İçimizde Bir Yer



Yüklə 0,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə20/31
tarix24.01.2023
ölçüsü0,64 Mb.
#80440
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   31
İçimizde Bir Yer - Ahmet Altan

Sevdiğiniz Kaybolduğunda.
Bazen, sevdiğiniz insan kendi içine girip gözden kaybolur.
Kapısız bir katedralin önünde duran biçare bir dindar gibi,
içeri girenin yeniden dışarı çıkacağı bir geçit bulabilmek için
sevdiğiniz insanın etrafında dolaşmaya başlarsınız.
Durumunuz korkunçtur.
Sevdiğiniz karşınızdadır, işte onun saçları, onun dudakları,
onun gözleri, onun sesi, onun gülümseyişi, onun bakışı, onun
duruşu ama bütün bunlar onu, sizin sevdiğiniz "o" yapmaya
yetmemektedir, "o" kendi içinde kaybolmuştur.
Eğer tümüyle ortadan yok olmuş olsa, bütün dünyayı gezip
onu aramaya razısınızdır ama aradığınız, önünüzde
durmaktadır ve o, sizin aradığınız değildir.
Onu arayabileceğiniz başka bir yer de yoktur.
Sevdiğiniz insan, sevmediğiniz insanın içindedir.
Çaresizliklerin en insafsızıdır bu.
Kaybolanı bulabilmek için, onun içinde kaybolduğu insana
sarılırsınız.
O bir seraptır, ağzınıza kumlar dolar.
Tanrıların lanetine uğramış bir matematikçi gibi bütün
rakamları alt alta yazıp toplarsınız, sonuç yanlıştır, birisi
rakamların değerlerini, size haber vermeden değiştirmiştir,
gittikçe daha çok çıldırarak yanlış rakamlarla doğru bir sonuç
bulabilmek için boğuşursunuz.


Sevdiğinize ulaşabilmek için çılgınlıklar yaparsınız, onunla
deliler gibi sevişirsiniz, ağlarsınız, bağırırsınız, yalvarırsınız,
tehdit edersiniz, sokulursunuz, kaçarsınız, hiçbir şey
değişmez, katedralin kapıları duvarlarla örülmüştür.
Çocukken, büyük kadınlara âşık olurdum.
Çocuktum ama imkânsızlığın farkındaydım.
Dudaklarımı şişirerek oturur, yaşlarımızı hesap ederdim,
ben kaç yaşına geldiğimde o kaç yaşında olacak, birlikte
olmamızı sağlayacak zamana ne kadar sürede ulaşabiliriz.
Büyük bir ciddiyetle ve inançla yapardım bunu.
Bir kısmını gerçekten de buldum daha sonra.
Ve ilk o zaman öğrendim, bazen sevdiğim kadının
sevdiğim kadın olmadığını.
Çocukken âşık olduğum kadınlardı ama çocukken âşık
olduğum kadınlar değillerdi artık.
Gülüşleri solmuş, hareketleri ağırlaşmış, kıvraklıkları
kaybolmuştu.
Zaman, benim sevdiklerimi, sevdiklerimin içinde
kaybetmişti.
Çocukluğumun en unutulmaz kitaplarından biri olan
Gog'un yazarı Papini'nin "Ödenmeyen Gün" isimli hikâyesine
rastladım geçenlerde.
Çok genç ve güzel bir kadına birgün bir adam geliyordu,
"Kızım hasta, ölecek" diyordu, "Siz hayatınızdan bir yıl verin
benim kızıma, şimdi o kadar gençsiniz ki, bu bir yılı fark
etmezsiniz bile, daha sonra bu bir yılı ben size gün gün
ödeyeceğim, bana verdiğiniz üç yüz altmış beş günü aynen
geri alacaksınız."


Genç kadın razı oluyordu.
Yirmi üç yaşından yirmi beş yaşına atlıyor ve gerçekten de
arada kaybolan yılı fark etmiyordu.
Sonra yıllar geçmeye başlıyordu, ilk çizgiler beliriyordu,
ilk beyazlar saçların arasında, daha yorgun kalkılan sabahlar,
bağışladığı yılın günlerini adamdan geri almaya koyuluyordu.
O günleri geri aldığında yeniden yirmi üç yaşına geri
dönüyor, o yıllarda olduğu gibi herkesi kendine hayran
bırakıyordu.
Önceleri o üç yüz altmış beş günü hiç bitmeyecekmiş gibi
kullanıyordu.
Sonra, günlerin azaldığını fark ediyordu.
Bir şatoya saklanıyor, orada yaşlanmayı yaşıyor, arada bir
de adamdan bir gün alıp yirmi üç yaşında bir genç kız olarak
ortaya çıkıyordu.
Onun yirmi üç yaşındaki halini görenler ona âşık olup
peşine düşüyorlardı ama onu bir daha bulamıyorlardı; çünkü
o, ertesi gün yaşlı bir kadına dönüşüyordu.
Aynı kadın, hem yaşlı, hem gençti çünkü.
Yirmi üç yaşındaki kadını aradığınızda onu bulabileceğiniz
tek yer, o yaşlı kadındı ve o yaşlı kadın artık yirmi üç yaşında
değildi.
Ve o yirmi üç yaşındaki kadını bulabileceğin başka bir yer
de yoktu.
Papini, zamanın yok ettiği bir kadını ve güzelliği
anlatıyordu.
Onun sihirli anlatımıyla genç kadın yaşlı kadının içine girip
kayboluyordu.


Benim çocukluğumda olduğu gibi.
Yıllarca ben bunu düşündüm, istediğin kadın, zamanın
tesiriyle değiştiğinde ve bulduğun kadın artık aradığın kadın
olmadığında ne yaparsın diye.
Zamanın 
yarattığı 
çaresizlik, 
çocukluğumda 
ve
gençliğimde aklımı çok kurcaladı, bütün çaresizlikler gibi
içimi çok örseledi.
Ama daha beter bir çaresizlik olduğunu öğrenmem için
biraz daha büyümem gerekti.
Zaman her şeye rağmen doğaya ve alışkanlıklara uygun bir
biçimde değiştiriyordu insanı, kaybolan kadın uzun bir sürede
usulca kayboluyordu kendi içinde.
Bir de zamana bağlı olmayan ani kayboluşlar vardı.
Daha bir gün önce kapıları olan katedralin bir sabah
kapıları ortadan kayboluyor, sevdiğin, sonsuza dek kapısız bir
katedralde hapis kalıyordu.
Öyle bir şey yapıyor, öyle bir şey söylüyor, öyle bir
bakıyordu ki bu, senin sevdiğin kadını son görüşün, son
duyuşun oluyordu.
O davranıştan ya da sözden sonra kendi içinde
kayboluyordu.
İşte o zaman çaresizliği daha iyi öğreniyordun.
Yaptığını yapmamış, söylediğini söylememiş olması için
yalvarıyordun kadere, sabahları sevdiğinin kaybolduğu günün
bir gün öncesinde uyanmayı diliyordun.
Bir söz ya da bir davranış, katedralin kapılarını sonsuza dek
yok ediyordu.
Belki yeniden kapılar açılır diye bekliyordun.


O zaman bir şey daha öğreniyordun, katedralin kapılarını
bir anda kapatacak sözler ve davranışlar vardı ama onları aynı
süratle açabilecek bir söz ve davranış yoktu.
Bir katedralin içine girip kapıları kapamak kolaydı, bunu
herkes yapabiliyordu, herkese en azından bir kere bunu
yapabilme şansı veriliyordu ama kapanan kapıları açmaya
kimsenin gücü yetmiyordu.
Sevdiğin, önünde duruyordu ve ona ulaşamıyordun. Bazen
o da kaybolduğu yerden çıkmak istiyor, yeniden eski günlere
dönmeyi arzuluyordu ama kapılar dışarda kalan kadar içeri
giren için de açılması imkânsız hale geliyordu.
Böyle zamanlarda bir vakit birlikte yakınıyor, birbirinizi
suçluyor, söylenen sözlere, yapılan davranışlara haklılık
kazandıracak nedenler arıyordunuz.
Ve korkunç gerçek, sislerin arasından beliriyordu.
Ruhunuzun kilitlenip mühürlendiğini fark ediyordunuz.
Bu laneti çözmek için adaklar adıyordunuz.
Karşımda duran sevdiğime eski günlerde olduğu gibi
dokunabileyim, sevdiğim kendi içinden çıkabilsin diye
yalvarıyor, hayaller kuruyordunuz.
Ülkesinden çok uzakta kazaya uğramış bir kazazedenin,
düştüğü ıssız adanın sahiline devrilmiş geminin enkazına
baktığı gibi bakıyordunuz sevdiğinize.
Sizi sevdiğinize ulaştıracak gemi oydu ama artık bir enkaz
halindeydi.
Ve bir yere gitmiyordu.
Başka bir gemi de yoktu.
Zaten siz bir başka gemiye de binmek istemiyordunuz.


Orada, o ıssız sahilde durup acıyla beklerken son gerçeği
de öğreniyordunuz.
Sizi ya buradan bir başka geminin alıp götürmesini
bekleyecek ya da o enkazı yeniden tamir edip yüzdürmek için
uğraşacaktınız.
Ruhunuzun mühürlerini çözmek, sevdiğinizi sevdiğinizin
içinden çıkarmak için uzun ve meşakkatli bir çabaya
girişecektiniz.
Hasar ne kadar çoksa, tamir o kadar uzun sürecekti.
Ve, efsaneler diyordu ki, böyle mucizeler varmış, bazı
gemiler yüzer, bazı mühürlü ruhlar açılır, bazı sevilenler
kendi içlerinden çıkarmış.
Issız bir sahilde, sevdiğinizin yanında sevdiğinizi
özleyerek, yapayalnız, o mucizeyi bekliyordunuz.
Yeterince sabırla ve inançla beklersem olur diyerek.
***



Yüklə 0,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin