ve kendi başına bir amaç olarak iktidar arzusunun da salıverilmesi demektir. Liberaller, güç kullanı
mının sadece nefsî müdafa durumunda veya baskıya karşı koyma aracı olarak haklılaştırılabileceğine
inanırlar. Ancak bu kullanım her zaman sadece akıl ve muhakemenin başarısız olması durumunda
söz konusu olabilir.
Adâlet
Adâlet, özel bir ahlâkî yargı tipini çağrıştırır; bu yargı da özellikle ödül ve cezaların paylaştırılma-
sıyla ilgilidir. Kısaca adâlet herkese, “gereken” ne ise onun verilmesiyle ilgilidir. Dar anlamda sosyal
adâlet, toplumda ücret, kâr, konut, tıbbî bakım, sosyal yardım vs. gibi ödül ve nimetlerin paylaştı
rılması demektir. Liberal adâlet teorisi, çok çeşitli alanlardaki eşitlik inancına dayanır.
Her şeyden
önce bireycilik (bkz. s. 4 5 ), temel bir eşitliğe teslimiyeti ifade eder. Her bireyin eşit ahlâkî değer
de olduğu anlamında, tüm insanların eşit olarak “doğdukları” kabul edilir. Doğal haklar veya insan
hakları nosyonunda içkin olan fikir de budur. İkinci olarak, temel eşitlik, biçimsel eşitlik inancını
da bünyesinde barındırır. Buna göre tüm bireyler, özellikle hak dağılımı açısından toplumda aynı
biçim sel statüden faydalanmalıdırlar. Sonuçta liberaller; cinsiyet, ırk, renk, inanç, din ya da sosyal
arka plan gibi etkenler temelinde bazılarının sosyal imtiyaz veya avantajlardan yararlanıp diğerleri
nin ise dışlanmasına şiddetle karşı çıkarlar. Haklar;
erkekler, beyazlar, Hıristiyanlar veya zenginler
gibi hiçbir grubun tekeline verilmemelidir. Biçim sel eşitliğin en önemlileri yasal eşitlik ve siyasî
eşitliktir. Yasal eşitlik, “hukuk önünde eşitliği” vurgular ve yasal çerçeveyle ilgili olmayan tüm et
kenlerin, kesinlikle yasal karar alma süreciyle ilgili olmadığını ısrarla belirtir. Siyasî eşitlik ise “tek
kişi, tek oy; tek oy, tek değer” fikrinde içkindir ve demokrasiye yönelik liberal sadakâtin temelini
oluşturur.
Üçüncü olarak liberaller, fırsat eşitliği inancım benimserler. Her bir bireyin toplumda yükseli
şi ve düşüşüyle ilgili eşit şansı olmalıdır. Bu anlamda hayat oyunu, aynı düzeydeki oyun sahasında
oynanmalıdır. Bu, tüm ödül ve sonuçların eşit olması gerektiği ya da hayat ve sosyal şartların herkes
için aynı olması gerektiği anlamına gelmez. Liberaller, sosyal eşitliği arzulanabilir bir şey olarak
görmezler, çünkü insanlar aynı doğmamıştır. H er insanın farklı yetenek ve becerileri vardır ve ba
zıları, diğerlerinden çok daha fazla çalışmaya hazırdır. Liberaller, liyakatin, becerinin ve çalışma
arzusunun ödüllendirilmesi gerektiğine inanırlar. Aslında liberallere göre,
eğer insanlar doğuştan
getirdikleri becerileri geliştirme ve potansiyellerini gerçekleştirme güdüsüne sahip iseler, bu ödül
lendirme gereklidir. Bir liberal için eşitlik, bireylerin sahip oldukları eşit olmayan beceri ve yete
neklerini geliştirmek için eşit fırsata sahip olmaları demektir.
Bu da, tam anlamıyla yetenekli veya beceriklilerin yönetimi anlamına gelen meritokrasi anla
yışına yol açar. Liyakat yönetiminin hâkim olduğu toplumda, servet ve sosyal konum eşitsizlikleri,
insanlar arasında eşitsiz beceri ve değer dağılımının yansımasından başka bir şey değildir ya da bu
eşitsizlikler, talih veya şans gibi insan kontrolünü aşan etkenlere dayanırlar. Böylesi bir toplum, sos
yal olarak âdildir. Çünkü bu toplumda insanlar, cinsiyetlerine, derilerinin rengine veya dinlerine
göre değil, beceri veya çalışma arzularına göre; ya da M artin Luther King’in ifadesiyle, “karakterle
rinin içeriği’ ne göre değerlendirilirler. Geniş anlamda, sosyal eşitlik âdil değildir. Çünkü bu eşitlik,
eşit olmayan bireyleri eşitlermiş gibi telâkki eder.
Ancak liberal düşünürler adâletin bu türden geniş ilkelerinin pratikte nasıl uygulanması gerek
tiği hususunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Klasik liberaller, hem İktisadî hem de ahlâkî zeminlerde
katı bir liyakat yönetimi benimserler. Klasik liberaller İktisadî olarak, özendirici, teşvik edici şeylere
olan ihtiyacı aşırı derecede vurgulamışlardır. Geniş ölçekli bir sosyal eşitsizlik, hem
zengin hem de
yoksullar için çalışmaya yönelik çok güçlü bir özendirici etkendir: Zenginlerin daha fazla servet edi
nebilme ihtimâli ve yoksulların sefaletten kurtulma yönündeki şiddetli arzuları. Bireyler servetlerini
âdil bir şekilde edindiği veya aktardığı sürece, nihaî servet dağılımı ne kadar eşitsiz olursa olsun âdil
olmalıdır. Daha yetenekli olanlar veya çok çalışanlar servetlerini “kazanırlar” ve tembellere ya da
beceriksizlere göre daha müreffeh bir hayatı hak ederler. Bu adâlet teorisi, 17. Yüzyıl’da John Locke
(bkz. s. 54 ) tarafından oluşturulmuş ve daha çok R obert Nozick’in (bkz. s. 107) fikirlerinden
etkilenen neo-liberaller tarafından 20. Yüzyıl’ın sonlarından beri daha da geliştirilmiştir.
Modern liberaller ise sosyal adâleti bir dereceye kadar, sosyal eşitliği ima eder şekilde ele al
mışlardır. Örneğin John Rawls, (bkz. s. 74)
A Theory o f Justice (B ir A dâlet Teorisi, 1970) adlı ese
rinde, İktisadî eşitsizliğin sadece toplumdaki en yoksulların menfaatine işlediğinde haklılaştırılabi-
leceğini öne sürmüştür. Rawls gibi liberaller, âdil toplumun, bir refah sistemi aracılığıyla
daha az
iyi durumda olanların menfaatine refahın yeniden paylaştırıldığı toplum olduğu sonucuna varırlar.
Sosyal adâletle ilgili böylesi farklı görüşler, liberalizm içindeki âdil toplumu gerçekleştirebilecek
koşulların neler olduğuna ilişkin temel bir fikir ayrılığının yansımasıdır. Klasik liberallerin inancına
göre, feodalizmin yerini alan piyasa ya da kapitalist ekonomi, her bireyin kendi değerlerine göre
başarılı olabileceği sosyal koşulları yaratmıştır. Bunun aksine modern liberaller ise dizginlenmeyen
kapitalizmin, bazılarına ayrıcalık bazılarına da zarar verecek şekilde yeni sosyal adâletsizlik biçim
lerine yol açtığı inancını taşırlar.
Dostları ilə paylaş: