalandırmakta kararlıyken, ona ödemeyi belirli her­
hangi bir biçimde yaptırmamaya da aynı derecede ka­
rarlıydılar.
Bu deli işi duruma, yine deli işi bir çözüm bulundu. 
Almanya’nın ödeyeceği tazminatı ona ödünç vermeyi ka­
rarlaştırdılar. Müttefikler aslında şunu demiş oluyorlardı: 
«Tazminatı ödetmeden senin yakanı bırakmayız, zira se­
nin kötülüklerine karşılık haklı bir cezadır bu; öbür yan­
dan tazminatı ödemene de izin veremeyiz, zira bu bizim 
endüstrilerimizin yıkımı demek olur; onun için parayı 
biz sana ödünç vereceğiz, sen de bize bu borcu geri vere­
ceksin. Bu şekilde, kendimize bir zarar gelmeden pren­
sibi kurtarmış olacağız. Senin uğrayacağın zarara gelince, 
bunun sadece ertelenmiş olacağım umarız.»
Ancak, bu çözümün geçici olmaktan öteye gideme­
yeceği apaçıktı, Almanya’ya borç verenler faizlerini isti­
yorlardı; öbür yandan, Almanya’nın faizleri ödemesi de 
tazminat ödemesinin doğurduğu aynı ikilemi doğunıyor-


du. Almanların, faizleri altın olarak ödemeleri olanak­
sızdı. Müttefikler ise faizlerin mal olarak ödenmesini is­
temiyorlardı. Böylece, Almanya’ya, faizleri ödemesi için 
gerekli parayı da ödünç vermek Müttefikler için bir zo­
runluluk haline geldi. İnsanların bu oyundan er geç usa­
nacakları belliydi. İnsanlar bir ülkeye, karşılık almaksı­
zın borç vermekten bıktıkları zaman, artık o ülkenin kre­
disi kalmamıştır denir. Ama, gördüğümüz gibi, Almanya 
için bu imkânsızdı. Bundan dolayı önce Almanya’da bir 
sürü iflâslar oldu, bunu iflâs etmiş Almanlarm alacaklı­
ları, sonra iflâs eden bu alacaklıların alacaklıları arasın­
da iflâslar izledi ye böylece, zincirleme iflâslar birbirini 
kovaladı. Sonu: evrensel çöküntü, sefalet, açlık, perişan­
lık ve dünyanın hâlâ yakasını kurtaramadığı bütün bir 
felâketler dizisi.
Dertlerimizin biricik sebebinin, Almanya’ya ödetil­
mek istenilen bu tazminat olduğunu söylemek istemiyo­
rum. Müttefiklerin Amerika’ya olan borçlan ve aynı şe­
kilde, borçlu ile alacaklının birbirinden ödemenin mal ile 
yapılmasını güçleştirecek yüksek bir gümrük vergisi du- 
vanyla ayrıldığı her yerde, özel sektöre ya da kamu sek­
törüne ait bütün borçlar daha küçük çapta, dertlerimize 
bir katkıda bulunmuştur. Alman tazminatı gerçi dertleri­
mizin hiçbir zaman tüm kaynağı değildir, ama sorunu 
böylesine uğraşılması zor bir dert haline getiren kafa ka­
rışıklığının en açık örneklerinden biridir
Dertlerimizin kaynağı olan karışıklık, tüketici ile üre­
ticinin daha doğrusu, rekabet sistemi içindeki üreticinin 
görüş noktaları arasındaki kanşıklıktır. Almanya’ya taz­
minat zorla kabul ettirildiği zaman Müttefikler kendile­
rini tüketici olarak görüyorlardı: Almanlan kendi hesap­
larına, geçici olarak köle gibi çalıştınp, kendileri hiç ça­
lışmadan Almanların ürettiklerim tüketmek onlara tatlı 
geliyordu. Derken, Versailles Andlaşması imzalandıktan


sonra, kendilerinin de üretici oldukları ve Almanya’dan 
istedikleri mallann akmıyla kendi endüstrilerinin yıkıla­
cağı birdenbire akıllarına geliverdi. Ne yapacaklarım öy­
le şaşırdılar ki, başlarım kaşımaya başladılar, ama baş 
kaşıma bir yarar sağlamadı; hattâ bunu hep birlikte ya­
pıp da, bu birlikte baş kaşımaya Uluslararası Konferans 
adım verdikleri zaman bile. Apaçık gerçek şudur ki, dün­
yadaki egemen sınıflar, böylesine bir meselenin altından 
kalkamayacak kadar cahil, budala ve kendilerine yardım 
edebilecek olanlardan akıl danışamayacak kadar da kibir­
lidirler.
Sorunu basitleştirmek için, Müttefik uluslardan biri­
nin tek başına bir birey, ıssız adada yaşayan bir Robin- 
son Crusoe olduğunu varsayalım. Almanlar, Versailles 
Andlaşması gereğince ona bütün zorunlu ihtiyaç madde­
lerini bedava vermek zorunda olacaklardı. Ama bizim Ro- 
binson tutup da Müttefiklerin yaptığı gibi davranacak ol­
saydı, Almanya’ya şöyle diyecekti: ‘Hayır, bana kömür 
getirme, zira benim odun toplama endüstrimi yok eder­
sin sonra; bana ekmek getirme sakın, çünkü o.zaman be­
nim tanm endüstrim ve ilkel olmakla birlikte çok mari­
fetleri bulunan değirmenim durur; aman bana giyecek 
getirme, zira hayvan postlarından giysi yapma endüstrim 
henüz emekleme çağında. Ama altın getirirsen, bak ona 
diyeceğim yok işte, çünkü altından bana zarar gelmez; 
altını bir mağaraya saklar, hiçbir işte kullanmam. Yalnız 
kullanabileceğim bir mal cinsinden ödemeyi asla kabul 
etmem.’ Bizim hayalî Robinson Crusoe eğer böyle desey­
di, yalnızlıktan akimı kaçırdığın düşünürdük. Halbuki 
önde gelen bütün ulusların Almanya’ya söyledikleri ay­
nen budur. Aklını kaçıran, bir birey yerine bütün bir ulus 
oldu mu, bu kaçıklığa, endüstri alanında olağanüstü bir 
bilgelik gösterisi gözüyle bakılır.
Bu hususta Robinson Crusoe ile bütün bir ulus ara­


sındaki biricik aynlık, Robinson Crusoe’nun zamanını 
akıllıca kullanışıdır. Bir birey kolunu bile kıpırdatmadan 
elbiselerini bedava sağlayabiliyorsa, vaktini elbise yap­
mak için harcamaz. Buna karşılık uluslar, örneğin iklim 
gibi doğal engellerle karşılaşmadıkça, ihtiyaçları olan her 
şeyi kendilerinin yapması gerektiğini sanırlar. Eğer ulus­
ların sağduyuları olsaydı, uluslararası anlaşmalar yoluy­
la, hangi ulusun ne üreteceğini aralarında kararlaştırır­
lar ve her şeyi kendi başlarına üretme konusunda birey­
lerden fazla gayretkeşlik göstermezlerdi. Hiçbir birey 
kendi elbiselerini, kendi kunduralarını, kendi evini vb. 
kendi yapmaya kalkışmaz; kalkıştığı takdirde, sağlaya­
cağı rahatlıkların çok düşük bir düzeyde olacağını bilir. 
Ne var ki, uluslar henüz işbölümünün esasmı anlamış de­
ğillerdir. Anlasalardı, Almanya’nın savaş tazminatım be­
lirli emtia ile ödemesine izin verir, o malları kendileri 
yapmaktan vaz geçerlerdi. Bu yüzden doğacak işsizlik 
sonucunda işinden olanlara giderleri devlet tarafından 
karşılanarak, başka iş, başka zenaat öğretilirdi. Halbuki 
böyle bir şeyin yapılabilmesi, üretim örgütünü gerekti­
rirdi, üretim örgütü ise iş alanında ortodoksluğa aykırıdır.
Altınla ilgili kör inançlar, ne gariptir ki, yalnız al­
tının yararını görenlerde değil, altın yüzünden felâkete 
uğrayanlarda da derinlere kök salmıştır. Fransızların, İn- 
gilizleri altın esasını bırakmaya zorladıkları 1931 yılı gü­
zünde, Fransızlar böylelikle îngilizlere kötülük yaptıkla­
rım sanıyor ve İngilizlerin çoğu da onlann bu görüşünü 
paylaşıyordu. Ulusal gururun kırılışından doğan bir utanç 
duygusu bütün İngiltere’yi kaplamıştı. Halbuki en önde 
gelen iktisatçılar İngiltere’yi altın esasım bırakmaya teş­
vik edip durmaktaydılar, nitekim sonradan edinilen de­
neyimler de o iktisatçıların haklı olduklarını ortaya çı­
kardı. Bankacılık alanında dizginleri ellerinde tutanlar 
o kadar cahildiler ki, İngiliz çıkarlarına en uygun olanı


İngiliz Hükümeti ancak zor kullanarak yaptırmak mec­
buriyetinde kaldı ve İngiltere’nin aklından bile geçirme­
diği kazancı İngiltere’ye Fransızların düşmanca tutum­
ları bağışlamış oldu.
Herkes tarafından yararlı diye kabul edilegelen uğ­
raşılar içinde hemen hemen en saçması altın çıkarma işi­
dir. Altm Güney Afrika’da yeraltından çıkarılır, hırsızlı­
ğa ve kazaya karşı sınırsız önlemler alınarak Londra’ya, 
Paris’e ya da New York’a taşınır ve bu şehirlerde yine 
yerin altındaki, çelikten banka kasalarına saklanır. Böyle 
yapılacağına, Güney Afrika’da yerin altında bırakılsa hiç­
bir şey değişmeyecekti. Altının ara sıra kullanılma ihti­
malinin bulunduğu kabul edildiği sürece, altın stokunun 
banka rezervlerinde belki bir yaran olurdu, ama altın 
stokunun asla belirli bir asgarinin altına düşmemesi ge­
rektiği esası benimsenir benimsenmez, bütün stokun var­
lığı ile yokluğu bir ancfe eşit duruma getirilmiş oldu. Me­
selâ, darda kaldığım zaman kullanmak üzere bir köşeye 
100 İngiliz lirası koyarsam, bu akıllıca bir davranıştır. 
Ama eğer ben kalkar da, yoksulluk canıma tak dediği za­
man bile bu paraya el sürmeyeceğimi söylersem, artık 
bu 100 İngiliz lirası benim servetimin işe yarar bir bölü­
mü olmaktan çıkar, varlığı ile yokluğu bir olur. Hiçbir su­
retle kullanılmayacaksa, banka rezervleri için de durum 
aynen böyledir. Ulusal saygınlığın bir bölümünün hâlâ 
gerçek altına dayandırılması, hiç şüphesiz, barbarlık çağı 
kalmtılanndan biridir. Bir ülkede özel iş ilişkilerinde al­
tm kullanma usulü çoktan tarihe kanşmıştır. Birinci Dün­
ya Savaşından önce hâlâ küçük miktarlarda altın kulla­
nılıyordu, ama Birinci Dünya Savaşından sonra doğmuş 
olanlar arasında altın sikkenin yüzünü bile görmüş kim­
se hemen hemen hiç kalmamıştır. Buna rağmen, sihirli 
gücünü nerden aldığı bilinmeyen bir hokus-pokus yüzün­
den, her bireyin malî durumunun sağlamlığının, o kimse­


nin ülkesindeki merkez bankasmda bulunan altın istifine 
bağlı bulunduğu varsayılır. Savaş sırasında, denizaltılar 
yüzünden altın taşıma işi tehlikeli bir duruma girince, 
altın masalına yeni bir bölüm eklendi. Güney Afrika’da 
çıkarılan altının bir bölümünün Amerika Birleşik Devlet- 
leri’nde, bir bölümünün İngiltere’de, bir bölümünün de 
Fransa’da vb. bulunduğu varsayılıyordu, halbuki aslın­
da bütün altınlar Afrika’da duruyordu. Şimdi bu masa­
la bir bölüm daha ekleyip, altm yerin altında rahat rahat 
yatarken, biz onun çıkarılmış olduğunu varsaysak ne za­
rarı olur sanki?
Kuramsal bakımdan altının sağladığı üstünlük, onun, 
Hükümetlerin namussuzluklarına karşı bir korunma ola­
nağı verişindedir. Eğer bir buhran sırasında hükümetleri 
sıkı sıkıya altına bağlamak zorunda bırakacak bir yol ol­
saydı, o zaman altının bu korunma sağlama niteliği pekâ­
lâ işe yarardı, halbuki gerçekte hükümetler, işlerine gel­
diği anda altm esasını terkediverirler. Son savaşa katılan 
bütün Avrupa ülkeleri paralarının değerini düşürdüler, 
böylelikle de borçlarının bir bölümünü ödemeyi reddet­
miş oldular. Almanya ile Avusturya ise, enflasyon yoluy­
la, iç borçlarının tümünü reddettiler. Fransa frankın de­
ğerini beşte bire düşürerek, bu şekilde, frank üzerinden 
tanımış olduğu bütün hükümet borçlarının beşte dördü­
nü reddetmiş oldu. İngiliz lirası, altın olarak eskiden ta­
şıdığı değerin ancak dörtte üçü değerindedir. Ruslar açık 
yüreklilikle, borçlarını ödemeyeceklerini söylediler ve bu 
davranışları âdilik sayıldı: borçların saygıdeğer bir bi­
çimde reddedilmesi, belirli etiket kurallarına uyulmasını 
gerektiriyordu.
Gerçek odur ki, hükümetler de insanlar gibi, borçla­
rını ancak işlerine geldiği zaman öderler, yoksa ödemez­
ler. Altm esası gibi tamamiyle tüzel bir garanti, sıkıntılı 
zamanlarda yararsız, bunun dışındaki zamanlarda ise ge­


reksizdir. Özel bir kişi, ilerde tekrar bir borç alması ola­
sılığı ve borç alabileceği umudu bulunduğu sürece na­
muslu kalmayı çıkarlarına uygun sayar, ama kredisi kal­
madığı zaman, borcuna sadakatsizliği çıkarlarına daha uy­
gun görebilir. Bir hükümetin kendi uyruklarına karşı du­
rumu ile, başka ülkelere karşı durumu arasında büyük 
bir ayrılık vardır. Hükümetin kendi uyrukları onun key­
fine bağlıdırlar, bundan dolayı da hükümet, tekrar borç 
alma isteği dışında, uyruklarına karşı dürüst davranmak 
zorunda değildir. Savaştan sonra Almanya’da olduğu gi­
bi artık iç borçlanma olanağı kalmadığı zaman, parasının 
değerini sıfıra indirerek bütün iç borçlarının üzerine bir 
sünger çeker. Ne var ki, dış borçlar bakımından durum 
başka türlüdür. Ruslar başka ülkelere olan borçlarını red­
dettikleri zaman, şiddetli bir düşmanca prçpagandayla 
birlikte bütün uygar dünyayı ayaklanmış olarak karşıla­
rında buldular. Çoğu uluslar böyle bir şeyi göze alacak du­
rumda olmadıklarından, dış borçlar yönünden eğer bir 
güvenlik varsa, bu güvenliği sağlayan işte bu sakınma zo- 
runluğudur, yoksa altın esası değil. Bu güvenlik zayıftır 
ve bir uluslararası hükümet kurulmadıkça da güçlendiri­
lemez.
İktisadi işlerin ne dereceye kadar silahlı kuvvetlere 
dayandığı genellikle yeterince anlaşılmıyor. Servet kıs­
men iş alanındaki hüner sayesinde kazanılır, ama böyle 
bir hüner de ancak ordunun ya da donanmanın gücü çer­
çevesi içinde mümkündür. New York’u HollandalIlar, K ı­
zılderililerden; Ingilizler, HollandalIlardan; Amerikalılar 
da îngilizlerden hep silahlı kuvvetlerin zoruyla aldılar. 
Amerika Birleşik Devletleri’nde petrol bulunduğu zaman, 
bu petrol Amerikan vatandaşlarına aitti; ama Amerika’ 
dan daha zayıf bir ülkede petrol bulundu mu, bu petrolün 
mülkiyeti, ister zor kullanılarak, ister yutturmaca ile, Bü­
yük Devletler denilen ülkelerden birinin 

Yüklə 4,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin