Ob-
lomov’la böyle bir kitapçıda tanışmış. Çalışmak için gittiği
bir taşra şehrinde rastlamış ona. Okuduktan sonra bir hafta
kendine gelememiş: o ayrı hikâye. Önce rafları gözleriyle
bir taradı: birinci keşif. Hiçbir sırayı, hiçbir kitabı atlama-
dan, kitap yığınlarını gözden geçirdi. Acele etmeden dolaşı-
yordu. Bir kitap çekti, sayfalarını karıştırdı: iri harflerle ba-
sılmış bir kitap. Bizdeki kitapların çoğu iri harflerle basılı-
yor Olric. Kültür seviyemizi gösteriyor bu iri harfler. Oku-
mayı yeni öğrenen bir millet olduğumuz için iri harfleri ter-
cih ediyoruz. Daha harfleri yeni söktüğümüz için, onları sa-
tırlar arasında kaybetmekten korkuyoruz. Az gelişmiş harf-
leri seviyoruz. Geniş aralıklı satırlar, sayfanın kenarlarında
büyük boşluklar, içimizi serinletiyor. Bütün babalar, oğulla-
rına: “Oku da adam ol” diyorlar. Gene de kimse okumuyor.
Biz adam olmayız Olric. Efendim? Faydalı kitapları okuyo-
577
ruz tabii: bizim kayınpeder gibi. Ben ne yaptım bugüne ka-
dar? Satın alıp kütüphaneye yığdım. Sonra hepsini geride
bıraktım. Hiç olmazsa onları yanıma almama izin verilsey-
di. Benim gibi kim bilir ne kadar çok insan vardır: alır oku-
maz. Kulaktan dolma aydın: Turgut Özben. Artık vaktimiz
olacak Olric. Selim de şaşırmamış mıydı Oblomov’u bana
okuttuğu zaman; beğendiğimi görünce, gerekli sözleri söy-
lediğimi görünce sevinmemiş miydi? Bende, kitaplarla do-
ğuştan bir akrabalık olduğunu söylememiş miydi? Dur ba-
kalım, bununla daha ne kadar övüneceğiz? Bıktırıncaya ka-
dar. Kimi bıktırıncaya kadar efendimiz? Bilmem. Öyle ya,
kimi? Belki seni, Olric. Biliyorsunuz, ben her seferinde yeni
duymuş gibi olurum anlattıklarınızı. Size yakışıyor, deme
Olric. Artık beni kandıramazsın. Bir iki kitabı ayırarak tez-
gâhın üstüne koydu. Boşuna dolaşmıyoruz sayın kitapçı:
endişelenme. Selim’de, okuduklarını anlatmak için bitip tü-
kenmez bir heves vardı Olric. Farkına varmadan ne kadar
çok şey öğrenmişim ondan. İnsan zekâsının durmadan de-
ğişen görünüşlerine hayrandı. İşte Tolstoy: bunu da alalım.
Bu Dostoyevski’yi de. Neden hiç anlaşamamışlar acaba?
Tolstoy gibi bir deha neden değerini anlayamamış Dosto-
yevski’nin? Ben ikisini de anlıyorum. Aynı devirde yaşadık-
ları halde hiç görüşmemişler. Hiç mi merak etmemişler bir-
birlerini? Nasıl kaçırmışlar bu fırsatı? Bir bilseydiler. Dosto-
yevski’nin kanında Yahudice bir şey var diyor Tolstoy. Ne
yazık. Yazarlar birbirlerini değil de yazmayı seviyorlar gali-
ba efendimiz. Selim, sürrealist bir resim göstermişti bana
Olric. Ressam, yakın arkadaşlarını çizmiş: hatıra fotoğrafı
gibi bir şey. Bir kısmı oturmuş yere ön tarafta; bir kısmı da
arkada ayakta duruyor. Sanki bir mektebi yeni bitirmişler
de bahçeye çıkıp resim çektirmişler. Aralarına Dostoyevs-
ki’yi de koymuş ressam. Ben de onunla aynı özlemi duyu-
yorum. Böyle bir fotoğraf çektirmeyi ne kadar isterdim bil-
578
sen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına daya-
namıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi. Öl-
dükten sonra insanların bir yerde buluştuklarını söyleyen-
lere inanmak isterdim. Yaşarken, ne sıkıcı ve soluk insan-
larla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten
sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla
yaşasaydık. Fakat ne garip, onlar da yaşarken görmek iste-
miyorlar birbirlerini. Belki öldükten sonra anlarlar. Kavga
gürültü eksik olmaz aralarında gene. Elbette olmaz. Önemli
olan bu değil. Selim dinleseydi beni, gülerdi bu düşüncele-
rime. Dedikodularını yapacağına, onları oku önce, derdi.
Selim de yaparmış dedikodu. Ne yapalım? Kendi seviye-
mizde düşünmedikçe yakınlık duyamıyoruz onlara. Belki
de bu yazarları okumaya cesaret edemeyenlere onları böyle
basit, günlük olaylar çerçevesinde anlatmanın bir yolu bu-
lunsaydı, daha çok okunurdu bu kitaplar. İnsan beyninin
böyle farklı güçte olması, birinin yazdığını, ötekinin okuya-
cak kadar bile bir zekâya sahip olmaması çok üzücü. Keli-
meleri herkes biliyor. Bilmedikleri de bildiklerinin yardı-
mıyla öğretilebilir onlara. Yalnız, bu masum kelimeler bir
araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, ke-
limeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu
kusurlarını önemsemiyorlar benim gibi; yalancı çarelerle
avunmuyorlar; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.
Şu Dickens’ı alalım. Dostoyevski’yi çok etkilediği söyleni-
yor. Bir dedikodudur gidiyor, değil mi Selimciğim? Franz
Kafka’yı alalım Olric: bir tereddütün romanı. Böyle bir ro-
man vardı galiba, bizim eskilerden birinin yazdığı. Eskileri-
mizi de unutmayalım. İnsandan bahsediyorlar ne de olsa.
Fakirlerin, kütle romanından haberleri olmadığı için, ne
yapsınlar, insandan, tek insandan bahsetmek gibi modası
geçmiş bir yola sapmışlar. Lisedeki edebiyat öğretmeni
Ömer Seyfettin’i severdi. Efruz Bey’di galiba, kendini bir-
579
denbire kahraman sanıp sokağa fırlayan. Bu öğretmen il-
ginç bir adamdı Olric. Bize okuma sevgisi aşıladı biraz. Biz-
lere ne kadar aşılanabilirse o kadar. İşini seven, az bulunur
öğretmenlerden biriydi. Efruz Bey var işte. Onu da ayıralım.
Dikkat ediyorsan, itibarlı bir müşteri oluyoruz yavaş yavaş.
Duruma çok sevinip de kitap tavsiye etmek gibi bir çılgınlı-
ğa kalkışmazsa, bulunmaz bir kitapçı. İnsan, Goethe’yi
okumazsa olur mu? Olmaz. Bu adam da hiç kitap satamıyor
galiba. Her çeşit kitap var. Bilirsin, bizde biten bir kitabın
yerine yenisi konmaz; o kitap çabuk bitmemişse tabii. Biraz
dedikodu yapalım gene: bu Goethe’yi de Beethoven hiç sev-
mezmiş. Burada Goethe kazanıyor: çünkü öbürü müzisyen;
o anlamaz. Beethoven de kızmış, Dokuzuncu Senfoni’ye
Schiller’in şiirini koymuş. Malumu âliniz, Schiller’le Goet-
he’nin arası biraz şekerrenk. Zaten Beethoven, Goethe’ye
parkta imparatora selam verdi diye içerliyor. Anlayamadım
efendimiz: yani Beethoven’in arası iyi değil mi imparatorla?
Ne aptal şeysin Olric. Ondan değil. Sosyal meseleler bakı-
mından canım! Sosyal bakımdan bilinçlenmiş her adamın
evinde bu nedenle Dokuzuncu Senfoni bulunur. Yalnız, bu
Goethe hakkında çok iyi şeyler duydum. Biraz aklınız karı-
şacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne
kadar boş bir kâğıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre.
Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, mace-
ralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın.
Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra, Oblomov gibi
erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyo-
rum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyo-
rum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissedi-
yorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önce-
den hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum di-
ye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir ye-
re varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric:
580
|