“Nedir o?” diye sordu Shmuel.
“Sanırım işçiler başka bir şehre götürüldüler ve iş bitene kadar birkaç gün orada kalmaları
gerekiyor. Ve posta zaten pek iyi değil. Eminim yakında çıkıp gelir.”
“Umarım,”
dedi Shmuel, ağlamaya başlayacakmış gibi görünüyordu. “O olmadan ne yaparız
bilmiyorum.”
“İstersen babama sorabilirim,” dedi Bruno dikkatlice, Shmuel’in evet dememesini umarak.
“Bence bu iyi bir fikir olmazdı,” dedi Shmuel, Bruno hayal kırıklığına uğradı;
çünkü bu lam
olarak reddetme değildi.
“Neden?” diye sordu. “Babam tel örgünün o taralındaki hayat konusunda çok bilgili.”
“Askerlerin bizden hoşlandıklarını sanmıyorum,” dedi Shmuel. “Şey...” gülmeye yakın bir sesle
ekledi; “Bizden hoşlanmadıklarını biliyorum. Bizden nefret ediyorlar!”
Bruno şaşkınlıkla oturdu. “Sizden nefret etmediklerinden eminim,” dedi.
“Ediyorlar,” dedi Shmuel,
öne doğru eğildi, gözlerini kıstı ve dudakları öfkeyle büküldü. “Ama
sorun değil; çünkü ben de onlardan nefret ediyorum. Onlardan nefret ediyorum!” diye sert bir biçimde
tekrarladı.
“Babamdan nefret etmiyorsun, değil mi?” diye sordu Bruno.
Shmuel, dudaklarını ısırdı ve bir şey söylemedi. Bruno’nun babasını birçok kez görmüştü ve öyle
bir adamın nasıl bu kadar dost canlısı, bu kadar iyi bir oğlu olduğunu anlamakta zorluk çekiyordu.
“Her neyse,” dedi Bruno, uygun bir duraklamadan sonra, bu konuyu daha fazla tartışmak
istemeyerek. “Sana söylemem gereken bir şey var.”
“öyle mi?” diye sordu Shmuel, umutlu bir ifadeyle bakarak.
“Evet, Berlin’e geri dönüyorum.”
Shmuel’in ağzı şaşkınlıkla açıldı. “Ne zaman?” diye sordu ve bunu sorarken sözcükler boğazında
düğümlendi.
“Şey, bugün perşembe,” dedi Bruno, “ve cumartesi öğle yemeğinden sonra gidiyoruz.”
“Ne kadar zaman için?” diye sordu Shmuel. “Sanırım temelli...” dedi Bruno. “Anne Out-With’ den
hoşlanmıyor. İki çocuk yetiştirmek için uygun bir yer olmadığını söylüyor. Baba burada kalıp
çalışacak; çünkü Fury onun için büyük şeyler düşünüyor. Biz eve dönüyoruz.”
“Seni bir daha göremeyecek miyim?” diye sordu Shmuel.
“Şey, belki bir gün görebilirsin,” dedi Bruno. “Berlin’e tatile gelebilirsin, ne de olsa sonsuza dek
burada kalamazsın. Kalabilir misin?”
Shmuel başını salladı. “Sanırım hayır,” dedi üzgün bir şekilde. “Sen gidince konuşacak kimsem
kalmayacak.” diye ekledi.
“Hayır, böyle olmamalı,” dedi Bruno. Ben de seni özleyeceğim Shmuel, diye eklemek istiyordu;
ama bunu söylemekten ulandığını fark etti. “O zamana kadar yarın,
son görüşmemiz olacak,” diye
devam etti. “Sana çok özel bir şey getirmeye çalışacağım.”
Shmuel başını salladı; üzüntüsünü ifade edecek sözcükleri bulamıyordu.
“Keşke beraber oynayabilseydik,” dedi Bruno uzun bir sessizlikten sonra. “Sadece bir kez.
Hatırlamak için...” “Bunu ben de isterdim,” dedi Shmuel.
“Bir yıldan fazla zamandır birbirimizle konuşuyoruz ve bir kez bile oynayamadık. Ve bir de ne,
biliyor musun?” diye ekledi. “Bunca zamandır yaşadığın yeri, odamın penceresinden izliyorum; ancak
daha neye benzediğini görmüş değilim.”
“Hoşuna gitmezdi,” dedi Shmuel. “Seninki çok daha güzel,” diye de ekledi.
“Yine de görmek isterdim,” dedi Bruno.
Shmuel bir süre düşündü, sonra tel örgünün altından elini uzatıp biraz -küçük bir çocuğun, belki
Bruno’nun boyunda ve yapısında birinin geçebileceği yükseklikle- kaldırdı.
“Evet?” dedi Shmuel. “Neden gelmiyorsun o zaman?” Bruno gözlerini kırpıştırdı ve bunu düşündü.
“Buna iznim olduğunu sanmıyorum,” dedi kuşkulu bir şekilde.
“Herhalde her gün buraya gelip benimle konuşmak için de iznin yok,” dedi Shmuel. “Ama yine de
geliyorsun, değil mi?”
“Ama yakalanırsam başım
belaya
girer,”
dedi
Bruno,
anne
ve
babanın
bunu
onaylamayacaklarından emindi.
“Bu doğru,” dedi Shmuel, yere yaş dolu gözlerle bakarken teli tekrar indirdi. “Sanırım yarın
vedalaşmak için seni görürüm.”
İki çocuk da bir süre bir şey söylemedi. Aniden Bruno’nun aklına bir şey geldi.
“Tabii eğer...” diye başladı, bir süre düşünüp aklında bir planın oluşmasını bekleyerek. Ellerini
eskiden saçlarının olduğu yere götürdü; hâlâ uzamamışlardı. “Sana benzediğimi söylemiştin,
hatırlıyor musun?” diye sordu Shmuel’e. “Kafamı kazıttığımdan beri?”
“Sadece daha şişman,” diye onayladı Shmuel.
“Eğer durum buysa,” dedi Bruno, “ve eğer benim de bir çizgili pijamam olsaydı, o zaman o tarafa
gelip ziyaret edebilirdim ve kimse fark etmezdi.”
Shmuel’in yüzü ışıldadı ve yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi.
“Öyle mi düşünüyorsun? Bunu yapar mıydın?” “Elbette,” dedi Bruno. “Harika bir macera olurdu.
Sonunda araştırma yapabilirim.”
“Ve babamı aramama yardım edebilirsin,” dedi Shmuel.
“Neden olmasın?” dedi Bruno. “Etrafta dolaşıp bir kanıt bulabilir miyiz diye bakarız. Araştırma
yaparken en akıllıca şey bu. Tek zorluk, çizgili bir pijama bulmak.” Shmuel başını salladı. “Bu sorun
değil,” dedi. “Onları koydukları bir kulübe var. Kendi bedenime göre bir tane alıp yanımda
getirebilirim, sonra üstünü değişirsin ve babamı arayabiliriz.”
“Harika!” dedi Bruno, kendisini o anın coşkusuna kaptırarak. “Öyleyse planımız bu.”
“Yarın aynı saatte buluşuruz,” dedi Shmuel.
“Bu
defa geç kalma,” dedi Bruno, ayağa kalkıp üstündeki tozları silkerek. “Ve çizgili pijamayı
unutma.” O akşamüstü iki çocuk da eve moralleri yüksek gittiler. Bruno, önündeki büyük macerayı
düşledi. Sonunda Berlin’e dönmeden önce tel örgülerin diğer tarafında neler olduğunu
öğrenebilecekti. Ayrıca ciddi bir araştırma da yapacaktı. Ve Shmuel, babasını aramakta ona yardım
edecek birini bulmuştu. Her şey göz önüne alınınca mantıklı bir plandı
ve veda etmek için iyi bir
yoldu.