Aylaklığa Övgü



Yüklə 4,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə14/24
tarix26.08.2023
ölçüsü4,04 Mb.
#140651
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   24
bertrand-russell-aylakliga-ovgu

p ro g ramındaki 
bütün anti nasyonalist yan­
lan reddederek Sosyalizmin içinden çıkmıştır. Faşizm, ik­
tisadi planlama fikrini, Devletin elindeki gücü artırma fik ­
rini Sosyalizm’den almıştır, ama Faşist iktisadi planla­
masında bütün dünyanın yaran gözönünde tutulmayıp 
bir ülkedeki üst ve orta sınıfın çıkarlan düşünülmüştür. 
Faşizm, bu bir ülkedeki üst ve orta sınıfa çıkar sağlamak 
için yol olarak, randımanı arttırmaktan çok, gerek işçi­
ler, gerek bizzat orta snıfm sevilmeyen bölümleri üzerin­
de baskıyı artırmayı öngörür. Faşizmin nimetlerinden 
pay alan sınıflar çerçevesi dışmda kalan çevrelere gelin­
ce, Faşizmin bu çevrelerdeki b-şansı ancak, iyi yöneti­
len bir hapishanedeki yönetim başansına benzetilebilir; 
zaten bu çevreler için Faşizm bundan fazlasını yapmak 
bile istemez.
Faşizme karşı en temelli itirazım, bu sistemin, insan­
lığın sadece bir bölümünü önemli saymasıdır. Daha ilk 
hükümet kurulduğundan beri, iktidar sahipleri hiç kuş­
kusuz uygulamada böyle seçmeler yapmışlardır; ne var 
ki, Hıristiyanlık, kuramsal alanda, her insanoğlunu başlı- 
başına bir amaç olarak sayagelmiştir; işlevi başkalarının 
şanına şan katmaktan ibaret bir araç olarak değil. Modem 
demokrasi, Hıristiyanlığın törel ülkülerinden güç almış ve 
Hükümetlerin sadece zenginlerle güçlülerin çıkarlanm 
düşünmekten başka türlü bir yolda tutmalarını sağla­
makta büyük katkılan olmuştur. İşin bu yönünden ba­
kıldığında Faşizm, eski putperestlik çağlarının en berbat 
zamanlanna dönüş anlamını taşır.
Eğer Faşizm muzaffer olabilseydi, kapitalizmin kötü­
lüklerini düzeltmek için hiçbir şey yapmaz, tam tersine, 
kapitalizmin kötü yanlarım daha da beter hale getirirdi.


El işçiliğini, karşılığı sadece boğaz tokluğu olan zorunlu 
iş düzeyine indirir; böyle işte çalışanlara siyasal hak, is­
tedikleri yerde oturma, istedikleri yerde çalışma, hatta 
belki sürekli bir aile hayatı kurma özgürlüğü bile tanı­
mazdı; bu işçiler gerçekte birer köle olurlardı. Bütün 
bunlan daha şimdiden Almanların işsizliği ele alış yön­
temlerinde görmek mümkündür; gerçekten de bu, de­
mokrasinin denetleyici bağlarından çözülmüş bir kapita­
lizmin getireceği kaçınılmaz sonuçtur. Rusya’daki buna 
benzer zorunlu çalışma koşullan ise bu sonucun bütün 
dikta rejimlerindeki kaçınılmaz sonuç olduğunu akla ge­
tirmektedir. Geçmişte, mutlakiyet rejimlerine her zaman 
şu ya da bu biçimde bir esaret ve toprak köleliği eşlik 
etmiştir.
Eğer Faşizm başan kazanabilseydi, bütün bu sonuç­
lar doğardı, ama Faşizmin sürekli başan sağlaması müm­
kün değildir, çünkü iktisadi milliyetçilik sorununu çö­
zümleyemez. Naziler safındaki en büyük güç ağır sanayi, 
özellikle de çelik ve kimya sanayii olmuştur. Ulusal ola­
rak örgütlenmiş ağır sanayi günümüzde, savaş isteği üze­
rinde kışkirtıcı rol oynayan etkilerin en önemlisidir. Eğer 
her uygar ülkenin, ağır sanayi çıkarlanna hizmet eden 
bir hükümeti olsaydı — bugünkü durumda çoğunlukla ol­
duğu gibi— eninde sonunda savaş kaçınılmaz hale gelir­
di. Faşizmin her yeni zaferi savaşı biraz daha yaklaştır­
maktadır; savaş ise, geldiği zaman büyük bir olasılıkla sa­
vaşın başmda var olanların çoğuyla birlikte faşizmi de 
süpürüp götürecektir.
Faşizm, laisser-fair gibi, Sosyalizm ya da Komünizm 
gibi çeki düzen verilmiş bir inançlar sistemi 
değildir; 
esas itibariyle, kısmen orta sınıfın (bakkallar gibi) modem 
iktisadi gelişmelerden zarar gören öğelerinin, kısmen de 
iktidar sevgileri megalomanya derecesine varan anarşik 
endüstri kaptanlanmn duygusal itirazıdır. Faşizm, ken­


dini destekleyenlerin istediklerini yerine getirebilme ola­
nağından yoksun bulunuşu dolayısıyla, akla aykırıdır; 
Faşizmin felsefesi yok, sadece psikoanalizi vardır. Faşizm 
başarı kazanabilseydi, sonuç olarak evrensel bir mutsuz­
luk getirirdi; ne var ki, savaş sorununa çözüm bulabilme 
yeteneğinden yoksun oluşu onun uzunca bir süre başan 
kazanabilmesini olanaksız hale getirmektedir.
Her iki ■
ülkede de temsilci Hükümet geleneği böyle 
bir gelişmeye izin vermeyecek kadar güçlü olduğu için, 
İngiltere ve Amerika'nın Faşizm’i benimseyeceklerini san­
mıyorum. Her iki ülkede de sıradan vatandaşlar kamu 
sorunlarının kendilerini ilgilendirdiğini düşünürler ve si­
yasal fikirlerini ifade etme hakkını kaybetmek istemez­
ler. Bu ülkelerde Genel Seçimlerle Başkan Seçimleri, 
Derby at yanşlan gibi birer spor olayıdır ve bunlarsız 
hayat sıradan vatandaşlara sıkıcı gelir. Fransa için bu ka­
dar güvenle konuşmak olanaksızdır. Bununla birlikte 
Fransa'nın Faşizm’i benimsemesi bence çok uzak bir ih­
timal; olsa olsa bir savaş sırasında kısa bir süre için belki.
Bazı itirazlar var ki, bunlar aynı derecede Komüniz­
me de Faşizme de yöneltilebilir; kanımca, itirazlar için­
de en kesin olanlar da bunlardır. Faşizm de Komünizm 
de, bir azınlık tarafından halkın önceden tasarlanmış bir 
kalıba zorla sokulması girişimidir. Bunların her ikisi de 
halka, bir adamın makine yapmak için gerekli malzeme­
ye baktığı gözle bakarlar: malzeme bir sürü değişiklikler 
geçirir, ama kendilerinde var olan herhangi bir değişim 
yasasına göre değil, makineyi yapacak olan adamın amaç­
larına göre. Canlı varlıkları, hele insanoğlunun söz konu­
su olduğu durumlarda, kendiliğinden gelişme sürecine bı­
rakmak, belirli sonuçlar doğurur, bu belirli sonuçların 
dışındaki sonuçlar ise ancak belirli baskı ve zorlamalarla 
elde edilebilir. Embriyoloji ile uğraşan bilginler iki başlı 
ya da gözü ayağında olan hayvanlar üretebilirler; ne var


ki, bu gibi hilkat garibeleri için hayat pek tatlı olnıaz. 
Aynı şekilde, kafalarında toplumu hep bir bütün olarak 
canlandıran Faşistlerle Komünistler de bireyi belirli bir 
kalıba uyacak biçimde çarpıtırlar; gerektiği gibi çarpı- 
tılamayanlar ise ya öldürülür, ya da toplama kamplarına 
konulur. İnsanoğlunun kendi içinden gelen dürtüleri ta- 
mamiyle hiçe sayan böyle bir dünya görüşünün ne törel 
yönden haklı görülebileceğini, ne de sonunda, siyasal 
yönden başarı kazanabileceğini sanıyorum. Funda cinsin­
den bitkileri bahçıvan makasıyla kırparak sülün biçimi­
ne sokmak mümkündür, buna benzer bir zorlamayla in- 
sanoğullan da aynı biçimde çarpıtılabilirler. Ne var ki, 
bitki hiçbir tepki gösteremezken, insanoğlu, diktatörün 
isteği ne olursa olsun, bir alanda değilse, öteki alanda et­
kenliğini korur. Bitki, bahçıvanın makasını kullanırken 
öğrettiği dersi başkalarına aktaramaz, ama çarpıtılmış 
insanoğlu, her zaman için, üzerlerinde daha ufak bahçı­
van makaslan uygulayabileceği, kendinden zayıf insan- 
oğullan bulabilir. Yapay yoldan biçim vermenin birey 
'üzerindeki etkileri ya zalimlik, ya kayıtsızlık ya da kâh 
birini, kâh ötekini olmak üzere her ikisini birden doğu­
rur. Bu niteliklere sahip bir halk topluluğundan daha iyi 
bir şey beklenemez.
Diktatör üzerinde rol oynayan tinsel etki ise, Ko­
münistlerle Faşistlerin gerektiği kadar üzerinde durma- 
dıklan bir başka husustur. Eğer diktatör zaten insan sev­
gisi kıt bir kimseyse, daha başlangıçtan itibaren gaddar 
kesilecek ve kişilik taşımayan amaçlan uğruna hiçbir zu­
lümden çekinmeyecektir. Kuramın zorlaması altında in­
sanlara getirdiği mutsuzluklar dolayısıyla başlangıçta bi­
raz ıstırap çekebilecek bir tipse, ya yerini kendisinden 
katı başka birine bırakmak zorunda kalacak, ya da İnsa­
nî duygulannı boğacaktır ki, bu takdirde, böyle bir iç mü­
cadele geçirmeyen bir kimseden daha da zalim bir insan


olup çıkacaktır. Her iki halde de hükümet, iktidar aşkını 
şu ya da bu tip toplum isteği şeklinde kamufle eden 
amansız bir adamın eline kalacaktır. Diktatörlüğün baş­
langıçtaki amaçlarında iyi diye ne varsa despotizmin ka­
çınılmaz mantığı dolayısıyla bunlarm tümü yokolacak ve 
dikta iktidarını koruma amacı, devlet mekanizmasının ya­
lın amacı olarak gitgide daha güçlü bir biçimde ortaya 
çıkacaktır.
Makinalann insan düşüncesinde büyük bir yer tutu­
şu bireylerle toplumlan cansız varlıklar olarak görmek 
ve el hünerleri büyük olan kişileri de tannsal yaratıklar 
yerine koymakta ifadesini bulan, hünerbaz taklitçiliği di­
yebileceğimiz şeyi doğurmuştur. İnsanoğullan tedavi al­
tında değişikliğe uğrarlar, aynı şekilde operatörlerin ken­
dileri de, ameliyatın onlar üzerindeki etkileri sonucun­
da bir değişme gösterirler.
Toplumsal dinamik yasaları bundan ötürü çok zor 
bir bilimdir ve bu bilim dalındaki bilgilerimiz, bir dikta­
törlük tehlikesini göze alabilmemize yetecek kadar de­
ğildir. Tipik bir operatörde, eli altmdaki hastanın doğal 
yoldan gelişmesiyle ilgili bütün duygular körelmiştir; bu­
nun sonucunda, hasta, operatörün umduğu gibi önceden 
tasarlanmış bir kalıptaki yerine uysal uysal uymayıp, 
hastalıklı ve çarpık olarak gelişmeye devam ederek, kor­
kunç, çirkin, uğursuz bir tür meydana getirir. Demokra­
siden ve hastadan yana en kesin psikolojik kanıt olarak 
şunu söyleyebiliriz: insanların çarpıtılarak hilkat gari­
beleri haline gelmesi istenmiyorsa, serbest gelişme, özgür 
yaşama öğesi şarttır. Her ne olursa olsun, Komünistlerin 
de Faşistlerin de aynı derecede sevimsiz olduklarına inan­
dığım için, bunlara biricik alternatif gözüyle bakılıp, de­
mokrasinin modası geçmiş sayılmasına üzülüyorum. Eğer 
insanlar Faşizmden veya Komünizmden başka olasılık 
yok diye düşünürlerse, ya Faşist ya da Komünist olacak­
lardır; başka türlü düşünürlerse, olmayacaklardır.


BÖLÜM V II
SOSYALİZM DEN Y A N A GÜÇLÜ 
K A N IT L A R
Günümüz Sosyalistlerinin büyük çoğunluğu Kari 
Marx’in çömezleri olup, bunlar Karl Marx’dan, Sosya- 
lizm’i doğuracak biricik siyasal gücün, hayalkınklığına 
uğramış proletaryanın üretim araçları sahiplerine karşı 
duydukları öfke olduğu inancım devralmışlardır. Bunun 
kaçınılmaz bir tepkisi olarak, proletarya sınıfına girme­
yenlerin büyük çoğunluğu, Sosyalizmin karşı konulması 
gereken bir şey olduğuna karar vermişlerdir; bunlar, ken­
dilerine düşman olduklarım iddia edenlerin smıf savaşım 
vaazettiklerini duyunca, doğal olarak, hazır henüz ikti­
dar kendilerindeyken savaşı da kendileri çıkarmak eğili­
mine kapılmaktadırlar. Faşizm, Komünizme bir cevaptır, 
hem de korkunç bir cevap. Sosyalizm, Marxist bir dille 
vaazedildiği sürece öyle güçlü bir düşmanlık uyandırmak­
tadır ki, gelişmiş Batı ülkelerinde başarı kazanma olası­
lığı günden güne azalmaktadır. Sosyalizm hiç kuşkusuz 
zenginlerin muhalefetiyle zaten karşılaşacaktı, ama sa­
dece zenginlerinkinden ibaret bir muhalefet daha az şid­
detli ve daha az yaygın olurdu.
Ben kendi hesabıma, en ateşli bir Marxist kadar Sos­
yalizme inanmış olmakla birlikte, Sosyalizme, ne prole­
tarya intikamının İncili gözüyle, ne de hatta, B AŞLICA


iktisadi adaleti gerçekleştirme aracı gözüyle bakıyorum. 
Ben Sosyalizme her şeyden önce, makina üretimine ge­
tirilen, sağduyu ürünü düşüncelerin gerektirdiği ve sa­
dece proletaryanın değil, çok ufak bir azınlığın dışında 
bütün insan ırkının mutluluğunu artıracağı hesap edilen 
bir düzenleme gözüyle bakıyorum. Eğer bu düzenleme 
şimdi kinci dökücü bir ayaklanma olmaksızın gerçekleşe- 
miyorsa, bunun günahını daha çok Sosyalizm savunucu­
larının yırtıcılığında aramak gerekir. Bununla birlikte, 
daha aklıbaşmda bir savunma tarzının muhalefeti yumu­
şatacağına ve daha az felâketli bir geçişi mümkün kıla­
cağına dair bende hâlâ biraz umut var.
İşe Sosyalizmin bir tanımlamasını/yaparak başlaya­
lım. Tanımlama, iktisadi ve siyasal olmak üzere iki bö­
lümden meydana gelmelidir. İktisadi bölüm, asgari ola­
rak toprak, madenler, kapital, bankacılık, kredi ve dış ti­
careti kapsamak üzere kesin iktisadi iktidann Devlet elin­
de olmasmdan ibarettir. Tanımlamanın siyasal bölümü, 
kesin siyasal iktidann demokratik olmasını gerektirir. 
Marx’m kendisi ve 1918 öncesi Sosyalistlerinin tümü, sor­
gusuz bu tanımlamayı onaylarlardı, ne var ki, Bolşevik- 
lerin Rus Millet Meclisini dağıtmalanndan bu yana de­
ğişik bir doktrin gelişmiş bulunuyor; bu doktrine göre, 
bir Sosyalist Hükümet devrimle başan kazandığı zaman, 
siyasal iktidara ancak bu Hükümetin en ateşli destekle­
yicileri sahip olacaklardır. Gerçi şurasını da kabul etmek 
gerektir ki, bir iç savaştan sonra yenilenlere bütün hak­
lanın hemencecik geri vermek doğallıkla her zaman müm­
kün değildir, ama durum böyle olduğu sürece Sosyaliz­
min hemen kurulabilmesi de mümkün değildir. Sosyaliz­
min iktisadi bölümünü gerçekleştirmiş bir Sosyalist Hü­
kümet, demokratik yönetimi mümkün kılacak kadar halk 
desteği sağlamadıkça görevini tamamlamış sayılamaz. 
Eğer aşırı bir örnek verirsek, demokrasinin zorunluğu


apaçık ortaya çıkacaktır. Şarklı bir despot topraklan için­
deki bütün doğal kaynaklann kendisine ait olduğa kara­
nın alabilir, ama bu -despot böyle yapmakla Sosyalist bir 
rejim kurmuş demek değildir; Leopold H’nin Kongo’da­
ki yönetimi de örnek almacak bir model sayılamaz. Hal­
kın kontrolü bulunmadıkça, Devletin, iktisadi girişimleri 
kendini zenginleştirme dışında yöneteceğini beklemek için 
hiçbir neden yoktur, bundan dolayı da sömürü sadece ye­
ni bir biçim alacak demektir. Bu sebeple demokrasinin 
Sosyalist rejim tanımlamasının bir bölümü olarak kabul 
edilmesi gerekir.
Bazı kimselerin Sosyalizme uygun saydığı, bazı kim­
selerin de karşıt görüşü benimsediği özel girişim biçimle­
ri bulunduğundan, Sosyalizm tanımlamasının iktisadi bö­
lümüyle ilgili olarak tamamlayıcı açıklamalar yapmak zo- 
runluğu vardır. Boş toprakları işlemek isteyen bir kimse­
nin, Devlet’ten kiralanmış bir toprak parçası üzerinde 
kendisine kütükten bir kulübe yapmasına izin verilmeli 
midir? Evet, ama bundan da, özel kişilere New York’ta 
gökdelenler kurma izninin verilebileceği sonucu çıkanl- 
mamalıdır. Aynı şekilde bir kimse arkadaşına bir şilin 
borç verebilir, ama bir banker herhangi bir şirkete ya da 
bir yabancı Hükümete on milyon sterlin borç verememe- 
lidir. Bütün konu bir derecelendirme sorunudur ve küçük 
çaptakilerde değilse bile, büyük çaptaki alışverişlerde çe­
şitli yasal formaliteler zorunlu olduğundan, bu derece­
lendirme kolaylıkla yapılabilir. Bu gibi formalitelerin şart 
olduğu yerlerde, bu formaliteler Devlete bir kontrol ola­
nağı verir. Başka bir örnek alalım: mücevherat, üretim 
aracı olmadığından dolayı, iktisadi anlamda kapital değil­
dir, ama şurası da bir olgudur ki, elmaslan olan bir adam 
bunlan satıp parasıyla hisse senetleri alabilir. Sosyalist 
bir rejimde bu elmaslar yine o adamın olabilmelidir, ama 
adam elmaslannı satıp hisse senedi satın alamayacaktır,


çünkü satın alabileceği hisse senedi olmayacaktır Sosya­
list rejimde. Özel mülkiyetin yasaklanması gerekli değil­
dir; yasaklanması gereken sadece özel yatırım olmalıdır 
ki, bu da, kimseye miras kalmayacağından, akla yakın 
bir miktar dışında özel servetin yavaş yavaş eriyip git­
mesi sonucunu verecektir. Başka insanlar üzerindeki ik­
tisadi iktidar bireylerin elinde bulunmamalı, ama iktisa­
di iktidar kurmakla ilişkisi olmayan cinsten özel mülki­
yet yaşamalıdır. Sosyalist rejimin yıkıcı bir devrim sa­
vaşı olmaksızın kurulduğunu varsayarsak, Sosyalizmin 
sağlayabileceği avantajlar çok çeşitlidir ve bu avantaj­
lara sadece işçi sınıfının sahip olması asla söz konusu de­
ğildir. Bu avantajların tümünün ya da bir bölümünün, 
bir Sosyalist partinin uzun ve zorlu bir sınıf çatışması 
sonucunda kazanacağı zaferin ürünü olacağına hiç inan­
mıyorum; böyle kazanılmış bir zafer hınç duygularını şid­
detlendirir, militarist kafalı amansız bir adamı ön plana 
çıkarır, birçok değerli uzmanın yeteneklerinin ölüm, sür­
gün ya da hapis dolayısıyla ziyan olmasına yol açar ve 
muzaffer Hükümete bir kışla anlayışı verirdi. Sosyaliz­
min sahip olduğu iddia edeceğim erdemlerin Sosyalizm­
de varolabilmesi için, Sosyalist rejimin halkı inandırma 
yoluyla kurulmuş bulunması ve eğer bir zora başvurmak 
gerekliyse, bu zorun sadece kötü niyetli çetelerin yenil­
giye uğratılması için kullanılmış olması şarttır. Ben şu­
na inanıyorum ki, eğer Sosyalizm propagandası daha az 
nefretle, daha az acılıkla, aynı zamanda hınç duyguları­
na hitap ederek değil de, apaçık görünen iktisadi örgüt­
leme ihtiyacına hitap edilerek yürütülse, inandırma işi 
son derece kolaylaşır, bununla orantılı olarak zora baş­
vurma ihtiyacı da o derece azalırdı. Zora başvurmayı red­
dediyorum, zira: (a) zora başvurma yöntemi büyük ola­
sılıkla başarısızlığa uğrayacaktır, (b) zora başvurma ha­
linde mücadele ister istemez yıkıcı olacaktır, (c) galip ge­


lenler, inatçı bir savaştan sonra büyük olasılıkla asıl 
amaçlarını unutacaklar, başlangıçtaki amaçlan olan Sos­
yalist rejim yerine daha başka bir şey, belki de askeri bir 
zorbalık rejimi kuracaklardır. Bundan dolayı, Sosyaliz­
min başan koşullanndan biri olarak, halk çoğunluğunun 
Sosyalizm doktrinlerini kabule banşçı yollardan inandı- 
nlmasını şart sayıyorum.
Sosyalizmden yana, hiçbiri de yeni olmayan ve önem 
dereceleri değişen dokuz kanıt vereceğim. Kanıtlar listesi 
sınırsız olarak uzatılabilir, ama bence bu dokuz tanesi 
Sosyalizmin sadece bir sınıfa maledilebilecek bir İncil ol­
madığını göstermeye yetecektir.
I. K Â R GÜDÜSÜNÜN K IR IL IŞ I:
A y n bir iktisadi kategori olarak kâr, ancak, sınaî ge­
lişmenin belirli bir aşamasında açıkça göze görünür. Bu­
nunla birlikte kâr mikrobunu, Robinson Crusoe ile uşağı 
Cuma arasındaki ilişkilerde görmek mümkündür. Tuta­
lım ki, Robinson Crusoe güzün, tüfeği sayesinde adadaki 
bütün besin kaynaklarını kontrolü altına almış olsun. O 
takdirde Robinson Crusoe, Cuma’y ı gelecek yılın hasat 
hazırlıklan için çalıştırabilecek durumdadır demektir, şu 
anlaşmayla ki, işvereni Cuma’ya hayatta kalmasını sağ­
layacak kadar besin verecek, artık ürünler ise işverenin 
olacaktır. Bu sözleşmeyle Robinson Crusoe’nun elde etti­
ği şeye, sermayesinin faizi gözüyle bakılabilir; burada 
onun sermayesi ise birkaç el aleti ile, elinde bulunan bi­
rikmiş besin maddeleridir. Ne var ki, daha uygar koşul­
larda ortaya çıkan kâr öğesi, daha başka değiş tokuşlan 
gerektirir. Örneğin bir pamuk fabrikatörü pamuğu ken­
disi ve ailesi için işlemez; pamuk onun biricik ihtiyacı de­


ğildir ve pamuk fabrikatörü, büyük miktardaki ürününü, 
öteki ihtiyaçlarını giderebilmek için satmak zorundadır. 
Ancak, pamuk fabrikatörü pamuğu işlemeden önce baş­
ka şeyler satın almak zorundadır: ham pamuk, makina- 
lar, insan emeği ve makinalan çalıştıracak güç. Pamuk 
fabrikatörünün kân, bütün bu şeylere ödediği miktar ile, 
ürününe karşılık aldığı miktar arasındaki farktır. Ama 
eğer bu pamuk fabrikatörü fabrikasını kendi idare edi­
yorsa, aynı işi yapacak bir yöneticinin alacağı maaş mik­
tarı kadar bir parayı kârdan düşmemiz gerekir; yani, fab­
rikatörün kân, toplam kazançlarından varsayımlı yöneti­
cinin ücretleri düşüldükten sonra kalan miktardır. Hisse­
darların yönetimde çalışmadıkları bjiyük işlerde, bu his­
sedarların eline geçen para, o girişimin kârıdır. Ellerinde 
yatınm yapabilecek kadabr para bulunanlar kâr umuduy­
la harekete geçerler; dolayısıyla, hangi yeni girişimlerin 
başlayacağını, hangi eski girişimlerin genişletileceğini be­
lirleyen güdü, kâr güdüsüdür. Bugünkü sistemimizin sa­
vunucuları; kâr umudunun, sonuç itibariyle, gerekli mal­
ların gerekli miktarda üretilmesine yol açacağım varsay- 
mışlardır. Geçmişte bu görüş, bir noktaya kadar doğru 
çıkmıştır, ama Srtık doğru değildir.
Bu, modem üretimin karmaşık bir karakterde oluşu­
nun sonucudur. Benim eski usul çalışan bir köy kundu­
racısı olduğumu varsayalım; komşular bana onarmam 
için kunduralarını getirdikleri zaman, benden emeğimin 
ürününü istediklerini bilirim; ama eğer ben geniş çapta 
üretim yapan bir kundura fabrikatörüysem, pahalı maki- 
nalar kullanarak üretim yapıyorsam, kaç çift kundura sa­
tabileceğimi tahmin etmek zorundayım demektir ki, tah­
minimde de kolaylıkla yanılabilirim. Başka bir fabrika­
törün benimkilerden daha iyi makinalm olabilir ve o fab­
rikatör kunduralarım daha ucuza satabilir; benim eski 
müşterilerim geçim sıkıntısına düşerek kunduralarım da­


ha uzun zaman dayandırma yolunu öğrenmiş olabilirler, 
ya da moda değişebilir ve müşteriler benim makinalan- 
mın yapamayacağı cinsten kunduralar isteyebilirler. Bü­
tün bu şeylerden herhangi biri meydana gelirse, sadece 
ben kâr edemez olmakla kalmam, makinalanm işsiz, işçi­
lerim de açıkta kalır. Bu durumda, makinalanmm yapı­
lışında harcanan emekler, yararlı malların üretimine ya- 
rayamamış ve tıpkı denize atılan kum gibi ziyan olmuş 
demektir. İşten çıkarılan işçiler artık insanların ihtiyaç­
larına cevap veren şeyler yaratmaz olurlar ve bu işçiler 
topluluğu, açlıktan ölmemelerini sağlamak için kendile­
rine harcanan miktar derecesinde yoksul düşerler. Maaş 
ya da ücretle değil de, işçi çalıştırarak sağladıkları kârla 
geçinenler ise eskisine oranla daha az para harcarlar ve 
dolayısıyla, eskiden satın aldıkları mallan yapanlar ara­
sında işsizliğin doğmasına yol açarlar. Böylece, daha baş­
langıçta, satarak kâr edeceğimi düşündüğüm kundura 
miktan üzerindeki yanlış tahmin ve hesaplanm, alanını 
gittikçe genişleten bir işsizliğin, buna eş olarak da bir is­
tem azalışının doğmasına yol açmış olur. Bana gelince, 
ben, muhtemelen bütün sermaye ve kredilerimi yutmuş 
olan pahalı makinalanma boynumdan bağlanmışımdır; bu 
yüzden, benim için kundura üretiminden, birdenbire da­
ha kârlı bir üretim alanına dönmek olanaksızdır.
Daha alavereli bir işi ele alalım: gemi inşa sanayii. 
Savaş sırasında ve savaşm az sonrasına kadar çok büyük 
bir gemi istemi vardı. Savaşm ne kadar süreceğini, A l­
man denizaltılannın ne dereceye kadar başarılı olacağım 
kimse kestiremediği için, o zamana kadar eşi görülme­
miş sayıda gemi inşa etmek üzere etraflı planlar hazır­
landı. 1920 yılına varıldığında, savaş kayıpları tazmin et­
tirilmiş ve deniz ticaretindeki durgunluk yüzünden ge­
mi ihtiyacı birdenbire çok azalmış bulunuyordu. Hemen 
hemen bütün gemi yapım tezgâhlan yararsız hale gelmiş,


buralarda çalışan işçilerin çoğu işten çıkarılmıştı. Gemi 
yapım işiyle uğraşanların bunu hakettikleri söylenemez, 
zira Hükümetler, kendilerinin yüzünden yoksulluğa dü­
şenlere karşı hiçbir sorumluluk tanımazlar. Yoksulluk da 
bu yüzden kaçınılmaz bir şekilde yayıldı. Çeliğe istem 
azaldı, dolayısıyla demir-çelik sanayii darbe yedi. Avus­
tralya ile Arjantin’den gelen ete istem azaldı, zira işsizler 
besinlerinden kısmak zorundaydılar. Dolayısıyla, Arjan­
tin ve Avustralya'nın et karşılığında aldığı ürünlere is­
tem azaldı. Bunu böylece sonsuza kadar uzatmak müm­
kündür.
Günümüzdeki kâr güdüsünün uğradığı başarısızlığın 
çok önemli bir nedeni daha vardır ki, o da, azlığın (ned­
retin) sağlanamamasıdır. Belirli malların, büyük çapta 
üretildikleri zaman az üretildikleri zamankine oranla da­
ha ucuza mal edildiği, sık rastlanan şeylerdendir. O hal­
de en iktisadi üretim tarzı, bütün dünyada bu cins mal­
lardan her biri için sadece birer fabrika bulundurmak 
olurdu. Ne var ki, gerçekte, işler gelişe gelişe, fabrikala­
rın sayısı da derece derece çok artmıştır. Bu fabrikatör­
lerin hepsi de, dünyada kendilerininkinden başka fabrika 
olmasa, herkese mal yetiştirebileceklerini ve büyük kâr 
sağlayabileceklerini bilirler; halbuki rakipler bulundu­
ğundan, hiçbiri tam kapasiteyle çalışamamakta, dolayısıy- 
le güvenilir bir kâr sağlayamamaktadır. Bu ise iktisadi 
emperyalizme yol açmaktadır, zira biricik kâr olanağı bü­
yük bir pazara tek başma egemen olabilmeye bağlıdır. 
Bu arada zayıf rakipler ezilir; ezilen işletme ne derece 
büyükse, bunlardan biri kapandığı zaman meydana gelen 
zarar da o kadar büyük olur. Rekabet dolayısıyla o kadar 
fazla üretim yapılmaktadır ki, bu ürünlerin tümünün kâr­
la satılması olanaksızdır; buna karşılık üretimi azaltma 
gerektiğinden yavaş olmaktadır; çünkü çok pahalı maki- 
nalann kullanıldığı üretim alanlarında belirli bir süre


için zararına üretim yapmak, hiç üretim yapmamaktan 
daha az yıkıcıdır.
Bütün bu karışıklıklar, zararlar hep büyük çapta iş 
yapan modern endüstriyle özel kâr güdüsüyle bir yön ve­
rilmesinden doğmaktadır.
Kapitalist bir rejimde, belirli bir. ürünün belirli bir 
firma tarafından üretilip üretilmeyeceğim belirleyen ma­
liyet, o ürünün firmaya maliyetidir, topluma olan mali­
yeti değil. Aradaki ayırımı hayali bir örnekle canlandı­
ralım. Birisi — diyelim ki, Henry Ford— hiç kimsenin 
kendisiyle rekabet etmesine olanak bırakmayacak kadar 
ucuza otomobil yapma yolunu bulmuş olsun; bunun vere­
ceği sonuç, otomobil yapımıyla uğraşan bütün öteki fir­
maların iflasıdır. Yeni ucuz otomobillerden bir tanesinin 
topluma maliyetini elde etmek için, Mr. Ford’un harcaya­
cağı miktara, öteki firmalara ait artık kullanılmayan bü­
tün fabrikaların maliyetinden bu bir tek arabaya düşen 
miktarı ve ayrıca, öteki firmalar tarafmdan vaktiyle ça­
lıştırılıp da şimdi işsiz kalmış olan bütün işçi ve idareci­
lerin yetiştirilme, eğitilme harcamalarından yine bu bir 
tek arabaya düşen miktarı eklemek gerektir. (Bu işçi ve 
idarecilerden bir kısmı belki Mr. Ford’un yamnda iş bu­
lacaklardır, ama yeni yöntem daha ucuz olduğu, dolayı- 
siyle daha az emek gerektirdiği için, hepsi birden iş bu­
lamayacaklardır). Toplumun sırtına daha başka harcama­
lar da yüklenecektir — iş uyuşmazlıkları, grevler, ayak­
lanmalar, artırılan polis sayısı, muhakemeler ve mahpus­
luklar. Bütün bunlar hesaba katıldığı zaman, yeni oto­
mobillerin topluma, başlangıçta, eskilerine oranla çok da­
ha pahalıya malolacağı pekâlâ anlaşılabilir. Neyin toplu­
mun yararına olduğunu, neyin olmadığını belirleyen şey, 
toplumun yararına olup olmadığı düşünülen nesnenin top­
luma maliyetidir, halbuki sistemimizde, neyin fiilen yer 
alacağım, ya da almayacağım belirleyen şey, yer alıp al­


m aması 
düşünülen şeyin tek başına fabrikatöre maliye­
tidir.
Sosyalizmin bu sorunu nasıl çözümlemeye çalışacağı­
nı daha ileriki sayfalarda açıklayacağım.
II. BOŞ ZAM AN O LAN AĞ I *
İnsan ırkının akla yakın bir rahatlık ölçüsü içinde ya­
şamasını sağlayabilmek için bugün makinalann verimli­
likleri sayesinde, eskisine oranla çok daha az bir çalışma 
gerekmektedir. Konularım inceden inceye araştıran ba­
zı yazarlar günde bir saatlik çalışmanın yeteceğini ileri 
sürüyorlar, ama belki de bu tahminlerde Asya’yı hesaba 
katmıyorlardır. Ben bir yanlışlığa düşmediğimden iyice 
emin bulunabilmek için, yetişkinlerin günde dört saat ça­
lışmasının, insanlara makul ölçüler içinde isteyebilecek­
leri kadar maddi rahatlık sağlamaya yeteceğini varsaya­
cağım.
Bununla birlikte, şimdiki halde, kâr güdüsünün işle­
mekte oluşu dolayısıyla, boş zaman eşit olarak dağılama- 
maktadır: bazıları gerektiğinden çok çalışırlarken, bazıla­
rı da tamamiyle aylak kalmaktadır. Bu şundan doğmakta­
dır: işçinin, işveren için taşıdığı değer, işçinin çıkardığı 
iş miktarına dayanır, bu iş miktan da, çalışma saatleri 
yedi ya da sekizi aşmadığı sürece, işveren tarafından bir 
çalışma gününün uzunluğuyla orantılı kabul edilir, öbür 
yandan işçi, iyi bir ücret alacağı uzun çalışma gününü, 
düşük ücret alacağı kısa çalışma gününe tercih eder. Bun­
dan ötürü, uzun çalışma günü uygulamak her iki tarafın 
da işine gelir ve bu sistem dolayısıyla işsiz kalanlara, aç

Yüklə 4,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin