kabul etmekle neo-muhafazakârlar, düzensizliğin köklerinin sosyal adâletsizlikten çok insan ruhu
nun derinliklerinde yer aldığına inanırlar. Bundan dolayı suça karşı ancak cezalandırma korkusuy
la karşı durulabilir ve ceza sadece şiddetli olduğunda etkilidir. Bu, özellikle A BD ve İngilterede,
“hapishane işe yarıyor” inancına dayalı olarak daha uzun hapis ve gözaltına alma cezalarının güçlü
bir şekilde vurgulanmasına yol açmıştır. A B D ’deki neo-muhafazakârlar, 1960’larda Yüksek Mah
keme tarafından “zâlimce ve ender cezalandırma” olduğundan kaldırılacağını duyurduğu ölüm ce
zasının, tekrar uygulamaya konması için kampanyalar başlatmışlardır. 1980’lerin sonu itibariyle,
eyaletlerin çoğunda ölüm cezası yeniden yürürlüğe girmişti. 1980’lerde İngiltere’de
ise gençleri
gözaltına alma merkezlerinde “kısa, keskin şok” rejimi uygulamaya kondu. 1 9 9 0 ’larda ise John
M ajor’un yönetiminde asgarî hapis cezaları ve genç suçlular için ABD tarzı “bot (bacağı sıkıştıran
işkence âleti) kampları” desteklenmiştir.
Muhafazakâr Yeni Sağ, birçok açıdan “müsamahakâr 1 9 6 0 ’lar”a tepki olarak, kamusal ahlâk
meseleleriyle de ilgilenmişlerdir. 1960’larda savaş sonrası dönemde yükselen refah düzeyi, özellik
le gençler arasında, geleneksel ahlâkî ve sosyal standartları eleştirme ve sorgulama yönünde büyük
bir arzu doğurmuştur. Yeni Sağ’ın bakış açısından bu, toplumun istikrarının temelini oluşturan yer
leşik değerler ve ortak ahlâka yönelik ciddî bir tehditti. Bu liberal ahlâk karşısında İngiltere’de That
cher, “Viktoryen değerler’e destek verdiğini ilân etti. A B D ’de ise “aile değerleri”ne dönmek üzere
Ahlâkî Çoğunluk (M oral M ajority) gibi mücadeleler başladı. Neo-muhafazakârlara göre, müsa
mahakâr toplum iki tehlike barındırıyordu. Birincisi, insanın kendi ahlâkî değerleri ve hayat tarzı
nı
seçme özgürlüğü, ahlâksız ya da “şer” dolu fikirler tercihine yol açabilirdi. Özellikle A B D ’deki
muhafazakâr Yeni Sağ anlayışında ciddî oranda dinî öğeler yer alır. 1970 ve 1980’lerde kendilerine,
“geleneksel değerler”in çöküşünü dert edinmiş çeşitli gruplar ortaya çıkmıştır. Bu grupların çoğu,
“born again” Christian (Hıristiyanlığı, özellikle de muhafazakâr Protestanlığı yeniden benimse
me) hareketi olarak birleşmişler ve aslında “Hıristiyan Yeni Sağı” oluşturmuşlardır. Jerry Falwell
tarafından 1979 yılında kurulan ve Reagan ile beraber Jessie Helms gibi güçlü Güneyli senatör
ler tarafından desteklenen Ahlâkî Çoğunluk, bu hareketin şemsiye örgütü olmuştur. 1980’lerden
beri enerjisinin çoğunu kürtaj karşıtı mücadeleye, özellikle de A B D ’de kürtajı yasallaştıran Yüksek
Mahkemenin 1 9 7 3 ’te
Roe v. Wade Davasında verdiği kararı bozmaya harcamaktadır. Homosek
süellik, pornografi, evlilik öncesi seks ve en azından A B D ’de İncil’deki “yaratma” öğretisinden çok
Darwinci evrim teorilerinin öğretilmesi, ahlâken “kötü” olarak nitelendirilip, kınanmaktadır. M ü
samahakârlığın ikinci tehlikesi ise insanların yanlış ahlâkî değerler ve hayat tarzları benimseme
lerinden çok
, farklı ahlâkî konumları tercih etme ihtimâlleridir. Bir liberal için ahlâkî çoğulculuk
(bkz. s. 51), sağlıklı bir şeydir.
Çünkü bu çoğulculuk, farklılığı ve rasyonel tartışmayı besler. An
cak bir neo-muhafazakâr için bu, kesinlikle bir tehdit unsurudur. Çünkü toplumun uyum içindeki
beraberliğine zarar verir. Müsamahakâr bir toplum, etik normlar ve birleştirici ahlâkî standartlar
dan yoksun bir toplumdur. Yani, ne bireylere ne de ailelerine kılavuzluk yapamayan “yolu, izi belli
olmayan bir çöl”dür. Eğer bireyler her şeyi sadece diledikleri gibi yaparlarsa, medenî davranış stan
dartlarını devam ettirm ek imkânsızlaşır.
Son olarak, muhafazakâr Yeni Sağ, içeriden ve dışarıdan gelen tehditlere karşı ulusal kimliği
güçlendirme arzusu açısından da sivrilir. Neo-muhafazakâr bakış açısından ulusun değeri, ortak bir
kültür ve yurttaşlık kimliği vermek suretiyle, toplumu birbirine bağlamasından kaynaklanır. Bu bağ,
tarih ve gelenekte sağlam kökler saldığından en güçlü olandır. Uluslar, aralarında benzerlik olanları
birbirlerine katılmaya doğru sürükleyen, doğal eğilimin ürünü organik varlıklardır. Ulusa, “içeriden”
yönelen en önemli tehdit, çok-kültürlülüğün (bkz. s. 78) gelişmesidir. Artan kültürel farklılıklar,
siyasal topluluğu tehdit edecek şekilde hem ulusallık bağlarım zayıflatır hem de etnik ve ırksal ça
tışma kabusunu canlandırır. Bu nedenlerden dolayı neo-muhafazakârlar, göçlerle ilgili sıkı denetim
kampanyalarında ön saflarda yer alırlar ve bazen de “ev sahibi” topluluğun kültürü için ayrıcalıklı bir
konum talep ederler. Örneğin, A B D ’de Lâtin Amerikalı (özellikle Orta Amerika kökenli)
nüfusun
artmasına tepki olarak neo-muhafazkârlar, İngilizcenin ülkenin “resmî” dili olarak kabul edilmesini
istemişlerdir. “Dışarıdan” tehditler ise çeşitli ve çok sayıdadır. İngiltere’nin mâruz kaldığı ana tehdit,
Avrupa bütünleşmesidir. Aslında, 1990’larda İngiltere muhafazakârlığı, Avrupa bütünleşmesine ve
özelde para birliğine karşı koyduğu dirençle neredeyse Avroşüphecilik (
Euroscepticism) ile özdeşleş
miştir. 1970 ve 1980’lerde A B D ’de ana tehdit olarak başta, Ronald Reagan için “bir şeytan impara
torluğu” konumundaki Sovyetler Birliği olmak üzere, dünyadaki komünizm görülüyordu. 11 Eylül
2 0 0 1 ’den bu yana ise küresel terörizm (bkz. s. 2 9 0 ), karşısında ABD ulusal kimliğinin tanımlan
dığı, en önde gelen stratejik, siyasal ve kültürel tehdittir. George W. Bush’un Afganistan
ve başka
yerlerdeki “teröre karşı açılan savaş”ın parçaları olarak görülen tek taraflı ve ısrarlı dış siyasa, nihaî
olarak Amerikan değerleri ve hayat tarzının savunusu olarak resmedilir.
Dostları ilə paylaş: