Siyasi. İDeolojiler


Anti-Sömürgecilik ve Sömürgecilik Sonrası Milliyetçilik



Yüklə 11,67 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə118/240
tarix11.08.2023
ölçüsü11,67 Mb.
#139183
1   ...   114   115   116   117   118   119   120   121   ...   240
1723-Siyasi Ideolojiler-Andrew Heywood-Chev-K.Bayram-O.Tufekchi-H.Inac-2011-345s (1)

Anti-Sömürgecilik ve Sömürgecilik Sonrası Milliyetçilik
Milliyetçilik Avrupa’da doğmuş olabilir ama sömürgecilik sayesinde dünya çapında bir fenom en 
hâline geldi. Sömürgeci yönetim tecrübesi millet olma duygusunun oluşumuna ve Asya ve Afrika 
halkları arasında ‘millî özgürlük’ arzusunun uyanmasına ve en önemlisi anti-sömürgeci bir milli­
yetçilik şeklinin doğmasına yardımcı oldu. 20. Yüzyıl boyunca dünyanın büyük bir kısmının siyasî 
coğrafyası anti-sömürgecilik sayesinde büyük bir dönüşüm geçirdi. Versaille’ın (Versay) ilkeleri 
ve özellikle self-determinasyon ilkesi tüm Avrupa’ya uygulandı ama Alman kolonilerinin İngiliz ve 
Fransız denetimine bırakıldığı dünyanın geri kalan bölümlerinde kendi kaderini tayin hakkı göz 
ardı edildi. Bununla birlikte, iki savaş arası dönem de bağımsızlık hareketleri İngiltere ve Fransa’nın 
zaten iyice toprak kaybetmiş olan imparatorluklarını tehdit eder hâle g e ld i. Avrupa imparatorluk­
ların nihaî çöküşü İkinci Dünya Savaşının akabinde gerçekleşti. Bazı durumlarda, artan milliyetçi 
baskı ve azalan ekonomik performans sömürgeci güçleri, “göreli olarak” barışçıl bir şekilde geri çe­
kilmeye ikna etti. Nitekim Hindistan’da 1947’de, Malezya’da 1957’de bu durum aynen gerçekleşti. 
Bununla birlikte, 1945 sonrası sömürgeciliğin sona ermesi devrimler ve zaman zaman da silâhlı 
mücadelelerle mümkün oldu. Nitekim bu durumun örnekleri 1937-1945 arası (Japonlara karşı) 
Çin’de, 1954-1962 arası (Fransızlara karşı) Cezayir’de, 1946-1954 arası (Fransızlara karşı) Viet­
nam’da ve 1964-1975 yılları arasında (Amerikalılara karşı) gene Vietnam’da gerçekleşti.
Bir açıdan, sömürgeci Avrupalılar kendi silâhlarının, yani milliyetçilik doktrininin kurbanı ol­
dular. Örneğin, pek çok bağımsızlık ya da özgürlük hareketinin lideri konumundaki insan Batılı 
eğitim formasyonuna sahipti. Bundan dolayı sömürgecilik karşıtı bu hareketlerin Mazzini (bkz. 
s. 175) ve W ilson’u çağrıştırır bir biçimde liberal milliyetçilikten yer yer esinlenmiş olmaları şaş­
kınlık yaratmamalıdır. Bununla birlikte, ortaya çıkan Afrika ve Asya milletleri, Avrupa’nın 19. ve
20. Yüzyıl başında yeni kurulan devletlerinden çok farklı bir konumdaydılar. Bu yeni ortaya çıkan 
Afrika ve Asya milletleri açısından siyasî bağımsızlık, ekonomik az gelişmişlik ve Avrupa ve Kuzey 
Amerika’nın sanayileşmiş ülkelerine bağımlılık bilinciyle yakından ilgilidir. Böylece sömürgecilik 
karşıtı hareketler, hem siyasî hem de ekonomik anlamda ‘millî özgürleşme’ arzusunun bir ifadesi 
hâline geldi. Bu durum gelişmekte olan dünyada, farklı bir kategoriye yerleştirilerek irdelenmesi 
gereken nev’i şahsına münhasır bir milliyetçilik şeklinin doğmasına yol açtı.


Asya ve Afrika liderlerinin sömürgecilik karşıtı büyük bir çoğunluğu sosyalizmin farklı şe­
kil ve tonlarına ilgi duymaya başladılar. Örneğin, Hindistan’da Gandhi ve Nehru ılımlı ve barışçıl 
bir sosyalizm algısını benimserken, Çin’de M ao Zedong, Vietnam’da H o Chi Minh, Küba’da Fidel 
Castro devrimci ve radikal bir Marksizm uygulayıcıları hâline geldiler. Daha önce tartıştığımız üze­
re, yüzeysel olarak bakıldığında, sosyalizm, milliyetçilikten çok milletlararasıcılık fikrine yakındır. 
Ne var ki sosyalist fikirler gelişmekte olan dünyada paradoksal olarak daha çok milliyetçileri tesiri 
altına almıştır. İlk etapta, sosyalizm geleneksel ve sanayi öncesi toplumlarda zaten iyice yerleşik 
olan topluluk ve işbirliği değerlerini temsil eder ve somutlaştırır. Daha da önemlisi sosyalizm ve 
özelde Marksizm, sömürgeci güçlerin başvurduğu ve sömürgecilik tecrübesini anlaşılır kılan eşit­
sizlik ve istismarın çok yönlü analizini mümkün kılar.
Marksizm mülkiyet sahibi “yönetici s ın ıf’la baskıya ve istismara mâruz kalan çalışan sınıf ara­
sındaki mücadeleyi dikkatlere sunar ve “proleter devrim” yoluyla sınıf sisteminin sona erdirilmesini 
salık verir. Bu fikirler, ilk defa, devletler arası ilişkilere Lenin (bkz. s. 140) tarafından uygulanmıştır. 
Lenin ([1916] 1970) emperyalizmin, ekonomik bir olgu ve yatırım fırsatları, ucuz işgücü, güve­
nilir bir pazar ve hammadde arayışında olan kapitalist ülkelerin bir aracı olduğunu iddia etmiştir. 
Gelişmekte olan dünya milletleri, Marksist çözümlemeyi, sömürgeci yöneticiler ve bağımlı halklar 
arasında uygulamaya tâbi tutmuşlardır. Sınıf mücadelesi, artık, istismar ve baskıya karşı sömürülen­
lerin mücadelesi hâline dönüşmüştür. Bundan dolayı sömürgecilerin iktidarını devirmek için sadece 
siyasî bağımsızlık yeterli gelmeyecek, aynı zamanda hem siyasî ve hem de siyasî özgürlüğü getirecek 
sosyal bir devrim de gerekli olacaktı.
Bazı durumlarda, gelişmekte olan dünya rejimleri Marksist ve Leninist ilkeleri açıkça kucak­
lamış ve sıklıkla gereksinim duydukları alanlara uygulamışlardır. Bağımsızlığı sağlamak amacıyla 
Çin, Kuzey Kore, Vietnam ve Kamboçya hızlı hareket ederek yabancı servete el koymuş ve ekono­
mik kaynakları millileştirmiştir. Bu ülkeler tek parti devletleri kurmuşlar, merkez tarafından plan­
lanan ekonomik sistemi benimsemişler ve Sovyet modeline yakın bir politika izlemişlerdir. Başka 
durumlarda, Afrika ve Orta D oğu’daki ülkeler milliyetçi sosyalizmin daha az ideolojik biçimlerini 
geliştirmişlerdir. Bunun en aşikâr örnekleri, Cezayir, Libya, Zambiya, Irak ve Güney Yemen’dir. 
Bu ülkelerde tek parti devletleri kurulmuş ve Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam Hüseyin gibi ka- 
rizmatik ve güçlü liderler topluma önderlik etmişlerdir. Bu kabil ülkelerde “sosyalizm”, birleştirici 
bir millî dava gibi algılanmış ve ekonomik ve sosyal gelişmenin yegâne çaresi ve çözümü olarak 
referans kaynağı olmuştur.
Anti-sömürgecilik Batılı güç ve tesirlere karşı bir devrim ve isyan çığlığı olduğu için her zaman 
liberal ve Batılı niteliğini koruma dikkatini göstermemiş, Afrika sosyalizminde olduğu gibi bazen 
millî kabullerden hareketle, sosyalizm farklılaştırılarak uygulanmıştır. Örneğin, “Afrika sosyalizmi” 
Tanzanya, Zimbabwe ve Angola’da uygulama alanı bulabilmiştir. “Afrika sosyalizmi” Sovyet tarzı 
devlet sosyalizmi ya da Batılı sosyal demokrasiyi baz almaksızın geleneksel komüniteryen (top­
lumcu) değerlere dayandırılmış ve ekonomik ilerlemeyi sağlamak ve kabilelerin birbiriyle çatışan 
çıkarlarını bölünmeye fırsat vermeden karşılamak üzere kurgulanmıştır. Gelişmekte olan dünya­


nın bazı ülkeleri milliyetçiliklerini diğer eski kolonilerle bağ kurarak oluşturdukları “Üçüncü Dün­
ya” üzerinden seslendirmeyi tercih etmişlerdir. Bu ülkelere göre, kapitalist Batılı ülkeler “Birinci 
Dünya’ yı, komünist ülkeler “İkinci Dünya’ yı oluşturmaktadır. Bu çaba yüzünü ilk defa 1955 Ban­
dung Konferansında göstermiş, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Asya ve Afrika ülkeleri Soğuk 
Savaş dönemi boyunca bu girişimi canlı tutmayı başarmışlardır. “Üçüncü Dünyacılık” emperyaliz­
me karşı şiddetli bir karşı koyuşu ve sömürgecilik geçmişini paylaşan ülkeler arasında ekonom ik 
ilerlemeyi sağlama ortak arzusunu yansıtmaktadır. Bununla birlikte, sömürgecilik hâtıralarının 
unutulması, sömürgeci güçlerin bu faaliyetlerini geri çekmeleri ve sömürülen ülkeler arasındaki 
kültürel ve siyasî farkların gün yüzüne çıkmaya başlaması gibi faktörlerin de etkin rol oynamasıyla 
beraber mevcut bağlar zayıflamaya başlamıştır.
Sömürgecilik sonrası dönem oldukça farklı milliyetçilik şekillerini oluşturdu. Sözü edilen bu 
milliyetçilik, Batılı fikir ve kültürü yeniden uygulamak ya da onlardan bağımsız kalmaktan ziyade 
tüm bunların ret ve inkârıyla şekillendirilmiştir. Eğer Batı baskı ve istismarın kaynağı olarak görü­
lürse sömürgecilik sonrası milliyetçilik, sadece Batılı-olmayan değil, tamamen Batı karşıtı bir ses 
aramalıdır. Kısmen, ortaya çıkan bu durum Batının, özellikle Amerikanın gelişmekte olan ülke­
ler üzerinde oluşturduğu kültürel ve ekonomik hegemonyasına karşı bir tepki olarak kendi gös­
termekteydi. Gerçi Amerika açık bir siyasî kolonileşme yapmadı ama yatırımı kontrolüne alması, 
yeni iş ve istihdam alanları yaratması, Batılı tüketim mallarını istihsal etmesi gibi ortaya koyduğu 
etkiler, dünya çapında bir üstünlük ve sömürge kurma çabası olarak yansıdı. İşte bu yeni-sömür- 
gecilik (neo-colonialism) , açık bir siyasî form almadığından dolayı mücadele ve baş edilmesi zor 
bir durum olarak şiddetli bir gücenme ve hınç yarattı. İran Devrimi boyunca Ayetullah Humeyni 
(bkz. s. 292) Amerika’yı “Büyük Şeytan” olarak isimlendirdi. Amerika karşıtlığı 1979 Devri- 
mi’nin akabinde İran politikasının en belirgin özelliği hâline gelmiş ve El-Kaide gibi terörist örgüt­
ler tarafından daha sesli bir biçimde telâffuz edilmiştir. Genel olarak Batı’yı ve özelde Amerika’yı 
ret, Batılı olmayan felsefe ve fikirlere dayanan yeni bir milliyetçiliğin yaygın bir biçimde kabulüyle 
sonuçlandı. Dinin ve özellikle İslâmın gittikçe artan önemi gelişmekte olan dünya milliyetçiliğine 
kendine özgü bir karakter ve yenilenmiş bir potansiyel kazandırdı. Bu konu, Onuncu Bölüm’de, 
dinî fundamentalizm konusunda daha detaylı bir biçimde ele alınacaktır.

Yüklə 11,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   114   115   116   117   118   119   120   121   ...   240




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin