şartlarının post-materyal veya “ hayat kalitesi” meselelerine karşı bireylerin daha fazla ilgili olmasını
sağladığını ileri sürer. Bunlar tipik olarak ahlâk, siyasî adâlet ve kişisel tatminle ilgilidir ve de femi
nizm, dünya barışı, ırkların uyumu, ekoloji ve hayvan haklarını içerir. Bu anlamda
ekolojik düşünce,
20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında ortaya çıkan,
geleneksel toplumun hiyerarşik, materyalist ve ataerkil
değerlerini reddeden yeni bir sol gündem ile ilgili “yeni” sosyal hareketlerden biri olarak görülebilir.
Ne var ki ekolojik düşünce, diğer yeni sosyal hareketlere göre daha geniş ölçüde beşerî hassa
siyetler ile kendini gerçekleştirmenin doğası hakkında radikal ve yenilikçi düşünceye dalmıştır. Ö r
neğin bütün ekolojistler, insan gelişiminin nasıl tehlikeli biçimde dengesini kaybetmeye başladığı
görüşünü kabul ederler: İnsanlar yoğun
know-how ve maddî zenginlikle kutsanmıştır, ancak, çok
değerli olan
“know-why” (bir şeyin niçin olduğunu bilm e) konusunda çok az bilgi sahibidirler. İn
sanoğlu, maddî hedeflerini gerçekleştirme yeteneklerini elde etmişlerdir ancak, bu hedeflerin has
sas veya mantıklı olup olmadığını sorgulama bilgeliğine ulaşmamışlardır. Schumacher’in (1973)
(bkz. s. 268) uyardığı gibi; “İnsanoğlu bilgelik olmadan hayatta kalmak için fazla akıllıdır.” Ancak
bazı sığ veya hümanist ekolojistler, bilgelik sorusu çevreciliği Yeni Çağ fikirleri veya dinî mistisizm
alanına çektiğinde ciddî kaygı duyarlar. Murray Bookchin (bkz. s. 276) örneğin, bu tür eğilimleri
bir “anti-hümanizm” şekli olarak tasvir etmiştir, ona göre mitolojik bir “Doğa” yaratarak sözü edi
len ekolojistler insanın kendine güvenini kaybedişini temsil ediyorlar ve sosyal konuları neredeyse
tamamen ihmâl ediyorlar. Pek çok Yeşiller, özellikle de derin ekolojiyi destekleyenler, yine de ge
lişmiş Batı’daki siyasî görüşe hâkim olan dünya görüşlerinden çok farklı görüşleri benimsemiştir.
Onlara göre, bu, ekolojik düşünce ortaya çıkarmayı amaçladığı ve bu olmazsa “eski” siyasetin hata
larını tekrarlamaya mahkum olduğu, çünkü kavramlarının ve varsayımlarının ötesine geçemediği
“paradigma kayması”nm temelini oluşturur.
Derin ekolojistler, genelde kendi siyasî görüşlerinin, bir açıdan mânevî bir boyutu olduğunu
ifade etmekten hoşlanırlar. Doğaya yakınlık teorik bir duruş
veya etik bir konum değildir; daha
çok özünde bir beşerî yaşantı, “çevre bilinci’ nin elde edilmesi veya “ekolojik benlik’tir. AvustralyalI
filozofW arwick Fox (1990), “ kişilik ötesi ekoloji”yi benimseyerek derin ekolojinin ötesine gittiği
ni ileri sürmüştür, bunun özü “bir şeylerin olduğunun, insanlar ve bütün diğer varlıkların tek bir
gerçeğin parçası olduğunun farkına varmaktır. Naess’e göre kendini gerçekleştirme, “diğerleri ile
daha geniş ve derin bir özdeşleşme” ile elde edilir. Bu tür fikirler sık sık Doğulu dinlerle,
özellikle
de Budizm ile şekillenmiştir ve kendi içinde bir ekoloji felsefesi olarak tasvir edilmiştir. Budizmin
anahtar doktrinlerinden biri “ benliğin olmadığı” fikridir, yani altında bireysel egonun bir mit veya
aldatmaca olduğu ve Aydınlanmanın kendinin ötesine geçmeyi ve her şahsın diğer canlılara ve de
evrenin kendisine bağlı olduğunu anlamayı gerektirdiği fikri yatar.
Özgürlüğün “varlığın” yaşantısı ve organik bütünlüğün gerçekleştirilmesiyle eşitlendiği bu,
bütüncül bir bireycilik (bkz. s. 45) türüne dönüştürülebilir. Bu tür
fikirler Alman psikoanalist
ve sosyal filozof Erich Fromm (1900-1980) tarafından
To Have or To Be’de
( Sahip Olmak veya O l
mak,
1979) geliştirilmişti. Fromm, “sahip olma”yı elde etmeyi ve denetimde tatmin olmayı arayan
ve tüketicilik ve materyalist toplumlarda açıkça yansıtılan zihinsel bir tutum olarak izah etmiştir.
“Olmak” ise aksine yaşantı ve paylaşmadan tatmin elde eder ve kişisel gelişme ve mânevi bilince
götürür. Ancak Frommün belirttiği gibi “olmak yönlü” bir varoluş, sadece radikal sosyopolitik bir
değişimi değil insanoğlunun değişimini gerektirir.
Dostları ilə paylaş: