ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İki arkadaşın oturup şaraplarını yudumladıkları yerin yüz adım ilerisinde, güneşe bağrını veren çıplak
bir tepenin arkasında, kuzey batı rüzgârının yaladığı Katalan köyü bulunmaktaydı.
Bir gün, İspanya’dan yola çıkan gizemli bir kabile, bugün hâlâ üzerinde yaşadıkları bu topraklara
gelerek yerleşti. Nereden geldiklerini, konuştukları dili kimse bilmiyordu. Provence lehçesini biraz bilen
şefleri, Marsilya komününden, eski denizcilerin kıyısına yanaştıkları bu çorak topraklara yerleşme izni
istedi. İzin alındıktan üç ay sonra da küçük bir köy kuruldu.
şimdi hep birlikte bu küçük köyün tek sokağına, oradan da küçük evlerinden birine girelim. Katran
karası saçları, kadife yumuşaklığında bakışlarıyla genç ve güzel bir kız, duvara yaslanmış duruyordu; üç
adım ötesinde, yirmi yaşlarında bir adam, kurtların delik deşik ettiği sandalyesine kolunu yaslamış
sallanmaktaydı. Yüzü sıkıntılıydı; kıza soran gözlerle bakıyordu. Kızın gözlerinde ise katı bir kararlılık
vardı.
“Mercedes,” dedi genç adam, “Paskalya Yortusu yaklaşıyor. Evlenmek için mükemmel bir zaman. Artık
bana bir yanıt ver!”
“Sana yüzüncü defadır söylüyorum Fernand. Yine aynı şeyi sormakla kendine kötülük ediyorsun. Sana
hiç umut verdim mi? Sana her zaman kardeşlikten öte bir ilişkimizin olamayacağını söylemedim mi?”
“Evet, biliyorum Mercedes. Bana karşı hep fazlasıyla açıksözlü davrandın.”
“Fernand,” dedi Mercedes, başını sallayarak, “gönlü kocasından başka bir adamda olan bir kadın asla
iyi bir eş olamaz. Arkadaşlığımla yetinmek zorundasın, sana bundan fazlasını veremem.”
Fernand oturduğu yerden kalktı, odada gezinmeye başladı, sonra Mercedes’e dönerek çatık kaşlarıyla
onun karşısına dikildi.
“Bir kez daha soruyorum Mercedes, son sözün bu mu?”
“Ben Edmond Dantes’yi seviyorum,” diye soğuk bir sesle karşılık verdi kız, “ondan başkası kocam
olamaz.”
“Onu her zaman sevecek misin?”
“Ömrüm elverdiğince…”
Fernand yenilgiyle başını eğerek içini çekti. Sonra, birdenbire başını doğrultup dişlerinin arasından
fısıldadı:
“Ya ölürse?”
“O zaman ben de ölürüm.”
“Ya seni unutursa?”
“Mercedes!” diye bir ses geldi kapının ardından. “Mercedes!”
“Ah!” diye çığlık attı kız sevinçle. “Gördüğün gibi unutmamış!”
Kapıya doğru koşarak seslendi.
“Buradayım Edmond, buradayım!”
Fernand, yılan görmüş gibi irkildi ve güçlükle bir sandalyeye çöktü.
Edmond ile Mercedes birbirlerine sarıldılar. Açık kapıdan dolan kızgın Marsilya güneşi onları
aydınlatıyordu. Mutluluktan, birbirlerinden başka her şeyi unutmuşlardı. Birden Edmond, gölgeler
arasında Fernand’ın soluk yüzünü fark etti ve ister istemez kılıcına davrandı.
“Özür dilerim,” dedi, “üç kişi olduğumuzu fark etmemiştim.” Sonra Mercedes’e dönerek sordu. “Bu
beyefendi kim?”
“Yakında en iyi dostun olacak, çünkü benim dostum. Kuzenim Fernand, dünyada senden sonra en çok
sevdiğim ikinci adam. Onu tanımadın mı?”
“Ah, tabii ya!” dedi Edmond. Bir eliyle Mercedes’in elini tutarken diğerini de dostça bir tavırla
Katalana uzattı. Ama, onun bu içtenliğine karşılık Fernand, taş kesilmiş gibi kıpırtısız duruyordu. Edmond
şaşırarak bir Mercedes’in öfkeli yüzüne bir de küstahça karşısında dikilen Fernand’a baktı. Bu küstah
ifadede her şeyi gördü ve yüzü öfkeden kıpkırmızı kesildi.
“Senin evinde bir düşmanla karşılaşmayı beklemiyordum Mercedes.”
“Düşman mı?” diye bağırdı Mercedes, kuzenine öfkeyle bakarak. “Benim evimde bir düşman mı dedin
Edmond? Kardeşim Fernand senin düşmanın değildir. Elini sıkarak dostluğunu kanıtlayacaktır.”
Mercedes böyle dedikten sonra genç Katalana öyle bir baktı ki, genç adam büyülenmişçesine
Edmond’a yaklaşarak onun elini sıktı. Bu kız kendisine öylesine söz geçiriyordu ki bir anda nefretini
duymaz olmuştu.
Ama eli Dantes’nin eline değer değmez daha fazla dayanamayacağını anlayarak kendini dışarı attı.
“Ah!” diye inledi koşarak. “Bu adamdan nasıl kurtulacağım? Ne kadar da aptal bir adamım!”
“Hey Fernand, nereye böyle?” diye seslendi biri.
Genç adam birden durdu, arkasına döndü ve Danglars’la birlikte çardak altında bir masada oturan
Caderousse’u gördü.
“Bize katılmaz mısın?” dedi Caderousse. “Arkadaşlarına vakit ayıramayacak kadar acelen mi var?”
“Hele o arkadaşların önünde koca bir şişe içki varken,” diye ekledi Danglars.
Fernand şaşırarak iki adamın yüzüne baktı; tek bir söz bile etmedi. Sonra yüzünden akan teri silerek
ağır ağır çardağa doğru gitti. Serin gölgelik onu biraz olsun sakinleştirerek yorgunluğunu aldı. Hıçkırığa
benzer bir sesle, kafasını masanın üzerinde kavuşturduğu kollarına yasladı.
“Neye benziyorsun biliyor musun Fernand?” dedi Caderousse, meraktan sabırsızlanıp hemen konuya
giren aşağı sınıftan kimselere özgü bir kabalıkla. “Reddedilmiş bir aşığa benziyorsun!” Ardından da
adice bir kahkaha patlattı.
“Ne diyorsun?” dedi Danglars. “Bu kadar yakışıklı bir adam aşkta kaybeder mi hiç? Bu defa
tutturamadın Caderousse!”
“Hiç de değil. şu iç çekmelerine baksana. Haydi Fernand, başını kaldır da bize bir yanıt ver. Senin için
endişelenen arkadaşlarını yanıtsız bırakman hiç de nazik bir davranış değil.”
“Ben gayet iyiyim,” dedi Fernand başını kaldırmadan.
“Görüyor musun Danglars,” dedi Caderousse arkadaşına göz kırparak. “Burada karşında gördüğün bu
adam, Katalanların en yiğit ve en iyi erkeği, Marsilya’daki en iyi balıkçı olmasıyla bile böbürlenmeyen
Fernand, Mercedes adında tatlı mı tatlı bir kıza âşık; ama gel gör ki bu tatlı kız Firavun’un ikinci
kaptanını seviyor ve Firavun da bugün döndüğüne göre… anlıyorsun ya.”
“Ne olmuş yani,” dedi Fernand başını kaldırarak. Öfkesini Caderousse’dan çıkaracakmış gibi
bakıyordu. “Mercedes kimseye bağlı değil, istediği erkeği sevme özgürlüğüne de sahip, öyle değil mi?”
“Elbette, öyle düşünecek olursan iş başka. Ama ben senin bir Katalan olduğunu düşünmüştüm ve bir
Katalan asla meydanı rakibine bırakmaz; üstelik duydum ki Fernand’ın intikamı çok acı olurmuş.”
“Zavallı dostum!” diye içini çekti Danglars, genç adam için gerçekten üzülmüş gibi yaparak.
“Dantes’nin böyle ansızın çıkageleceğini nereden bilsin? Belki de onun öldüğünü sanıyordu.”
“Düğün ne zaman?” diye sordu şarabın etkisiyle kafası dumanlanmaya başlayan Caderousse.
“Henüz tarih saptanmadı,” diye mırıldandı Fernand.
“Henüz saptanmadı, ama saptanacak, Dantes Firavun’un kaptanı olur olmaz, değil mi Danglars?”
“Eh,” dedi Danglars bardakları doldururken, “biz de Kaptan Edmond Dantes’nin şerefine içelim, güzel
Katalanın kocasına!”
Caderousse titreyen eliyle içkisini ağzına götürerek bir dikişte içti. Fernand bardağını alıp yere fırlattı.
“şuraya bakın!” dedi Caderousse hıçkırarak. “Tepenin orada neler görüyorum böyle? İki âşık elele
tutuşmuş yürüyorlar. Tanrım bizi affet! Onları gördüğümüzün farkında değiller herhalde, baksanıza
öpüşüyorlar!”
Danglars Fernand’ın yüzündeki hiçbir acı belirtisini kaçırmıyordu.
“Onları tanıyor musunuz Bay Fernand?” diye sordu.
“Evet,” diye yanıtladı beriki boğuk bir sesle. “Onlar Bay Edmond ile Bayan Mercedes.”
“Sahi mi?” dedi Caderousse. “Nasıl oldu da tanımadım onları! Merhaba Dantes! Merhaba küçükhanım!
Gelin de evlilik tarihinizi öğrenelim. Bay Fernand öyle inatçı ki ağzından söz alınmıyor.”
Danglars iki adama şöyle bir baktı: biri içkiden sarhoştu, diğeri aşkından delirmişti.
“Bu adamlarla hiçbir yere varamayacağım,” diye mırıldandı. “Dantes bu genç bayanla evlenip kaptan
olacak, sonra da hepimizle dalga geçecek, tabii…” Dudaklarını sinsi bir gülümseme kapladı. “tabii ben
işe koyulmazsam.”
“Merhaba,” diye seslenmeyi sürdürüyordu Caderousse. “Baksanıza! Edmond, dostlarını tanımıyor
musun, yoksa bizimle konuşmaya tenezzül mü etmiyorsun?”
“Hayır sevgili dostum, düşündüğün gibi değil. Sadece âşığım ve aşk insanın gözünü kör ediyor.”
“Harika! İyi bir mazeret!” dedi Caderousse. “İyi günler Bayan Dantes!”
Mercedes yavaşça selam verdi. “Henüz bu adı almış değilim. Benim ülkemde, bir kızın daha
evlenmeden sevdiği adamın adıyla çağrılmasının uğursuzluk getireceğine inanılır. Sakıncası yoksa bana
Mercedes demenizi yeğlerim.”
“Düğününüz ne zaman Bay Dantes?” dedi Danglars, genç çifti selamlayarak.
“Olabildiğince erken bir tarihte Bay Danglars. Bugün babamla birlikte bütün hazırlıkları
tamamlayacağız, yarın ya da en geç öbür gün La Reserve’de bir nişan yemeği vereceğiz. Hepinizi
bekliyoruz beyler. Tabii sizi de Fernand.”
Fernand karşılık vermek üzere ağzını açtı, ama sesi bir türlü çıkmadı.
“Bugün hazırlıklar, yarın nişan yemeği, epey aceleniz olsa gerek kaptan.”
“Danglars,” dedi Edmond gülümseyerek, “az önce Mercedes’in Caderousse’a söylediği şeyi ben de
size söylemek zorundayım. Bana henüz almadığım bir sıfatla hitap etmeyin, uğursuzluk getirir.”
“Affedersiniz. Sadece telaşlı görünüyorsunuz demek istemiştim. Oysa bir sürü vaktiniz var. Firavun’un
yola çıkmasına daha üç ay var.”
“İnsan mutlu olmak için her zaman acele eder Bay Danglars, hele uzun zaman acı çekmiş biriyse. Ama
telaşımın nedeni yalnızca bencillik değil. Paris’e gitmem gerekiyor.”
“İş için mi?”
“Kendi işim değil. Kaptan Leclere’in bana verdiği bir görevi yerine getirmem gerekiyor, gizli bir iş.
Ama gönlünüzü ferah tutun, işimi bitirip hemen geri geleceğim.”
“Evet, evet anlıyorum.” dedi Danglars yüksek sesle. Sonra kendi kendine, ‘Paris ha?’ diye düşündü.
‘Mutlaka Mareşal’in verdiği mektubu teslim edecek. Çok iyi! Bu mektup bana mükemmel bir fikir verdi.
Ah Dantes, sevgili dostum, henüz Firavun’un başına getirilmedin.’ Sonra Edmond’a dönerek seslendi. ‘İyi
yolculuklar!’
“Teşekkürler,” diye karşılık verdi Edmond dostça.
Sonra iki âşık huzur içinde yollarına devam ettiler. Bu arada üç adam yeniden ilginç sohbetlerine
döndüler.
|