“Bir! İki! Üç!”
Birden Dantes kendini boşlukta buldu. Yaralı bir kuş gibi sürekli düşüyordu. Sonunda buz gibi soğuk
suya çakıldı. Ayağına bağlanmış gülle onu iyice dibe çekiyordu. D’If şatosu’nun mezarlığı, denizdi.
Sersemlemiş ve yarı boğulmuş bir halde de olsa Dantes, soluğunu tutup acil
bir durumda kullanmak
üzere elinde tuttuğu bıçakla kefeni yırtarak kolu ile başını dışarı çıkarttı. Gardiyanların, ayağına
bağladıkları gülle onu durmaksızın dibe çekiyordu. Sonunda ayağındaki ipten kurtularak gülleyi itti ve
yüzeye çıkmayı başardı. Derin bir soluk aldıktan sonra görünmemek için tekrar suya daldı. Başını ikinci
kez çıkardığında denize atıldığı yerden neredeyse bir metre kadar uzaklaşabilmişti. Başının üzerinde
kapkara
ve korkunç bir gök, önünde göz alabildiğine uzanan deniz, göğün karanlığından daha da kasvetli
görünen kayalıklar vardı. Marsilya’nın en iyi yüzücüsü olarak bilinirdi, oysa
şimdi dalgalarla boğuşmaya
cesaret edemiyordu. Ama yüzdükçe, onca zamandır hareketsiz kalmış olmanın, gücünden bir şey
götürmemiş olduğunu görerek sevindi.
Bir saat boyunca Tiboulen Adası’na doğru yüzen Dantes, birdenbire göğün giderek daha da karardığı
ve kapkara bir bulutun üzerine doğru gelmekte olduğu duygusuna kapıldı. Aynı anda da dizinde inanılmaz
bir acı duydu. Önce vurulduğunu sandı, ama ellerini uzattığında bir kayaya çarpmış olduğunu anladı:
Tiboulen Adası’na gelmişti.