Ġnflamasyon ve Otoimmünite:
Tümör nekrozis faktör alfa (TNF- alfa) ve osteoprotegerin (OPG) – RANK-
RANKL sistemi otosklerozun patofizyolojisinde rol alan önemli bir mekanizmadır.
1997’ de iki araştırma grubu tarafından kemik yıkımını engelleyen osteoprotogerin
(OPG) olarak isimlendirilen yeni bir protein bulunmuştur
28,29
. Daha sonra bu konudaki
çalışmalar hızlanarak fizyolojik ve patolojik kemik rezorpsiyonunu kontrol eden iki
farklı protein daha bulunmuştur. Bunlardan, reseptör aktivatör nükleer kappa B
11
(RANK), osteoklastlarda bulunan ve RANK ligand (RANKL) ile uyarılarak kemik
yıkımına neden olan reseptördür
30,31
. OPG osteoklastların yaptığı kemik yıkımını inhibe
eder. Hipokalsemik ve antirezorptif etkilidir. Kemik dokudaki biyolojik etkileri
RANK/RANKL’ ın etkisi ile terstir. OPG, RANKL’a bağlanarak bir tuzak reseptör gibi
fonksiyon görür ve RANK’a bağlanmasını engeller. Sonuç olarak osteoklast
farklılaşması ve aktivasyonu inhibe olur ve RANKL kemik rezorbsiyonu oluşturamaz
32
.
TNF alfa, proinflamatuar bir sitokindir, osteolitik proçeste ve osteositlerin osteoblast ya
da osteoklastlara diferansiyasyonunda rol alır. Yoğun osteoklast aktivasyonuna ve
kemik resorpsiyonuna yol açan artmış TNF alfa ekspresyonu osteosklerotik kemikte
gösterilmiştir
33
. T. Karosi ve ark.
34
2011 yılında yayınladıkları çalışmalarında aktif
otosklerozlu hastaların stapes tabanından aldıkları doku örneklerinde; osteoprotogerin
spesifik RT-PCR, doku kültürü ve alkalin fosfataz aktivite değerlendirmesi yöntemi ile
yaptıkları incelemelerinde aktif otosklerozlu vakaların inaktif vakalara göre OPG
ekspresyonunun önemli oranda düşük olduğunu saptadılar. Aktif otosklerozda OPG
ekspresyonunda azalmanın , kızamık virüsünün indüklediği inflamatuar reaksiyona ve
proinflamatuar sitokin (özellikle TNF alfa) artışına bağlı olduğunu öne sürdüler. Bunun
sonucunda RANK ve RANK-L sekresyonunda artış ve sonuç olarak osteoklast
apopitozisinde azalma ve osteoklast aktivasyonu ortaya çıkmaktadır. T. Karosi ve ark.
34
otosklerozun erken dönem tedavisinde rekombinant OPG’ nin önemli rolü olabileceğini
belirttiler.
Otik kapsüle karşı gelişen otoimmün reaksiyon otosklerozdaki kronik
enflamasyonun bir nedeni olarak olası etyolojik faktör olarak öne sürülmüştür. İnsan
otik kapsülünde embriyonik kıkırdak resti olarak bulunan tip 2 kollajene karşı oluşan
otoimmün reaksiyon etyolojik faktörlerden biri olarak ortaya atılmıştır. Yapılan
çalışmalarda otosklerozlu hastaların serumlarında tip 2 kollajene karşı otoantikorlar
saptanmıştır. Çeşitli araştırmacıların yaptıkları çalışmalarda da hastaların serumlarında
tip 2 ve tip 9 kollajene karşı otoantikorlarda artış saptanmıştır
13
. Yoo ve ark
35
tip 2
kollajene karşı immünize ettikleri ratların otik kapsüllerinde otoskleroza benzer litik
kemik lezyonları tespit etmişlerdir. Bu araştırmalara karşı; sağlıklı gruplarla
otosklerozlu hastaları karşılaştıran ve anti kollajen üretiminde aralarında önemli
farklılık bulamayan çalışmalar da mevcuttur. Tüm bunlar otosklerozun patogenezinde
kollajene karşı otoimmünitenin rol oynayabileceğini göstermektedir ancak bu konuda
daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
13
Hormonal ve Metabolik Faktörler:
12
Otosklerozun prevelansı kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat fazladır. Bundan dolayı
hastalığın gelişiminde seks hormonlarının etkili olduğu öne sürülmüştür. Otosklerozun
progresyonu ve gelişiminde; östrojen progesteron artışının ve östrojen-progesteron-
prolaktin sisteminin bozukluklarının katkısı olabilir. Östrojen, osteoklastların
RANKL’a cevabını azaltır ve osteoklast apopitozisini indükler. Östrojen ve progesteron
prolaktin salınımının güçlü sitümülatörleridirler. Son dönemde yapılan çalışmalar
prolaktinin RANKL üretimini artırdığını, OPG üretimini azalttığını göstermiştir. Bu
görüş oral kontraseptif kullanımı ve hormon replasman tedavisiyle vestibüler bozukluk
ve otoskleroz risk artışını açıklar. Laktasyon ve hamilelik ile ilgili hiperprolaktinemi;
multipl gebelikler ile otoskleroz riskinin artışının temelini oluşturur
36
.
Enzimatik Etkiler:
Otoskleroz etyolojisinde enzimler çok araştırılmış ancak hastalık sürecindeki
başlatıcı etkileri net olarak gösterilememiştir. Bu hipotezi savunanlar hastalık sürecinin
tetikleyici olan globuli interosseilerin, enkondral otik kapsülün bir otoimmün
reaksiyonu olduğunu iddia etmektedirler. Primer odak içerisindeki histiositler ve
osteositler hidrolitik enzimler ve proteazlar salgılayarak kokleanın değişik bölgelerinde
hücresel yıkıma neden olurlar. Eğer bu enzimatik yıkım süreci oval pencere nişine
ulaşırsa, yeni kemik oluşumu başlar bu da stapes fiksasyonuna ve iletim tip işitme
kaybına neden olur. Proteolitik enzimler iç kulakta hasar oluşturursa da sensörinöral
işitme kaybı meydana gelir.Enzimatik hipotezi savunanlar tripsin ve antitripsin
arasındaki dengenin bozulmasının otosklerozu provake ettiğine inanmaktadırlar.
Causse sodyum floridin anti enzimatik bir etkisi olduğuna ve proteolitik enzimleri
inhibe ederek aktif otosklerotik odakları
daha yoğun inaktif lezyonlara
dönüştürdüğündeve bu nedenle sensorinöral işitme kaybınının stabilize olduğunu ve
tinnitusun azaldığını savunmaktadırlar. Floridin yanı sıra sitokin antagonistlerine benzer
diğer ajanlar ve bifosfanatların da otosklerotik odakların progresyonunda inhibitör
etkileri vardır ancak yaygın kullanım alanı bulamamışlardır
1
.
Otosklerozda Genetik:
Otoskleroz hastalığının etyopatogenezinde genetiğin önemli bir yeri vardır.
Toynbee 1861 yılında ilk defa olası otosklerozlu hastalarda işitme kaybının ailesel
geçişini tanımlamıştır. 1966’da Fowler tarafından yürütülen bir ikiz çalışmasında 40
monozigot ikizin tümünde klinik otoskleroz saptanmıştır. Bu çalışma otosklerozun
genetik temelini desteklemiştir. 1922 yılında Albrecht ilk defa, otosklerozun belirli
ailelerde otozomal dominant olarak kalıtıldığı sonucuna vardı. Larsson 1960’ da bu
13
hipotezi destekledi ve en sık otozomal dominant ailesel geçiş olduğunu buldu, penetrans
inkomplettir ve %25-40 arasındadır. İnkomplet penetrans otosklerotik odağın otik
kapsüldeki yerleşimi ve dolayısıyla klinik semptom oluşturmamasıyla ilişkilidir.
1960’ların sonunda geniş otosklerozlu ailelerin detaylı genetik incelemelerinde
Morrison ve Bundy, otosklerozun penetransı %40 olan otozomal dominant bir hastalık
olduğu sonucuna vardılar. Baurer ve Stein, 94 ailelik çalışmalarında otozomal resesif
kalıtımı öne sürdüler. Hastalığın genetik geçişinde X’e bağlı bir gen ile otozomal resesif
bir genin karşılıklı etkileşiminin genetik geçişte etkili oluğunu öne süren çalışmalar da
mevcuttur. Bir diğer görüş ise hastalığın geçişinin çok genli olması ve hastalığın değişik
ailelerde farklı genetik geçiş özelliğine sahip olmasıdır
37
.
Otosklerozda güçlü ailesel geçiş temeli olmasına rağmen tüm vakaların %40-50
kadarı sporadik olgulardır. Morrison ve Bundley sporadik olguları; yeni mutasyonlar,
otozomal resesif veya diğer çok genli geçiş paternleri, inkomplet penetrans ve paget
hastalığı, konjenital stapes yokluğu, osteogenezis imperfekta gibi ayırıcı tanıda
zorlanılan olgular ile açıklamışlardır
37
.
Genetik çalışmalar otosklerozdan sorumlu 8 defektif gen (0TSC1-OTSC8) ortaya
koymuştur bu genler sırasıyla 15q, 7q, 6q, 16q, 3q, 6q, ve 9p kromozomlarında
lokalizedir. Bu gen lokusları haritalandırılmış olsa da hastalığın gelişiminde bu genlerin
rolü hakkında çok az bilgiye sahibiz
13
.
Mc Kenna ve ark. Osteogenezis imperfekta hastalığına neden olan ve tip 1
kollajen üretiminden sorumlu COL1A1 geni ile otoskleroz hastalığı arasında bağlantı
olabileceğini dile getirdiler. Yaptıkları çalışmalarında klinik otosklerozlu hastaların
kültüre edilmiş dermal fibroblastlarında tip1 osteogenezis imperfektaya benzer olarak
anormal COL1A1 gen ekspresyonu olup olmadığını araştırdılar ve bu hastaların küçük
bir grubunda COL1A1 mRNA gen ekspresyonunda azalma tespit ettiler
38
.
2.3.4. Otosklerozda Klinik Değerlendirme
Otosklerozda öykü, fizik muayene ve tetkiklerle tanıya gidilmektedir ancak
otosklerozun kesin tanısı operasyon sırasında konulabilmektedir.
Öykü: Klasik olarak otosklerozda stapes tabanı ve annüler ligaman tutuluncaya
kadar genellikle hastalar asemptomatiktirler. Bu bölgeler tutulmaya başladığında yani
stapesin oval penceredeki hareketi kısıtlanmaya başladığı zaman hastalar semptomatik
hale gelirler. Otosklerozun en önemli semptomu işitme kaybıdır. Bunun dışında hastalar
tinnitus ve baş dönmesinden de yakınabilirler
39
.
14
ĠĢitme Kaybı: Tipik otosklerozda işitme kaybı sinsi ve ağrısız olup yavaş
progresyon gösterir ve hastalar özellikle tek kulak etkilendiyse işitme kaybının farkına
varamayabilirler. Bundan dolayı hastaların işitme kaybının başlangıç yaşının tespiti her
zaman kolay olmamaktadır. Olguların yarısına yakınında işitme kaybı 20- 30 yaş
arasında başlamaktadır. 10 yaşından önce ve 40 yaşından sonra başlaması nadirdir.
İşitme kaybının seyri hastadan hastaya farklılıklar gösterebilir; bazı olgularda işitme
kaybı durağandır ve yıllarca ilerlemeden kalabilir. Bazı olgularda ise işitme kaybı hızla
ilerler; bazen de başlangıçtan itibaren ciddi işitme kaybına yol açabilir. Hastalık
ilerledikçe işitme kaybının niteliği de değişir iletim tipi işitme kaybına sensörinöral
işitme kaybı da eklenir
39
.
Otoskleroz hastalarının çoğu kemik yolu ile algıladıkları çiğneme sesi, kendi ayak
sesleri, baston sesi gibi seslerden rahatsız olurlar. Otosklerozlu hastalar orta kulak
patolojilerine bağlı diğer işitme kayıplarının aksine telefonda daha iyi duyarlar ve işitme
cihazlarından daha fazla yararlanırlar. Otoskleroz hastaları genellikle alçak sesle
konuşurlar. İşitme kaybının iletim tipinde olması ve arka plan gürültüsünün
algılanmayıp, kemik yolu iletiminin ön plana çıkması ile olgular kendi konuşma
seslerini olduğundan daha yüksek duyarlar. Bu hastalar gürültülü ortamlarda daha iyi
duyarlar (Willis paraakuzisi). Bu fenomende otosklerozlu hastalar işitme kayıplarına
bağlı olarak ortamdaki arka plan sesini yeterince duyamazlar ve konuşmacının çevre
sesini bastırmak için normalden yüksek şiddette konuşması nedeniyle hasta
konuşmacıyı daha rahat duyar ve ayırt etme skoru normal olduğu için anlama zorluğu
yaşanmaz
40
.
Tinnitus: Hastaların 2/3’ünde bir veya her iki kulakta değişik şiddetlerde
çınlama, motor sesi, su sesi vb olarak tanımlanan subjektif tinnitus vardır. Tinitus
spontan olarak kaybolabilir, ancak birçok hastada devam eder ve işitme kaybı artıkça
daha
şiddetlenir.
Tinnitusun
labirent
kapsüldeki
otosklerotik
lezyonun
vaskülarizasyonuna bağlı olduğu öne sürülmektedir
39
.
BaĢ Dönmesi: Otoskleroz hastalarının %25’i vestibüler yakınmalar tanımlarlar.
Bu tablo otosklerotik iç kulak sendromu olarak tanımlanır. Hastalarda kısa süreli
yaşanan gerçek vertigo atakları ve pozisyonel vertigo olabilir ancak sıklıkla hareketle
ilişkili olmayan göz kapalı ve karanlıkta artan dengesizlik hissi öyküsü ön plana
çıkmaktadır. Nadir de olsa bazı hastalarda işitme kaybı ve tinnitus olmaksızın baş
dönmesi yakınması olabilir
39,40
.
15
Fizik Muayene: Otoskleroz hastalarının otoskopik incelemesinde kulak zarı
genellikle normal görünümdedir. Olguların % 10’ unda özellikle şeffaf bir zar gerisinde
daha kolaylıkla seçilebilen, promontoryum ve oval pencere izdüşümünde timpanik
membranın arka üst kadranı bölgesinde flamingo pembesi renginde refle belirlenir
(Schwartze bulgusu). Bu bulgunun otosklerozun spongiotik safhasında artmış
vaskülariteye bağlı olduğu ve hastalığın aktif dönemini ve odağını gösterdiği
bilinmektedir. İlk hasta muayenesinde otoskopiyi tamamlamak için yapılacak olan
256,512 ve 1024 Hz’lik diapozon testleri tanıda yönlendiricidirler. Hastalığın erken
döneminde alçak frekans iletim tipi işitme kaybı ön plandadır ve başlangıçta sadece 256
Hz’de Rinne (-) olarak bulunur. Progresyon sürecinde 512 ve 1024 Hz’lerde de Rinne
negatifleşir
34
. Weber testi iletim tip işitme kaybı olan kulağa veya bilateral hasta
kulaklarda daha fazla iletim tipi kaybı olan kulağa lateralizedir.512 Hzlik diapozonda
kemik iletiminin hava iletiminden daha yüksek olması hastada en az 15-20 dB’ lik
iletim tipi işitme kaybı olduğunu gösterir. 512 ve 1024 Hz lik diapozonla rinne negatif
olarak saptanırsa işitme kaybı en az 30 dB dir
41
.
2.3.5. Otosklerozda Odyolojik Değerlendirme
Hastaların değerlendirilmesinde, standart odyometrik testler en önemli tanı
yöntemleridir. Temel yöntemler saf ses ve konuşma odyometrisidir. Hava yolu eşikleri,
işitme kaybının derecesini belirler ve operasyon kararı alırken önemlidir
39
. Stapedial
fiksasyon oval pencerenin tümünde değil bir bölümünde etkili olursa pes frekanslarda
belirgin iletim tipi işitme kaybı beklenir
43
. Kemik yolu eşikleri ise sensörinöral
fonksiyonları göstermesi ve cerrahi sonrası elde edilecek işitme kazancı hakkında bilgi
vermesi bakımından önemlidir. Stapedial otosklerozda sıklıkla rastlanan bir odyolojik
bulgu ise Carhart çentiğidir. Otosklerozda sadece stapesin fikse olduğu durumlarda ,
normal sınırlarda olması beklenen kemik yolu eşikleri, özellikle 2 kHz frekansında 20-
30 dB düzeyine inebilir. İlk olarak otoskleroz olgularında tanımlandığı şekliyle , en
belirgin 2 kHz frekansında düşme ile kendini gösteren kemik yolu eşiklerine Carhart
çentiği denir. Orta kulak rezonans frekansına en yakın oktav frekans olan 2 kHz ve buna
komşu oktav frekanslarında kendini gösteren düşmenin , kemikçikler aracılığıyla ortaya
çıkan enerji artışının ortadan kalkması sonucunda belirdiği düşünülmektedi
42
.
Otosklerozin odyolojik tanısında timpanogram ve akustik refleks ölçümlerine çok önem
verilmektedir. Patolojinin bulunduğu kulakta timpanogramın tepesinin normal orta
kulak basıncıyla uyumlu olması beklenir ancak tepe amplitüdünün biraz düştüğü
16
gözlenebilir(tip As). Normal orta kulaklarda olduğu gibi bazen otosklerozlu kulaklarda
da tip A timpanograma rastlanabilir
43
.
Otosklerozda akustik refleks patolojisi stapes tabanının hareketliliğine göre farklı
şekillerde ortaya çıkabilir. Stapes tabanı ileri derecede fikseyse etkilenmiş olan kulakta
hiç refleks alınamaz. Taban hareketliliği azalmış, ancak fikse değilse üç patolojik
konfigrasyon kombine veya ayrı ayrı saptanabilir. Uyarının başında ve sonunda görülen
difazik bir yanıt alınabilir, refleksin amplitüdü azalmış olabilir veya normalden farklı
polaritede bir refleks paterni gözlenebilir
39
. Otosklerozun erken evresinde elde
edilebilen bifazik yanıt (on- off fenomeni) erken bir tanı bulgusu olması nedeniyle önem
taşımaktadır. Uyaranın başında ve sonunda negatif defleksiyon , orta bölümünde ise
pozitif dalga oluşumu on off bulgusu olarak tanımlanır ve stapes tabanının parsiyel
fleksiyonuna işaret eder
43
.
2.3.6. Otosklerozun Tedavisi
2.3.6.1 Medikal Tedavi:
Otosklerozun medikal tedavisi 1964 yılında Shambaugh tarafından sodyum florür
kullanma önerisi ile başlamıştır.
Otoskleroz tedavisinde NaF’ ün beklenen etkisi osteoblastik kemik formasyonunu
indüklemesi ve osteoklastik kemik rezorbsiyonunu azaltması şeklindedir. NaF etkisini
enzimatik akivite ile gösterir. Tripsin üzerinde inhibe edici etkisi vardır, otospongiotik
sürecin stabilizasyonunu sağlar. Yapılan çalışmalarda normal kişilerin perilenflerinde
tripsin-antitripsin konsantrasyonlarında bir dengenin bulunduğu saptanmıştır. Koklear
tutulum gösteren otosklerozlu hastalarda ise bu dengenin tripik aktivite lehine kaydığı
belirlenmiştir.
Otospongiotik hastalarda perilenfte, özellikle alfa-1 antitripsin değerleri düşük
olmakta, böylece dengenin tripsin lehine bozulması ile birlikte artan tripsin, tüylü
hücrelere zarar vermektedir. NaF, aktif proteazların etkisi ile korti organındaki
değişimleri durdurur, böylece işitmenin kötüleşmesini engeller.
NaF sensörinöral işitme kaybı (koklear otoskleroz), ilerleyici mikst tip işitme kaybı,
preoperatif stabilizasyon gereği ve otoskleroza ait vestibüler semptomlar varlığında
yararlıdır.
NaF’ün bazı olgularda stapedial fiksasyonu da engellediği bulunmuştur. Ancak
gelişmiş olan fiksasyonu düzeltememektedir. 45mg/gün NaF 1.fazdaki lizisi önler
böylece 2. fazdaki psödohaversin yeniden yapılanmayı ve dolayısıyla nişin
17
fiksasyonunu engeller. NaF ayrıca daha önce stapedotomi geçirmiş ve geç postoperatif
dönemde senssorinöral işitme kaybı gelişen kişilerde de kullanılabilir
44
.
Bifosfanatların başlıca etkileri, kemiklerde hem yapımı, hem de yıkımı inhibe
etme şeklindedir. Osteoblastik ve osteoklastik aktiviteyi azaltırlar. Hücresel boyutta,
laktik asit üretimini azaltırlar, lizozomal enzim inhibisyonu yapar, osteoklast morfolojisi
ve mobilitesini etkiler, prostoglandin sentezini baskılar, kemik ve kıkırdak kollajeninin
sentezini artırır. Bifosfanatların Shwartze bulgusunun pozitif olduğu genç hastalarda
etkili olabileceği bildirilmektedir
44
.
2.3.6.2 Cerrahi Tedavi:
Cerrahi Tedavinin Tarihçesi
Otoskleroz cerahisinde amaç, hastalığa bağlı kemikçik zincirdeki hareketsizliği
gidererek ses iletimini tekrar sağlamaktır. Bu amaçla stapes mobilizasyonu,
fragmantasyon, fenestrasyon, stapes tabanın total veya parsiyel olarak çıkarılması ve
küçük fenestrasyon teknikleri kullanılmıştır. 19.yy sonlarında ortaya atılan
mobilizasyon, çok erken dönemde iyi sonuçlar verirken zamanla enfeksiyon ve iç kulak
hasarı ile bu teknik terk edilmiştir. Daha sonra Lempert lateral semisürküler kanalın
fenestrasyonu tekniği ile stapes cerrahisini yeniden başlatmıştır
7
. 1953 yılında Samuel
Rosen stapesi mobilize etmiştir. Böylelikle hastalarında iyi işitme sonuçları elde
etmiştir. Ancak tam olarak kapanmış hava kemik aralıkları zaman içinde stapesin
yeniden fikse olmasıyla tekrar açılmıştır
39
. Stapedektomi Shea tarafından
tanımlanmıştır. Shea pikler ve hook yardımıyla tüm tabanı kaldırmış ve bunun yerine
ven greft örtüp polietilen sutrutla onarım yapmıştır. Bu teknik tel ve piston protezlerin
kullanılmasıyla geliştirilmiştir. Daha sonra stapedektomi uygulayan cerrahlar tabanın
sadece arka yarısını çıkarmışlardır Son dönemde ise stapes tabanını çıkarmaksızın
tanana pencere açılarak gerçekleştirilen stapedotomi teknikleri daha çok tercih edilmeye
başlanmıştır. Vestibülün sınırlı olarak açılmasının iç kulağın etkilenme riskini
dolayısıyla sensörinöral işitme kaybı ve vertigo riskini azalttığını öne sürmüşlerdir
41
.
Operasyon Tekniği:
Operasyon genel ya da lokal anestezi altında gerçekleştirilir. Lokal anestezinin
avantajları; operasyon sırasında kanamanın az olması, işitme kazancının operasyon
sırasında değerlendirilebilmesi ve dengesizlik, baş dönmesi gibi durumların operasyon
sırasında hemen fark edilebilmesidir. Lokal anestezi planlanan hastalarda iyi bir
18
premedikasyon ile önemli bir sorun yaşanmaz. 1-1,5 mg/kg petidin ve 10 mg diazepam
karışımı premedikasyon olarak uygulanır.
DKY’na uygun olan en geniş spekulum kullanılmaya çalışılır. Böylelikle
mikroskop ile en geniş görüş alanı sağlanır. Spekulum yerleştirildikten sonra DKY’na 4
kadrandan ve anulustan 10 mm mesafeden lokal anestezik (1/10000 adrenalin içeren %2
lidokain) infiltre edilir. İnfiltrasyon için 2 ml lokal anestezik yeterli olur.
Timpanomeatal flebin oluşturulmasında farklı insizyonlar kullanılabilir.
Endoaural insizyonlar daha geniş görüş alanı sağlayan, çalışma rahatlığı veren
insizyonlardır. Buna karşılık cerrahi sahanın genişlemesi operasyon sırasında kanama
odağı oluşturabilir, operasyondan sonra iyileşme problemlerine neden olabilir. Meatal
insizyonların ise çalışma alanı dardır. Dış kulak kanalı kemik duvarında saat 6-12
arasına yapılacak sirküler bir insizyonu takiben timpanomeatal flep eleve edilir.
Annulus seviyesine yaklaşıldığında dikkatli davranmak gerekir . Annuler ligamanın
bütünlüğünün korunması önemlidir. Daha sonra korda timpani tanınır, bazen
posterosüperior kadranda kemik arkasında kalabilir, böyle durumlarda kemik dikkatle
küretlenir, sinir görülünce bir pik ile öne ve alta alınır. Annüler ligamanın altta yuvarlak
pencere, üstte ise manubrium mallei görülebilecek biçimde elevasyonu yeterlidir. Orta
kulağın eksplorasyonu ile karşılaşılabilecek sorunlar mutlaka akılda tutulmalıdır. Olası
damarsal yapı anomalileri (persistan stapedial arter, anormal yerleşimli jugüler bulbus,
açık karotid arter) mutlaka araştırılmalıdır. Fasiyal sinirin trasesi ve olası anomalileri
(kemik kanalın defektif olması, seyir anomalileri) değerlendirilmelidir. Stapese
müdahale etmeden önce diğer kemikçiklerin birbirleri ile olan ilişkileri ve hareketliliği
kontrol edilmelidir. Mikroskop görüntüsünde fasiyal sinirin horizontal parçasının bir
bölümü, stapes tabanı, stapes krusları, stapes kasının tendonu ve piramidal eminens
bulunur (Şekil 1).
Stapese yönelik işlemler kişiden kişiye farklılıklar arz etmektedir.
Kullanılan enstürmanları iki grupta sınıflandırmak mümkündür. Mekanik
enstürmanlarla yapılan müdahalede pik, mikro makas, mikrotur kullanılmaktadır.
Bunun alternatifi ise lazerlerin kullanılmasıdır.
Tabana Delik Açılması: Taban sivri bir pik yardımı ile hafif rotasyon ile delinerek
açılır (Şekil 2), bu sırada aletin vestibüle 0.5 mm’den daha fazla sokulmamasına dikkat
edilmelidir. Daha sonra kalın bir pik yardımıyla açılan delik genişletilir. Bir diğer metod
tabanın mikrotur ile açılmasıdır. Çok yavaş hızda, tercihan elmas uç kullanılarak piston
şaftından 1 mm geniş bir uç ile gereken delik açılabilir. Tabana açılan deliğin protez
şaftının çapından en fazla 0,05 mm daha geniş olması gerekir.
|