01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə18/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

deep-freez’e: önce bir güzel çürütüyorum. Yoksa, bizim ka-

sapların eti yenmez: kokar. Karım da yol kenarından dağ çi-

çekleri  toplar.  Solmayan  cinsten.  Onları  boyuyor,  düzenli-

yor:  aylarca  dayanıyor,  bozulmuyor.  Ben,  yavaş  kullanırım

arabayı. Hem tehlikesizdir, hem de başka vasıtaların tozunu

yemekten  kurtulurum.  Bile,  cennet  gibidir  şimdi.  Tamam,

buldum! Siz iki yıl önce Basafra’da değil miydiniz? Çok iyi

hatırlıyorum. Deniz tüfeğiniz vardı. Doğru: dalmaya merak-

lıyımdır.  Oldu!  Avrupa’dan  yeni  getirmiştiniz.  Dalma  ta-

kımları  da  almıştınız.  Otelin  terasında  görüştük.  Gazeteci-

likten zengin olan Cemal vardı yanınızda. Evet, eskiden ta-

nırım;  zengin  olmadan  önce.  Tabii,  neler  yaptığını  bilirsi-

niz. Bilmez miyim? Neyse geçelim. Dalkavukları toplar çev-

resine.  Fakat,  yeni  aldığı  İmpala’yı  gördünüz  mü?  Enfes.

Yüz yetmiş beş bin verdiği doğru mu? Yok canım, daha ne-

ler? Gümrükte bir tanıdığım var: ondan öğrendim. Olamaz.

Fikret  de  yeni  geldi  Avrupa’dan.  Almanya’dan  yirmi  bin

marka alınıyormuş: acente teslimi. Yalnız, siz markı kaçtan

hesap  ediyorsunuz?  Üçten  diyelim.  Bulamazsınız.  Ben  arı-

yorum da, varsa hemen alırım. Ben o kadar kesin bilmiyo-

rum.  Bizim  yollar  için  biraz  lüks  sayılır.  Köşelerden  dön-

mez. Doğru. Birlikte motor gezisine de çıktık. Bu kadar pa-

rayı nereden buluyor Cemal? İki yüz bine alınmaz o motor.

İki  şişe  de  viski  içmiştik  motorda.  Dün  gibi  hatırlıyorum.

Sonra, kimsenin bilmediği bir koydan denize girdik. Yazık

ki  makinemi  yanıma  almamıştım.  Nefis  bir  koydu.  Sizin

makineniz ne marka? Bilinen bir marka değil, Japonya’dan

özel olarak getirttim. Bu Japonlar harika insanlar. Bir maki-

ne yapmışlar: insanın aklı duruyor. Contraflex’le çekemez-

siniz,  onunla  çektiğiniz  resimleri.  Kabul  ediyorum.  Cont-

raflex’in de üstün tarafları var. Fakat bununla çektiğim re-

337



simleri  göreceksiniz.  Harika!  Hiçbir  makineye  değişmem.

Ben, resim çekmeye çok meraklıyım. Bütün Avrupa, Ameri-

ka,  Asya,  Afrika,  Antartika  ülkelerine  yazdım;  kataloglar

getirttim. Adamlar çok ilgi gösterdiler. Teypimi de öyle ge-

tirttim.  Benimki  ST  527.  On  iki  hoparlörlü.  Bütün  sesleri

ayırıyor. Mesela bir senfoni dinleyeceksiniz. Kemanlar ma-

sanın  üstünde  çalıyor,  nefesli  sazlar  kütüphanenin  üstün-

den  geliyor;  kontrbaslar  büfenin  içinden  çıkıyor.  Benim

radyom da komple: teyppikapradyodikişmakinesielektrikü-

tüsü bir arada. Titreşim olmasın diye altına iki metre beton

döktürdüm, altı kat tecrit yaptırdım. Bir mikrofona altı yüz

dolar verdim. Bir anten yaptırdım: komşular, çatının üstüne

bir  kat  çıkıldı  sanmışlar.  Plaklar  çizilmesin  diye  günde  üç

kere üstlerini süpürüyor karım. Ayrıca, bir filmçekmemaki-

nemiz, yıkarkuruturütüleryerleştirir bir çamaşır makinemiz

var. Almanya’dan bir sigara kutusu getirdim: kapağını açın-

ca  Beethoven’in  Dokuzuncu  Senfonisi  çalıyor  sonuna  ka-

dar.  Evet,  aletle  öğünmek,  diyor  Turgut  buna.  Bir  vidasını

bile  siz  yapmadınız,  bu  kadar  gururlanmaya  ne  hakkınız

var?  diye  tepiniyor.  Onun  teypi  küçük  model  galiba.  Sesi

iyi çıkmıyor değil mi? Ben de aynı fikirdeyim. Benim de öy-

le  bir  radyom  vardı:  satmak  zorunda  kaldım  sonunda.  Bir

de çok hızlı araba sürüyor. Onlarla bir yere giderken yarım

saat geç giriyorum kasabaya. Bir gün bir kaza yapacak. Yap-

tı bile. Bütün ön takımı yenilettiler. Arabası ne marka? Yok

canım, küçük bir otomobil: markası bile yok. Zaten, acemi

insan  yeni  araba  almamalı.  Arabadan  hayır  kalmıyor.  Ona

da bir şey söylemeye gelmiyor ki. Böyle giderse araba onu

bir gün yolda bırakacak. Evet, bir gün arabayla yolda kala-

cak. Emniyet kemeri de takmıyor. Demek, mucize kabilin-

den kurtulmuşlar. Demek Akçapakça yolunda olmuş kaza.

Kırk  altıncı  kilometrede.  Hızlıırmak  köprüsüne  varmadan

önce. Yolu iyi bilmek gerek. Herdek sapağından önce. Ben

338



yanıma her zaman bir harita alırım. Yoldaki bütün işaretlere

dikkat ederim. Cahil millet. Ne yapacağı belli olmaz ki. Al-

manya’da  değilsin  ki.  Ne  güzel  yollar  yapmış  adamlar.  Yol

kenarında park yerleri; tuvaletler de koymuşlar. Sen şeyini

yaparken  Bizet’nin  Carmen  Operası  çalıyor.  Bizde  boyuna

toz  yutarsın.  Bizim  yollarda  iki  saat  gideceğine,  otobanda

iki ay araba kullan daha iyi. Daha az yorulur insan. Hitler

yapmış.  Bir  de  adamı  beğenmeyiz.  Ben,  sabah  kahvaltısını

Münih’te  yaptım,  öğle  yemeğini  de  Bonn’da  yedim.  Yavaş

gitmeye gelmiyor. Arkadan gelen arabalar tamponuna takıp

götürüyorlar  seni.  Fakat  ben  de  son  defa,  Ankara-İstanbul

yolunu beş saatte aldım. Biz de Bile’ye kırk dakikada gittik.

Bütün yollar böyle olsa... Sonra yavaşladım: arabada bir ses

vardı. Yerini bir türlü bulamadım. Motordan mı geliyordu?

Daha yeni revizyondan çıktı. Elli bin kilometrede. Sıfır ki-

lometrede almıştım. Yağ değiştirmeli. Keçeler yağ kaçırıyor.

Çocuk gibi itina ediyorum. Her akşam, üstünü örtüyorum,

altını değiştiriyorum.



12

Yalnız  hayallerle  beslenen  bir  arkadaşlık  ne  kadar  kısa  sü-

rüyordu.  Günlük  meselelerin  çözülmesinde  bir  hayalin  ne

faydası olabilirdi? Zavallı bir ruh, insanı nereye götürebilir-

di? İnsanın ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilirdi? Her gün kar-

şınıza çıkan canlı, elle tutulur varlıklarla bir ruh nasıl başa

çıkabilirdi? Bir ruhla yaşamak, tek başına yaşamak gibi, ha-

yal gücü isteyen davranıştı. Uykusu gelen bir insanın, uya-

nık kalmak için boşuna harcadığı bir çabaydı. Sonunda be-

den,  arzulara  boyun  eğiyordu.  Karısını,  arkadaşlarını,  işini

yok sayarak soyut bir yaşantıyı sürdürmesi ne kadar zordu.

Bütün  olaylar,  kendi  kanunlarına  uygun  bir  düzenle  onu

alıp götürüyordu. Sonra... sonra birdenbire o mektup geldi.

339



Hayır, mektup değil, küçük bir not, önemsiz bir hatırlatma.

Bir akşamüzeri, yazıhaneye döndüğü zaman, odacı, ikiye

katlanmış  küçük  bir  kâğıt  parçası  uzattı  Turgut’a.  “Sizi  bir

hanım  aradı,”  dedi.  “Genç  bir  hanım.”  Yazıhaneye  oturdu,

alışkın  bir  hareketle  kâğıdı  açtı.  Her  zaman  ona  bırakılan

notları açtığı gibi. Nermin’in bir arkadaşı olmalı. Ya da der-

neklerden biri için bağış isteyen sosyetik bir bayan. Kâğıtta

ince, düzgün bir el yazısıyla iki satır:

Selim’in bir arkadaşıyım.

Sizinle görüşmek isterdim.

Ne  imza,  ne  adres.  Selim’in  arkadaşı.  Bir  kadın.  Hemen

odacıyı  çağırdı.  Hiçbir  şey  söylemedi  mi?  Hayır.  Sizi  biraz

bekledi.  Gene  ararım,  dedi.  Selim.  Selim  Işık.  Süleyman

Kargı. Metin. Kaybolan hayaller. Ben neredeyim, ne yapıyo-

rum? Bütün bunlar ne demek? Kendini toparlayamıyordu.

Unutulan bir borcun hatırlatılması. Elini alnına vurdu. Bir

zamanlar, bir yerlerde, birtakım olaylar olmuştu. Bana bir-

takım  sözler  söylemişlerdi.  Günler  geçti  hayır,  aylar  oldu.

Ne  kadar  zaman  geçtiğini  hatırlamaya  çalıştı.  Hayır,  unut-

madım: ben de tam sizi aklımdan geçiriyordum; tam, artık

merak etmeye başladım, diyordum. Daha geçen gün konu-

şuyorduk. Yalan, konuşmuyordunuz. Ne yapıyordum peki?

Günlerce  beni  uğraştıran,  düşündüren  bir  olayı  hemen

unuttuğumu  söyleyemezsiniz.  Kimse  söyleyemez.  Uygun

bir zaman bekliyordum. Gülünç olma. Biliyorum: görünüş-

te  haksızım.  Fakat,  ne  bileyim  işte...  beklenmedik  bir  za-

manda.  Beklenmedik  hiçbir  şey  olmaz.  Hiçbir  zaman  bek-

lenmedik  bir  olayla  karşılaşmaz  insan.  Olaylara  rastlama-

mak için sen yolunu değiştirdin. Karşı kaldırıma geçtin. Bu

sözüne  gülmek  isterdim.  Bütün  gücümle  gülmek  isterdim.

Ben mi kaçtım? Olmaz. Bir yanlışlık var. Bir daha gelir mi

340



acaba?  İnşallah  gelmez.  Ondan  korkuyor  muyum?  Neden

korkayım?  Bir  şey  bilmiyor  ki.  Arkadaşlarıyla  görüştüğü-

mü,  bu  meseleyi  kurcaladığımı,  sonra  da...  bilemez,  bile-

mez... O halde, korkmam gereksiz. Gene gelecekmiş. Ya be-

ni bulsaydı? En hazırlıksız bir durumda! Belki onu hemen

geri çevirirdim. Saçmalıyorum. Biraz düşünmeliyim, siz da-

ha  sonra  gelin.  Aptal.  Ne  diyecekti  de  düşünecektim?  Be-

nim  gibi,  olmayacak  hayaller  mi  kuruyordu  bu  kadın  san-

ki? Kadın mı? Selim’in arkadaşı... kadın...

Dinlendim.  Güçlüyüm.  Bedenimi  önemsiz  bir  yaşantıya

kaptırmakla  aklımı  korudum.  Boşuna  geçen  zaman  yoktur.

Turgut,  sen  ne  korkunç  olmuşsun.  Bir  kadın...  rahmetlinin

varislerinden. Uzak bir ülkede, kimsenin tanımadığı bir ço-

cuğu  olması  gibi.  Vasiyetname  açılacak.  Herkes  toplanmış.

Avukat  elini  zarfa  uzatıyor.  Odayı  derin  bir  sessizlik  kapla-

mış. Kimse başını kaldıramıyor. İşte tam bu sırada, kapama-

yı unuttukları kapı, yavaşça açılıyor. İçeriye bir genç giriyor.

Bütün gözler ona çevriliyor. Kim bu? Nereden gelmiş? Oğlu,

onun  oğlu!  Karışıklık.  Her  kafadan  bir  ses  çıkıyor.  Hakkı

yok, tanımıyoruz, meşru varisleri var, vasiyetname var orta-

da, hiç bahsetmiyor ondan, biz yanındaydık, yakınındaydık,

bilirdik, bilmeliydik. O hiç konuşmuyor. İri gözlerini açmış

bakıyor. Beni bulamadığı iyi oldu. Onu hiç tanımamış oldu-

ğum  için,  kim  bilir  ne  kadar  utanacaktım.  Nasıl  bir  kadın

acaba? Güzel mi, akıllı mı? Ne önemi var? Ona ait değil mi?

Onun bir parçası değil mi? Bütün parçalar bir araya gelince

acaba resim tamamlanacak mı? Parçalar... nerede parçalar?

Kapıyı gene annesi açtı. Başka kim açabilir? Sessizliği art-

mış.  İçine  gömülmüş.  Sevindi.  “Bir  hatırınızı  sorayım,  de-

dim.” Aynı titizlik. Her taraf düzgün, temiz. Hiç arayan ol-

maz mı bu kadıncağızı? Olmaz. Selim’i oldu mu? Fakat bu

yaşıyor. O öldü mü? Karşılıklı oturdular, konuşmadan. İçi-

mizde  onu  en  çok  düşünen  annesidir.  Bizim  gibi  ukalalık

341



etmez  onun  hakkında.  Yalnız,  rahmetliyi  sevdiğini,  onun

ne kadar değerli bir insan olduğunu, kendisini nasıl yalnız

bıraktığını  düşünür  şikâyet  etmeden.  Düşünür  ve  ağlar.

Ayağa  kalktı,  evi  dolaşmaya  başladı:  yavaş  yavaş,  acele  et-

meden.  Ölüsünü  bu  banyoda  yıkamışlar.  Nasıl  girebiliyor

bu banyoya? Hiçbir izi kalmamış. Bozulmamış bir ölüymüş.

Yıkayıcı,  böyle  ölü  görmedim,  demiş.  Hiç  ölmemiş  gibiy-

miş: beyaz, düzgün, uzun. Üşümesiz. Tabutu ne kadar ağır-

dı. Ölü ağırlaşırmış. Ölübilim. Anlatırdı: bu banyoya girer-

miş,  saatlerce  düşünürmüş.  Düşünceye  engel  olacak  şey

yoktu  bu  banyoda,  derdi.  Renkler  az  olduğu  için.  Beyaz.

Suyun içine gömülürdü herhalde. Okuduğunu da söylerdi:

kitabı ıslatmadan. Yalnız elleri ve başı suyun dışında. Göz-

lerini  kapadı,  suyu  açtı.  Su  sesi,  hayalleri  kuvvetlendirdi.

Sudan  çıkan  buharlar  Selim’in  okuduğu  kitabı  gölgeliyor,

yüzünden  aşağı  terler  iniyor.  Okuyor  mu,  düşünüyor  mu

belli  değil.  Bu  düşünceler  ağırlaştırdı  vücudunu,  ölünce.

Onlarla birlikte gömüldü sonra. Bazıları, banyonun duvar-

larına, fayansların arasına sinmiştir belki. Ama söylemezler.

Yıllarca emerler düşünceleri: belli etmezler. Kaydedilen dü-

şünceler gibi değildir: elle tutulamaz onların arasına sıkışan

düşünceler. Fakat, daha gerçektir: hiç bozulmadan oldukla-

rı gibi kalırlar. Düşüncenin kendisidir; kâğıt üstündeki çar-

pık  gölgesi  değil.  Bazen  yansırlar  gizlendikleri  yerden;  in-

san onları aklının kulağıyla duyar gibi olur, aklının gözüyle

görür gibi olur. Çok kısa bir süre... anlatılır gibi değil, du-

yulur  gibi...  Banyodan  çıktı.  Karanlık  koridorda  yürüdü.

Duvarlarda  Selim’in  fotoğrafları.  Annesi  henüz,  oturma

odasında  görmeye  dayanamıyor  onları.  Gelişigüzel  asmış

duvara.  Camlatmak  gerek.  Solacaklar.  Bir  sandıkta  sakla-

saydı...  sonra...  sonra  gene  dayanamaz  çıkarır  onları  san-

dıktan.  Yalnız  resimlerle  yaşar  o  zaman...  Duvarlar  da  ka-

rarmış: evle birlikte eskiyecek kadıncağız.

342



Selim’in odasına girdi. En küçük bir köşeyi bile ihmal et-

meden aramalıyım. Bütün kitapların içine bakmalıyım. Bü-

tün dosyalardaki kâğıtları birer birer incelemeliyim. Kitap-

ların  sayfalarını  da  çevirmeliyim.  Belki  bir  sayfanın  altına

bir  düşüncesini,  kitap  hakkında  bir  görüşünü  yazmıştır.

Böyle  karalamalardan  nefret  ederdi:  ama  belli  olmaz.  Son

zamanlarda  ne  hissettiğini  hiç  bilmediğim  anlaşılıyor.  Se-

lim’in arkadaşı... bir kadın... bunu hiç beklemezdim. Okul

kitaplarını  da  karıştırmalı.  Arasına  saklamış  olabilir.  Ne

saklamış  olabilir?  Hiçbir  fikrim  yok.  Çok  bilinmeyenli  tek

denklem.  Neden  saklamış  olabilir?  Bir  bilinmeyen  daha.

Evet, saklayabilir. İçine düştüğü ruhsal bunalım... saçmala-

ma. Proje dosyalarının içine yasak kitapları sakladığını söy-

lemişti bana. Proje dosyamda dinamit var, derdi. Proje dos-

yaları mı? Öyle ya: katlanmış bir projenin içine, belli etme-

den  sayfalarca  yazı  saklanabilir.  Kitaplardan  mı  başlasam?

Bir  kitaba,  en  üst  raftaki  soldan  ilk  kitaba  uzanırken  elini

çekti. Hayır. Bu yazılardan önce merak ettiğim şeyi... Evet,

bu ciddi araştırmacı pozunu bırakıp, önce onu aramalıyım.

Onu...  adını...  adresini...  önce  onu  bulmalıyım.  Bu  düşün-

cesinden rahatsız oldu. Kendimi basit bir meraka mı kaptı-

rıyorum? Çekmeceleri açarak, cep defterlerini aramaya baş-

ladı. Bulduğu bütün küçük defterleri masanın üstüne yığdı.

Sonra,  ilk  sayfalarından  başlayarak  birer  birer,  gözden  ge-

çirdi.  Bu  arada  Müzeyyen  Hanım  sessizce  odaya  girdi,  bir

şey  söylemeden  yanına  bir  fincan  kahve  koydu.  Sessiz  bir

anlayış. Gerçek olgunluk. Kapıyı kapadı, gitti.

Sayfalar... sayfalar... Bir sürü insan resmi çizilmiş önden,

yandan. Küçük, düzgün satırlar. Kızın yazdığı satırlar gibi...

Selim’in  arkadaşı...  bir  kadın...  İmtihan  günleri,  çalışma

programları, iri harflerle yazılmış kelimeler, neden yazıldığı

belli olmayan kelimeler, randevular, İngilizce kelimeler -alt

alta  tekrarlanmış,  ezberlemek  için-  aylık  bütçe  hesapları:

343



ev  kirası,  terziye,  bakkal,  kitap,  alınan  para,  geçen  aydan,

N’ye -bu N. de kim? Acaba? Olamaz, parayla ne ilgisi var?

Uzun yazmamak için olacak- gene resimler, portreler, kari-

katürler,  bir  denklem  çözmüş,  harfler,  sayılar  -üstüne  mü-

rekkep  damlamış,  kırmızı  kalemle  devam  etmiş-  imtihana

kaç  gün  kaldığının  hesabı  -gün  sayısı  yirmi  dörtle  çarpıl-

mış:  saat  sayısı  bulunmuş,  yedi  saat  uyku,  bir  saat  yemek,

iki saat dinlenme, kalan on dört saat gene gün sayısıyla çar-

pılmış, ah Selim! hiç adam olmayacaksın bu, gün, saat he-

saplarınla- bir not: bugün sabah kalktım, öğlen yemek ye-

dim, akşam çalıştım -namussuz, alay ediyor benimle, hatıra

defteri  tutma  oynuyor,  teyzesinin  kızının  hatıra  defterini

görmüş bir gün de ondan- el yazısı denemeleri, küçük harf-

le, büyük harfle denemeler, kalın yazılar, ince yazılar -Tur-

gut,  senin  yazının  karakteri  yok  diye  saldırırdı  Selim’e-

düzgün,  kendine  güvenen  birinin  yazıları,  kargacık  burga-

cık,  mustarip  bir  ruhu  ifade  eden  yazılar  -belki  de  ciddiye

almıştı sözlerimi- kalem tutar bir el resmi -kendi elini çiz-

miş- yazı denemelerine bakarak gülümseyen bir adam kari-

katürü, imzalar, kendi imzaları, uydurma kişilerin imzaları

-arada  koparılmış  sayfalar  var,  tarih  atlamaları  olmuş-  14

Temmuz, sonra 8 Ağustos -arada önemli bir not var mıydı

acaba- defterin sonunda isimler, adresler, telefon numarala-

rı- acaba hangisi önemli, kim onu yakından tanımış; önem

vererek bahsetmiş olduğu biri var mıydı bunların arasında:

düşünmeliyim,  bulmalıyım-  yeni  defterler,  daha  az  soluk

yazılar, boş sayfalar, kitap adları, yazar adları, hesaplar, he-

saplar,  ay  hesapları,  gün  hesapları,  bir  günlük  masraf  he-

sapları:  otobüse,  sandviç,  dolmuş,  dilenciye,  simit,  gazoz,

bakkala  -ayrıca  dökümü  yapılmış-  ayakkabı  boyası,  cepte

kalan, toplama çizgileri, yan yana ilgisiz satırlar: Dostoyevs-

ki,  kaça  alınabilir,  Dostojeisky,  Dostoyevsky,  Franz  Kafka,

Fransız  Kafka,  Einstein,  Aynştayn,  Aynı  işe  tayin,  en  iyisi

344



Karlı  Marks,  kartonpiyer  -bunlardan  bir  sonuç  alamayaca-

ğım, biraz çabuk geçmeliyim, araya bir ipucu sıkışmış ola-

bilir mi- Ahmet’ten borç: dört yüz lira -kim bu Ahmet? da-

ireden olacak, ertesi ay başında ödemiş, bu hususlarda titiz-

di- uzay geometrik şekiller, gece Ahmet’in düğünü, yemek,

sinema, hediye: yetmiş dört seksen, anneme: yüz lira, kadı-

na yirmi beş lira -kadın mı, saçma, hiçmetçi olacak- sayfa-

nın  ortasında  kocaman  bir  sayı:  bin  beş  yüz,  marangoza  -

bir  kütüphane  yaptırmış,  beş  taksitte  ödemiş-  bir  dikdört-

genler prizması: üstüne yirmi beş yazılmış, Sayın Bay Selim

Işık  Y.  Mühendis,  sinema,  Selim,  gene  adres  kısmı  -bu  kı-

sımdan  bir  isim  bulmalıyım-  sayfanın  ortasında  çıplak  bir

kadın resmi -başı yok, büyük göğüslü, acemice çizilmiş- iti-

nayla  yazılmış  isim  ve  adresler  -dolmakalemle  yazılmış-

arada, ayaküstü yazılmış titrek adresler -yeşil kalemle ya da

kurşunkalemle  yazılmış-  Burhan  Bilen,  ...  gazetesi,  tel:...

-neden bu adama gitmiyorum, dördüncü sınıftayken bütün

vaktini onunla geçirirdi, bir faydası olmaz mı, kendine göre

bildikleri vardır, yüzü hoşuma gitmedi diye, belki de o za-

man kıskandığım için- adresi deftere yazayım, beni küçüm-

sediği muhakkak, olsun -koşan bir adam resmi, yüzü yok-

bu  da  kim:  Seyfettin  Cudi,  Belediye  ...İşleri,  nereden  tanır

böyle adamları, ne münasebetle? Şişli’de, Bomonti’nin ora-

larda gittiği biri vardı, ilk sınıflarda. Adı neydi? Erol, Ertan,

Erkut; hayır, o kadar genç değildi... fakat E’li bir isim. Ta-

mam!  Esat  olacak.  Defterde  görmesem  hatırlayamayacak-

tım. Esat Şener, Bomonti, ne garip sokak adı: oralarda böyle

sokak adı olması garip. Çok giderdi, az bahsederdi: her za-

man  yaptığı  gibi.  Beni  ona  anlatmaz,  onu  bana  anlatmaz:

herkesin bir yeri var. Gülümsedi.

Turgut’un bilmediği bu arkadaşlar da Selim’e aynı şekilde

davranırlardı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat, Se-

lim’in arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi

345



kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insan-

lar  bir  araya  gelecekler;  önce  karşılıklı  bakışıp  susacaklar.

Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar

ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin?

Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arka-

daşın bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gel-

medin?  Sonunda  birbirlerini  hoşgörseler  de  beni  affetmez-

ler,  derdi  fakir  Selim.  Sonunda  herkes  beni  suçlayacak  bir

sebep  bulur.  Ne  istiyorlardı  senden  Selim?  Belki  sen  çok

şey  istiyordun  onlardan.  Verdiğinin  hiç  olmazsa  küçük  bir

parçası  kadar  birşeyler  istiyordun.  Sonunda  kaçıyorlardı.

Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın

vardı.  İnsanı  arıyordun  canım  kardeşim.  Bunda  utanacak

ne vardı?

Defteri kapattı: yorulmuştu. Esat tembelin biridir, sabah-

ları geç kalkar. İkinci dersten sonra, kantin takımını bırakır,

ona  giderdi.  Güner,  ceketinden  tutar,  bırakmazdı  bir  süre.

Kültürlü  arkadaşlar  değil  mi?  Ulan,  burası  kerhane  mi?

Kim bilir ne aptaldır. Bırakmam, dünyada bırakmam. Akıllı

olsaydı  bu  senin  arkadaşın,  bizim  üniversitenin  giriş  imti-

hanını  kazanırdı.  Kollarıyla  Selim’i  sarar.  Cahiller!  bırakın

beni.  Olmaz,  diye  diretirdi  Güner.  Misafir  gelince  sandık

odasına  tıkılan  taşralı  akrabaların  mıyız  senin?  Kim  bilir

bizden  ne  kadar  utanıyor.  Kültürlü  olduğu  için  senin,  te-

neffüslerde  koridorda  derin  meseleler  konuştuğun  Cemal

var ya... İstemiyorum Güner, bu hikâyeyi yüz kere anlattın.

Gene dinle. İşte o Cemal’le, otobüste birlikte geliyoruz her

sabah. Yeter, dinlemek istemiyorum. İşte o kültürlü Cemal,

bilet  parası  vermemek  için  önden  arkaya  dolaşıp  duruyor

otobüste.  Sonunda  kontrol  gelince,  biletçi  cezalandırılıyor

senin  kültürlü  arkadaşın  yüzünden.  Esat  da  sinemalarda

yapar  aynı  işi,  eğer  o  da  Cemal  gibi  kültürlüyse.  Çünkü

kültürlü Cemal de her sabah bilet parası vermemek için ön-

346



den... Selim kulaklarını tıkar, Güner’in kuvvetli kollarından

kurtulmak  için  çırpınır,  kosinüs  kurbanları,  diye  bağırırdı.

Güner, kollarının çemberini daraltır: en kuvvetli benim, en

kültürlü  benim!  Kültür  dünyasının  King-Kong’uyum  ben.

Selim’in kulağına ulurdu. Kültürden zehirlenirsin inşallah!

İnşallah kültür komasına girersin! Birlikte yere yuvarlanır-

lar. Kayhan üstlerine çöp sepetini boşaltır. Selim kalkar, üs-

tünü süpürür: Allah belanızı versin. Güner, arkasından ba-

ğırır:  kemancı  kızın  konserine  de  bu  herifle  gittiniz  değil

mi? Bizden utandın: seni mahcup ederiz, fa diyezi anlama-

yız diye. Bir roman yazacağım, seni rezil edeceğim. Kültür

Robert  Taylor’ı.  İnce  Selim.  Kıl  pezevenk.  Roman  gelecek

senin hakkından. Kendi silahınla gebereceksin. Selim daya-

namaz,  döner:  ne  romanı  Güner?  Sen  mektup  bile  yaza-

mazsın.  Güner  sırıtır  kötü  kötü.  Gel  yavrum,  otur.  Sana

bizden hayır var. Gel, sana çay ısmarlayacağım. Selim ısrar

eder:  romanından  bahset.  Güner,  bir  eliyle  Selim’i  bileğin-

den kavrar, anlatır: teknik bir roman olacak, bütün üniver-

site  kapışacak,  Kayhan’la  teksirde  basacağız.  Adı:  Betonar-

me Cinayeti. Ortam: bilimsel. Dekor: iskele ve kalıplar. Ka-

til, cinayeti, betonarme projesinin hesaplarını yaparken ta-

sarlıyor:  momentleri  yanlış  buluyor,  demirler  ters  çıkıyor.

Öfkesi  başına  vuruyor.  Hesap  cetvelini  kaptığı  gibi  dizine

çarpıyor,  parçalıyor.  İntikam  almak  için  uygun  bir  fırsat

kolluyor. Meğer, doğuştan katilmiş de o güne kadar bilmi-

yormuş.  T  cetvelini  kaptığı  gibi  sokağa  fırlıyor.  Koşa  koşa

inşaata geliyor: etrafta kimseler yok. T cetvelini elinden atı-

yor, yirmi ikilik bir demir yakalıyor ve cinayeti onunla işli-

yor.  Kayhan  sorar:  hesapta  yanlış  bulduğu  demirle  mi?

Evet.  Cinayeti  onun  işlediği  de  hesapların  incelenmesiyle

ortaya çıkıyor. Bilirkişi heyeti hesaplara bakıyor: bir demir

eksik.  Yatağının  altında  buluyorlar  demiri.  Peki,  idama  gi-

derken  son  sözleri  ne  oluyor?  Ne  olacak:  beni  moment

347



mahvetti. Gerçek katil odur. Yoruldum beyler. Romancı ol-

mak çok güçmüş. Ben çiftliğime dönüyorum, hatıralarımla

baş başa kalmaya.

Selim  kaşlarını  çatar:  sizden  utanıyorum.  Aklınız  tek

yönde çalışıyor. Mühendislik iptal edilse aç kalırsınız hepi-

niz. Büyük ve güzel şeylere karşı ilgi duymuyorsunuz. Yük-

selemiyorsunuz.  Güner  atılır:  Cemal  gibi  mi  yükselelim?

Sonra bir tartışma başlar: herkes birbirine bağırır. Sonunda

en  yeni  fıkralar  anlatılır:  ortalık  yatışır.  Güner,  ufak  tefek

Kayhan’ı belinden kavrar, havaya kaldırır, kantinin ortasın-

da dolaştırır.

Defterleri  kaldırdı.  Ayağa  kalktı.  Gene  gelecekmiş.  Be-

nimle görüşmek istediğine göre gelecek elbette. Bugün doğ-

muş  olsaydım!  Gelecek,  ne  güzel  maceralar  hazırlıyordu

bana. Kimsenin yaşamadığı güzellikleri tanıyacaktım. Selim

de  ölmemiş  olsaydı.  Allahım,  ben  ne  yaptım!  Bu  güne  ka-

dar  söylediğim  her  sözü  geri  alıyorum.  Konuşmayı  da  bir

unutabilsem. Yeni bir dünya var, anlıyor musun Olric? Her

şeyi  geride  bırakmak  gerekiyor.  Bir  sabah  kalkacaksın,  ar-

kana bakmadan... Hürriyet kötü bir kavram Olric. Öyle, an-

lattıkları gibi özlenecek bir ortam değil. Bu hürriyet, kula-

ğıma  kötü  şeyler  fısıldıyor  Olric.  Duymak  istemiyorum.

Hayır,  çalışacağım  önce:  araştıracağım.  Bütün  gücümü  bu

araştırmaya vereceğim. Bitkinlikten, hürriyeti düşünemeye-

cek  duruma  gelinceye  kadar  çalışacağım.  Yeter  bu  miskin-

lik! Demek aylardır ölüyormuşum ben. Peki bu nasıl iş Ol-

ric?  Selim  de  başka  türlü  yaşadı:  yani,  yaşayamadı,  öldü.

Belki de bu görev size verildi, efendimiz. Selim, sadece ışık

mı tuttu Olric? Belki de, efendimiz. Hiç olmazsa düşünme-

yi öğretseydi bana ölmeden önce. Bu kadar gizlenmeseydi.

Gizlendiğini  sanmıyorum,  efendimiz.  Biliyorum,  çok  şey

öğrendim Olric: fakat ölümü? Onu gizliyor. Siz yaşayacak-



348


sınız,  efendimiz.  Ölümü  bilerek  yaşamak  istiyorum  Olric.

Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karan-

lıkta kalmasını istemiyorum. Bütün ayrıntıları henüz bilmi-

yorum.  Onu  tanıyanları  sorguya  çekmeliyim.  Onların  göz-

lerinin  içine  dudaklarının  kıvrımlarına  kadar  bakarak  Se-

lim’in bıraktığı izleri öğrenmeliyim. Tabiat, sırlarını bakma-

sını  bilene  açıklarmış.  Yorulmadan,  bıkmadan,  görünüşe

kapılmadan bakmalıyım ben de. Yenilgilerden usanmamalı-

yım.  Selim’in  parça  parça  olmuş  resmini  yapıştırmalıyım.

Selim ne yaptı? Hep düşündü mü? Bunu öğrenmeliyiz. Öl-

müş, çürümüş, soluk, yarısı kaybolmuş hayalleri; kenarları

sararmış,  eksik,  kopuk,  silik,  dağılmış,  iplerle  tutturulmuş

hatıraları; dosyaların, rafların, hafızaların köşesinde kalmış

yaşantıları  bulup  çıkarmalıyım:  tozlarını  silkelemeliyim.

Daha düne kadar başka bir yaşantı sürdüren ben, ölümden

kaçarken  ölümün  kucağına  düşen  ben,  ucuz  yaşantıların

asil  kahramanı,  ucuz  şövalye  romanlarının  nesli  tükenmiş

son temsilcisi ben, bunu nasıl yapacağım? Ucuz geçmişimi

nasıl inkâr edeceğim? Son aylarda kurmuş olduğum Yumu-

şakçalar Kırallığının nimetlerini nasıl terkedeceğim? Yas ya-

kışır Turgut Özben’e diyerek gülünç karalar mı giyeceğim?

Oysa  ne  şenlikler  yapıldı  onun  ölümünden  sonra;  ne  iha-

netler  yaşandı.  Günahlarımın  ağırlığına  dayanamıyorum

Olric. Neden beni uyarmadın? Buna hakkım yoktu efendi-

miz.  Öyle  güzel  gürlüyordunuz  ki.  Size  kapılmamaya  im-

kân  yoktu.  Çevrenizdeki  bütün  sahtelikleri  öyle  güzel  ay-

dınlatıyordunuz  ki.  Bir  daha  göremeyecekler  sizin  gibi  bir

devi efendimiz. Onların küçük yaşantılarının içinde ben de

küçülmedim mi Olric? Ucuzluk bana da bulaşmadı mı? Ha-

yır, efendimiz. Öyle içten yaşadınız ki. Bu kısa süren aydın-

lıktan  yararlanamayacaklar  ne  yazık  ki.  Acıtmayan  karan-

lıklarına dönecekler. Onların, hissedemedikleri acılarını da

siz  içinizde  taşıyacaksınız.  Güzel  bir  rüyadan  uyanmanın

349



tatlı  şaşkınlığını  yaşayacaklar  bir  süre.  Sonra  unutacaklar.

Unuttukları  için  de  unutulacaklardır.  Kendi  güzelliklerini

de  -eğer  bir  güzellikleri  varsa-  unutacaklardır.  Yalnız  sizin

içinizde  yaşayacaklardır:  bunu  bilmedikleri  için  de,  yaşa-

dıklarını  da  bilmeyeceklerdir.  Alışkanlıktan  başka  bir  şey

bilmedikleri için, sizin de yokluğunuza alışacaklardır. Anlı-

yorum Olric. Neden daha önce söylemedin bana? O zaman

yaşayamazdınız.  Siz  her  şeyi  yaşamalısınız  efendimiz.  Bü-

tün güzellikleri görmelisiniz. İçinde en küçük güzellik olan

bir  şeyi  bile  tanımalısınız.  Siz  ne  yaparsanız  olur,  efendi-

miz. Beni şımartıyorsun Olric. Zarar yok efendimiz: çünkü

artık sizi kimse şımartmayacak. Beni korkutuyorsun Olric.

Siz  istemeyeceksiniz  efendimiz.  Güzellikleri  kendiniz  bu-

lup çıkaracaksınız artık. Selim’in ölümünden de çıkarabile-

cek  miyim?  Çıkaracaksınız  efendimiz.  Çalışacağım  Olric.

Herkesi  sorguya  çekeceğim.  Bu  ölümden  kimse  sorumlu

bulunmadığına  göre,  kimsenin  bir  çıkarı  olmadığına  göre,

herkes  yaşarken  o  öldüğüne  göre,  bana  yalan  söylemeye-

ceklerdir.  Hiç  olmazsa  görünür  bir  telaşları  olmayacaktır.

Kelimeleri  seçerken  çok  titiz  davranmayacaklardır.  İsteye-

rek, ya da istemeyerek boş bulunacaklardır. Kendilerini ele

vereceklerdir,  Selim’i  ele  vereceklerdir.  Benim  gizli  niyetle-

rimi  bilmedikleri  için,  benden  de  kuşkulanmayacaklardır.

Sakin  görünüşümün  altında  yatan  ürkütücü  tasarılardan

haberleri  olmadığı  için  gerçeği  çarpıtmaya  kalkışmayacak-

lardır.  Seslerinin  çizgisinde  hafif  bir  dalgalanma,  kirpikler-

de zamansız bir oynama bile beni uyaracaktır. Biz de kendi-

mizi çok sıkmayacağız Olric. Soruşturmanın keyfini sürece-

ğiz. Yeni insanlar tanıyacağız: Selim’in tanıdığı insanları. Se-

lim’i tanıyacağız yeni baştan. Her gün yeni baştan yaşamak

mümkün olacak mı dersin? Bir gün öncesine korkak bir be-

zirgânlıkla  sarılmadan  yaşayabilecek  miyiz?  Yoksa,  yarın-

dan  korktuğumuz  için,  düne  köle  gibi  bağlanacak  mıyız?

350



Yaşarsak  göreceğiz  Olric.  Yaşamaktan  korkmazsak  görece-

ğiz. Ve bu dünyaya göstereceğiz. Onlar göremese de göste-

receğiz. Gösterdiğimizi bileceğiz. Gitmeliyim Olric, hemen

işe girişmeliyim.

Ertesi  sabah,  erkenden  şantiyeye  gitti.  Bağırdı,  koştu,

koşturdu,  indi,  çıktı,  gevşek  duran  bir  amelenin  elinden

küreği  kaptı,  betonu  karıştırmaya  kalktı,  utandırdı,  kızdır-

dı, coşturdu, heyecanlandırdı, onlarla çay içti, sigara ikram

etti,  sırtlarını  okşadı,  başlarına  vurdu,  müstehcen  şakalar

yaptı,  öfkeyle  masayı  yumrukladı,  bir  söz  üzerine  öfkesi

geçti, yeniden başka bir aksaklığa öfkelendi: sonunda işye-

rindekileri  öyle  bir  çalışma  temposuna  soktu  ki,  içinden

gülümseyerek,  akşama  kadar  kendilerine  gelemezler,  dedi

ve onlara farkettirmeden birdenbire kayboldu.

Ana caddeyi geçti, dar sokaklara saptı. Büyük apartman-

lar  seyrekleşti,  sonra  kayboldu.  İki  üç  katlı  ahşap  ve  kâgir

evlerin bulunduğu bir sokağa geldi. Henüz parke yapılma-

mış;  arnavutkaldırımı  bir  sokak.  Arabayı  sokağın  başında

bıraktı, yürüdü. İki katlı, cephesi sonradan sıvanmış ahşap

bir evin önünde durdu. Sıvalar yer yer dökülmüş; üstü bir

zamanlar mavi boyalıymış. Kapının tahtasından ahşabın da-

marları fırlamış: ihtiyar bir adamın kolu gibi. Üstünde eski

Türkçe  iki  sayı:  okuyamadı.  Kapının  pervazında  bir  sayı

plakası.  Eski  sayıları,  ona  bakarak  tahmin  etti.  İki  zil  var:

yanlarında yazı yok. İkisine birden bastı. Kapının yanındaki

pencerede bir genç kız başı göründü, kayboldu. Sonra aynı

kızı karşısında gördü kapıyı açarken. Kız gülümsedi: “Kimi

aradınız?”  İlk  izlenimleri  daima  iyidir  benim  hakkımda.

Sonrakileri de iyidir. Kimi aradığını söyledi. Burada oturu-

yormuş, biraz çarşıya çıkmış, şimdi gelecekmiş. İçeri girdi:

geniş  bir  taşlık.  Duvarda  bir  eski  zaman  aynası,  altında

mermer kaplı yarım daire bir masa, oymalı; hasır koltuk da



351


olmalı diye düşündü. Evet, vardı. Koltuğa oturdu. Kız, pen-

ceresinden  göründüğü  odaya  girmesini  rica  etti.  “Siz  kız-

kardeşisiniz değil mi?” “Evet.” Harap bir ev, eski bir iki kol-

tuk:  kumaşları  yırtılmış,  tahta  kısımlarında  cila  kalmamış.

Kaplamaları  kalkmış  iki  sehpa:  üstleri  dalgalı  deniz  gibi.

Duvara  dayalı  küçük  bir  masa;  üstünde,  kabı  çıkmış  bir

radyo: kabuksuz bir meyve gibi. Lambaları, telleri meydan-

da.  Duvarlarda,  kararmış  çerçeveler  içinde  soluk  fotoğraf-

lar:  fesli,  palabıyık  adamlar,  beyaz  elbiseli,  uzun  boyunlu

kadınlar. Hepsi zayıf, melankolik bakışlı. Belki de resimle-

rin eskiliğinden öyle görünüyor. Genç kız karşısında oturu-

yor:  resimlerdeki  gibi  soluk  beyaz  yüzlü,  uzun  boyunlu.

Hasta  bir  güzelliği  var.  Çorap  giymemiş:  çıplak  bacakları

düzgün.  Elleri  bakımsız:  manikür  yapmamış,  tırnaklarını

kısa kesmiş. Acaba o mu? Olmadığını biliyorsun. İstediğim

gibi düşünebilirim. Çok genç, çok mahzun görünüşlü. Fa-

kat gülerken gördüm: mahzun değil. Dudaklarını ileri uzat-

mış:  çocuk  gibi.  İri  siyah  gözlerini  dikmiş,  inceliyor  beni:

korkusuz. Hiç çekingen değil. Hayır bu değil. Selim’i tanı-

yor. Acaba üzülmüş müdür? Kusursuz bir güzelliği var. Ba-

kımsızlığının içinde daha çok belli oluyor güzelliği; odanın

içinde tek parlayan yer onun teni. Saydam bir ten. Kendine

çeki  düzen  verse  bu  kadar  güzel  görünmez.  Hareketleri  o

kadar ağır ki, insan sıcak bir yaz gününde güneşe bakarken

duyduğu  yorgunluğu  yaşıyor  onunla.  Kısık  bir  ses.  Kesik

bir konuşma. Kirpikleri havayı süpürüyor: uzun ve dağınık.

Her tarafı uçuşuyor; bu dünyadan olmayan birşeyler var ta-

vırlarında.  Aynı  zamanda,  gizlemeye  çalıştığı  bir  basitlik,

haşinlik  seziyorum.  Özellikle  başını  yukarı  kaldırdığı  za-

man. Biri, ona, bunu söylemeliydi. Yazık.

Bununla birlikte, nesli tükenmiş yaratıkların, bilinmeyen

bir dünyanın kokusunu getirmeleri gibi bir çekiciliği yayı-

yor  çevresine.  Turgut’un  yıllardır  unuttuğu,  belki  Aksa-

352



ray’da çocukluğunu yaşarken kapılmış olduğu bir büyü, bir

başkalık  var  tavırlarında.  Kollarını  kavuşturmuş,  ayak  bi-

leklerini bitiştirmiş, misafiri yalnız bırakmamak için oturu-

yor.  Herhalde,  Esat’ın  arkadaşlarıyla  da  oturur.  Selim’le  de

günlerce  oturmuştur.  Turgut’a,  tanımadığı  için  biraz  yadır-

gayarak  bakıyor.  Gelişi  hakkında  tahminler  yürütüyor.  Bu

yabancıyla Esat’ın ne gibi bir ilişkisi olabilir? Fakat, rahat-

sız  değil:  durumdan  memnun  olduğu  duruşundan  belli.

Duygularını  saklamaya  çalışacak  kadar  eğitimden  geçme-

miş. Turgut’un gözlerine korkusuzca bakıyor. Turgut da bu

bakışların verdiği rahatlıkla, yabancılık çekmeden çevresini

inceliyor. Turgut’un radyoya baktığını görünce, gülümseye-

rek: “Ağabeyimin radyosu,” dedi. “Üst kattaki radyoyu be-

ğenmiyor.  Bunu  çok  rahat  kullanıyormuş:”  Turgut  kıza

baktı:  sorgulu,  yumuşak.  “Açıp  kapaması  kolay  oluyor-

muş.”  Güldü.  Ne  uzun  dişleri  var.  Onu  sormamıştım;  Se-

lim’i sormuştum. “Ayağını bir vuruyor yere.” Ellerini hafif-

çe  iki  yana  açarak  anlatıyordu.  Dirseklerini  karnına  daya-

mış. Sizin yanınızda ne kadar rahat hissediyorum kendimi,

diyordu. Bana güven veriyorsunuz. Öyleyimdir. Nasıl anla-

dın hemen? Ne güzel kımıldıyorsun beyaz bacaklarınla. İç-

güdülerinle  ne  güzel  düzenler  kuruyorsun.  “Radyo  çalışı-

yor. Sonra, kapamak istediği zaman, bir daha vuruyor aya-

ğını  yere:  sönüyor.”  Güldüler.  Güldük.  “Ben  yapabilir  mi-

yim dersiniz?” “Sanmam. Döşeme tahtalarının neresine vu-

rulacağını bilmelisiniz. Ondan başka kimse yapamıyor bu-

nu evde.” Ellerini zarif bir hareketle birleştirdi. Turgut, onu

rahatsız etmeden odayı gözden geçirmeye devam etti. Bura-

da ne arıyordun acaba Selim? Nasıl bir masal dünyası kur-

dun kendine burada? İki raflı küçük bir kitaplık. Altta, sa-

rarmış ve uzun süredir dokunulmadığı belli olan eski dergi-

ler: sinema dergileri, resimli tarihler. Üstte, yeşil, mavi cilt-

li, ne olduğu anlaşılmayan kitaplar, beyaz kapaklarıyla ken-

353



dilerini  ele  veren  Bakanlık  Klasikleri.  Bu  evde,  okumaya

düşkünlük yok. Her tarafta görülen köhneliğe rağmen, ya-

şamaya, hem de hareketli, canlı, hızlı yaşamaya düşkünlük

var.  Evin  bütün  loşluğuna  rağmen,  bir  aydınlık  seziliyor:

gizli bir aydınlık. Genç kızın teni gibi bir aydınlık. Kitaplı-

ğın üstünde iki sigara tablası, yeşil camdan: kenarları kırıl-

mış. Üstlerinde, ezilmiş sigara küllerinden bir tabaka. Eski

bir  demir  heykel:  Yunan  ilahlarından  biri  olacak.  Yanında

bir  sigara  paketi.  Genç  kız  ayağa  kalktı,  etekleri  uçuşarak.

“Sigara ikram etmeyi unuttum. Bilmem içiyor muydunuz?”

“Siz”  devresi.  Kendi  paketini  çıkarmaya  utandı:  patron

Amerikan sigarası vermişti o sabah. Birinci içelim. Ucuzlu-

ğumuza  uygun  düşer.  Sigarayı  alırken  eli,  genç  kızın  eline

değer  gibi  oldu.  Beni  yaşlı  mı  buluyor  acaba,  saçlarım  dö-

külüyor diye? Biraz daha zayıf olmalıydım. İş hayatı insanı

şişmanlatıyor.  Evliliği  nedense  aklına  getirmedi.  Sürekli

genç kalmak için ne yapmalı? Neşeli mi görünmeli? Neşeli

mi? Sonra, “sebeb-i ziyaretimi” söyleyince ne olacak? Bana

bir  soru  sordu:  Esat’ın  arkadaşı  mıyım?  “Bir  bakıma.”  Bu

sözden bir sonuç çıkarabileceğini sanmam. Çok akıllı değil.

Herhalde ortaokuldan ayrılmıştır; belki de enstitüye gitmiş-

tir. Gitmemiştir. Ev kadınlığına özenmediği, ortalığın duru-

mundan belli. Hayat kadını olmaya niyetli. Kapı çalındı: iki

kere. Kız kalktı: “Ağabeyimdir. Anahtarıyla hiç açmaz. Bu,

onun çalışı.” Bir tüy gibi havaya kalktı. Turgut, onun kapı-

nın arkasından kayboluşunu seyretti.

Yıpranmış yüzlü genç bir adam kapıda göründü. Kırk ya-

şına yakın olmalı. Uzun boylu, kızkardeşi gibi uzun boyun-

lu, beyaz tenli. Duvardaki fotoğrafların son varisi. Zayıf vü-

cudunun  üstünde,  kocaman  başı  iğreti  gibi  duruyor.  Tur-

gut’a gülümseyerek baktı: kızkardeşi gibi. Yumuşak bir ba-

kış. Böyle durumlarda bir açıklama yapıldığı için, böyle alı-

şıldığı  için  soruyorum  diyen  bakışlar.  Ne  isterseniz  söyle-

354



yin. Hiçbir şey söylememeli. Öyle de olur, diyor. Ah bir ola-

bilse.  İnsanlar  o  duruma  bir  gelebilse.  Ben  de  bunu  sağla-

maya çalışıyorum Esat. Ziyaretimin asıl nedeni bu. İri pat-

lak  gözlerini  kayıtsızca  açmış.  Acelesiz,  telâşsız  bekliyor.

Çok  uzun  ve  büyük  burnuna  doğru  kalın  iki  kaş  iniyor.

Çirkin denebilir bu yüze: fakat ilginç. Turgut, bir an ne di-

yeceğini  bilemedi,  beni  tanımazsınız,  gibi  aptalca  bir  sözle

konuşmaya  başladı.  Sustu.  Büyük  bir  güçlükle  ağzını  açtı

yeniden; aklına ilk gelen sözü söyledi: “Selim’in bir arkada-

şıyım, sizinle görüşmek isterdim.”

Böyle  şaşırırsan,  kimseye  dikkat  edecek  durumda  ola-

mazsın.  Esat’ın  yüzüne  baktı.  Gülümseyişi  kaybolmuştu.

Kaçırdım:  yüzünün  nasıl  değiştiğini  kaçırdım.  Kızkardeşi

de solgun; kapıya yaslanmş duruyor. Esat kızkardeşine bak-

tı: “Kızkardeşim Aysel. Adınızı bilmiyorum.” Kolay bir so-

ru.  “Turgut.  Turgut  Özben.  Okuldan  arkadaşıydım.”  Hay-

vanlar  gibi  koklaşarak  anlaşamıyoruz.  Hazırlıksız  geldiğim

anlaşılıyor.  İstemediğim  sözlerle  başlamak  istemiyorum.

Esat, özenle, bacak bacak üstüne attı, ellerini dizinin üstü-

ne  kenetledi,  bekledi.  Ben  de  bekliyorum.  Ne  demesini

bekliyorum?  Ne  diyebilir?  Ne  istediğimi  biliyor  mu?  Buy-

run, emirleriniz Turgut Bey? Hangi konularda bilgi verebili-

rim size? Aysel! Selim Beyin dosyasını getirin. Saçma. Mes-

lekten sorgu yargıcı değilim de Esat Bey. Aysel de Esat’ın ya-

nına geldi, bir sandalyeye ilişti. Otururken de ne kadar ha-

fif: hiç gürültü çıkarmıyor. Benim gibi, sandalyeleri, koltuk

yaylarını  inletmiyor.  Şişmanlığımdan  utanıyorum.  Yok  ca-

nım,  o  kadar  şişman  değilim:  burada  öyle  oldum.  Ağırlık

ölçülerim  değişti.  Esat  sessizliği  bozdu:  “Siz  de  mühendis

misiniz?”  Evet.  Üniversitede  aynı  sınıftaydık.  Ne  kadar

dosttuk  bilseniz.  Her  gün...  Esat’ın  yüzüne  baktı.  Esat  ce-

vap bekliyordu. Demek konuşmadım, içimden geçirdim sa-

dece. Özür dilerim: bu günlerde ikisini biraz karıştırıyorum

355



da.  Olric...  Terlemeye  başladığını  hissetti.  Ağzını  açtı:

“Evet,”  diyebildi.  Bu  fırsatı  da  kaçırdın.  Esat,  bir  deneme

daha  yaptı:  “İstanbul’da  mı  oturuyorsunuz?”  Gördün  mü?

Havadan sudan başlanabiliyor işte. Evet, Esat Bey. Siz de mi

İstanbul’da  oturuyorsunuz?  Kalkıp  gitsem  mi?  Bizi  neden

tanıştırmadın  Selim?  Şimdi  daha  iyi  mi  oldu?  Korktuğun

başına  geldi  işte.  Onunla  ikimiz  aynı  odada  oturuyoruz.

Sen de ikimizi tanıştırmaktan ve bizimle birlikte olmaktan

kurtuldun.  Beni  neden  yalnız  bıraktın?  Üzüldüğümüz  için

böyle  susarak  oturuyoruz:  saygı  duruşu.  Evet,  üzüntüden

söyleyecek  söz  bulamıyorum.  Meseleleri  başka  yönden  ele

alınca, ilişki kurmak ne kadar zor oluyor.

“Selim’i  anlatır  mısınız  bana?”  dedi  birdenbire.  “Hayır,

önce  kendinizi  anlatın.  Selim’in  yakın  dostu  olduğunuzu

biliyorum.  Neden  buraya  geldiğimi  merak  ediyorsunuz.

Belirli  bir  nedeni  yok.  Selim’i  unutamadığım  için  geldim

diyelim. Hayır, önce unuttum. Sonra unutamadım.” Susar-

sa, sanki her şey bitecekmiş gibi, aklına geleni söylüyordu.

“Belki  siz  de  unuttunuz,  ya  da  herkes  gibi  üzüldünüz  ve

sonra...  sanki  ben  başka  türlü  mü  yaptım?  Onu  gerçekten

kaybetmenin  acısını  anlayabildim  mi?  Aradan  aylar  geçti.

Ne  kadar  geçtiğini  bile  tam  bilmiyorum.  Ben  ne  yaptım?

Hayır, bundan bahsetmeyelim. Fakat, bu kadar zaman son-

ra, daha dün ölmüş gibi telaş göstermenin, onun arkadaşla-

rını  aramanın  garipliği...  artık  üzülemez  mi  insan?  Buna

kimseyi inandıramaz mı? Onu bana anlatın... bana yardım

edin, diyemez mi? Çünkü onu sevenler, onun böyle kaybo-

lup  gitmesine  razı  olamayacaklardır.  Herkes  bir  yerinden

tutup canlandıracaktır onu. Mesele onun ölmesi değil, ya-

şamasıdır  benim  için.  Anlıyor  musunuz?  Belki  bu  sözle-

rimden utanacağım biraz sonra. Fakat, buraya kadar geldi-

ğime göre, bir kere söze başladığıma göre... onu tanıyordu-

nuz...  belki  Selim  de  birdenbire  bu  eve  gelip  böyle  sözler

356



edebilirdi. Beni yeni tanıdığınız için garip gelmesin bu söz-

ler. Böyle sözleri dinleyebildiğinize göre benim ne önemim

var? Bazı şeylere kararlıyım ve ilk olarak da...” Başladığı gi-

bi,  sustu  birdenbire.  Bütün  hayatımızı  yersiz  çekingenlik-

lerle mi geçireceğiz Olric? Cesareti yalnız kafamızda mı ya-

şayacağız?

“Kendimden mi bahsedeyim önce?” dedi Esat. Turgut ba-

şını kaldırdı. Kötü bir şey yok, kötü bir şey yok Olric. Ko-

nuşacak, anlatacak. Derdimize bir yerinden dokunacak. Bi-

zi yalnız bırakmayacak. Selim’e yaptığını bize yapmayacak.

Bizim gibi o da bilmiyordu Selim’in nerelere vardığını. “Be-

nim  önemli  olduğumu  sanmıyorum  bu  olayda  Turgut.  Bir

iki  yıldır  görmüyordum  Selim’i.”  Esat  da  olay  dedi  Olric.

Önemsedi. Onunla konuşulabilir.

Biraz kendini anlattı Esat. Ne kadar anlatılabilirse. Hukuk

Fakültesi’ne  gidiyordu  yıllardır.  Bitireceğini  ümit  etmiyor-

du.  Üniversitenin  havasını  seviyordu:  kantinde  oturmak,

toplanıp sinemaya gitmek. İmtihan zamanları, birlikte ders

çalışmanın  başka  bir  heyecanı  oluyordu.  Telaş  içinde  ders

notlarının  aranması;  kahvelerde,  pastahanelerde,  evlerde,

sık sık güzel bahanelerle kesilen çalışmalar. Kırmızı kalemle

önemli satırların altının çizilmesinde bile başka bir güzellik

vardı. Paraya ihtiyacı olduğunu düşündüğü zamanlar bir işe

girip çalışıyordu. “Kendime göre güzellikler buluyorum ya-

şamakta işte,” dedi gülümseyerek. “İstemediğim şeyleri yap-

mıyorum hiç olmazsa. Arkadaşlarım beni düzeltmeye çalışı-

yorlar. Fakat hepsi beceriksiz bu konuda. Belki siz de şimdi

onlar gibi düşünüyorsunuz. Ya da düşünebilirsiniz. Her şeyi

olduğu  gibi  kabul  etmediğinizi  seziyorum.  Belki  siz  de  Se-

lim gibi, sezgi sözüne kızarsınız. Sizi kızdırmak için söyle-

miyorum, fakat onu kızdırmayı severdim. Güzelleşirdi kız-

dırılınca.  Yazık  ki  son  zamanlarda  uğramıyordu.  Son  defa

altı  ay  kadar  önce  gördüm  onu  yolda.  Dalgın  ve  üzüntülü

357



yürüyordu.  Oyunlarından  yorulmuş  görünüyordu.  Bütün

oyunları ciddiye almaktan yorulmuştu.”

Esat,  bu  yeni  oyundan  hoşlanmıştı.  Öyle  görünüyordu.

Onun peşini bırakmamalıyım Olric. Oyunu bizim gibi anla-

mıyor galiba; fakat zararı yok. Oyunun farkında olması bile

önemli. Kaç kişi kaldık şurada Olric? Belki fakültedeki kız

arkadaşlarıyla birlikte seyrettiği bir filmin heyecanını duyu-

yor.  Farkında  olmadan  heyecanlandırdık  onu.  Siz  de  bir

film kahramanıydınız efendimiz. Aysel de, Selim’in adı oda-

da  duyulunca,  belirsiz  bir  kıpırdandı  sanki.  Sanki  güzel

gözlerinden bir gölge gelip geçti. Yoksa kirpiklerinin gölge-

si miydi?

“Bir  daha  göremedim  Selim’i.  Ölüm  ilanını  da  geç  gör-

düm.  Ben  gittiğimde  kimse  kalmamıştı  mezarlıkta.”  Aysel

mahzunlaştı: “Size bir kahve pişireyim,” dedi. Odadan çıktı.

“Selim’i  lisede  öğrenci  olduğu  yıllarda  tanımıştım.  Ben,

bugün olduğu gibi, gene üniversite öğrencisiydim. Beni bı-

raktığı  yerde  kaldım:  öğrencilikte,  yaşadığım  yerde...  Onu

ilk görüşümü çok iyi hatırlıyorum. Şu anda aramızda olsay-

dı,  bunu  duyduğu  için  ne  kadar  sevinirdi.  Arkadaşlarının,

onunla yaşadıkları her olayı hatırlamalarını isterdi: çünkü o

hiç unutmazdı. Gezintilerde, bir kenarda durur, dalgın dal-

gın  dolaşırdı.  Konuşurken  başını  kaldırmaz,  yalnız  kendi

söylediklerine önem verdiği sanılırdı. Belki kendi de farket-

mezdi seyrettiğini, dinlediğini. Durmadan insanların peşin-

den koşardı; gene de sanki yalnız kendisiyle ilgiliydi. Arka-

daşlığımız  ilerledikçe,  Selim’de  konuşma  cesareti  arttıkça,

bana  daha  önce  söylediğim  sözleri  kullanarak  saldırmaya

başlayınca,  şaşırdım.  Herhangi  bir  tartışmada,  gelişigüzel

söylediğim  bir  sözü,  tartışmayı  kazanmak  için  inanmadan

ileri sürdüğüm bir düşünceyi bana aynı kelimelerle tekrar-

lardı.  Bütün  şaşıran  insanlar  gibi,  önce  bütün  gücümle  sa-

vundum  kendimi:  itiraz  ettim,  söylemiş  olduğum  sözleri

358



inkâr ettim, onu kızdırmak için bu sözlere başka anlamlar

verdim. Böyle durumlarda nasıl öfkelenirdi bilseniz. En ağır

kelimelerle hakaret ederdi: en kısa cümleyi aklında tutama-

yan,  iki  satır  yazıyı  ezberleyemeyen  budalaların,  bir  gün

söylediğini ertesi gün inkâr eden iki yüzlülerin canı cehen-

neme, diyerek kıpkırmızı kesilirdi. Söyledim ya onu kızdır-

maktan hoşlanırdım: kızdığı anlarda yüzünün ifadesini, öf-

kesinin  içtenliğini  severdim.  Söylenen  sözlerin,  yaşanan

olaylardan  önemli  olduğunu  Selim’de  gördüm.  Düşüncele-

rine büyük bir içtenlikle bağlıydı: herkesi de öyle sanıyor-

du.  Bu  içtenlik,  düşünmeyi  meslek  edinenlerin  içtenliğin-

den çok farklı bir duyguydu. Mesleği sevmek gibi değil, ha-

yatı sevmek gibi bir duyguydu. Camus’nün ‘Ontolojik me-

sele yüzünden ölen kimseye rastlamadım’ sözünü okuyun-

ca:  ‘Biri  bu  yüzden  ölmeli,  intihar  etmeli,’  diye  bağırmıştı.

Ona,  kimsenin  soyut  düşünceler  nedeniyle  kendini  öldür-

mediğini söyledim. Benim de Camus gibi bir ahmak oldu-

ğuma karar verdi.”

Aysel  içeri  girdi,  kahveleri  getirdi.  Konuşmadan  içtiler

kahvelerini. Bir kahve bile oyunu bozuyor. Uzun süre oyna-

yabilmek için dinlenmesini bilmeli demek. Acele etmemeli:

önümüzde bütün hayat var. Hep aynı oyunu da oynamama-

lı, değil mi Esat? Sonra insan bıkar oynamaktan Selim gibi.

Aysel  ne  kadar  güzel,  oyunu  da  var.  Esat  fincanı  sehpaya

koydu. Başlamak istiyor.

“İlk tanıdığım zaman Selim on beş yaşındaydı. Ona ben-

den bahsetmişlerdi. İlgi çekici hikâyeler anlatmışlardı hak-

kımda. Kendi yaşındakilerden hoşlanmazdı. Onları sert bu-

lurdu. Bana da Selim için, yaşına göre beklenmedik tarafları

olan  bir  çocuk  gibi  birtakım  sözler  söylemişlerdi.  Ben  de

onu  görmek  istiyordum,  fakat  acele  etmedim  herhalde

onun  gibi.  Onun  kadar  hızlı  düşünmedim.  Selim  dayana-

madı. Hemen görmek istedi beni. Aklına takılmıştı; hemen

359



görecekti  beni.  Bizim  eve  gelmişti,  buraya.  Bir  yaz  günüy-

dü.  Sizin  gibi,  haberim  olmadan,  birdenbire  çıktı  karşıma.

Benim sabahları geç kalktığımı söylemişlerdi. Kendi hesabı-

na göre geç kalmaya çalıştı. Bana gene de erken geldi. Kapı-

yı  çaldığı  sırada  tıraş  oluyordum.  Yüzümü  sabunlamıştım.

Evde  kimse  yoktu:  yalnız  olmasaydım  açmazdım  kapıyı,

değil mi Aysel?” Aysel gülümsedi.

“Kapıyı  açtım.  Utanarak  kapıda  duruyordu.  Sabunların

arasından gülümsedim ona. Yüzümün durumu ona cesaret

verdi. Kendini tanıttı: ‘Selim denen harika çocuk karşınız-

da,’ dedi. ‘Beni tanıyacaksınız’. Çekingen bir gülümsemey-

le ekledi: ‘Erken geldim galiba.’ Güldüm. Rahatladı: ‘Bekle-

neni  verebildim  mi?’  İçeri  girdi.  Onunla  anlaşacağımızı

hissettim.

“Onu  harika  çocuk  bulmalarından  şikâyetçiydi:  ‘Şımarı-

yorum sonra öyle aptalca bir söz ediyorum ki hepimiz piş-

man oluyoruz. Oysa ben hiç yanlışlık yapmak istemiyorum.

Yüzde  yüz  saf  bir  harika  çocuk  olmak  istiyorum.  Çünkü

yüzde yüz saf olan bir şey kendinin aynıdır. Ben de kendim

gibi  olmak  istiyorum.’  Ona,  bu  sözlerini  ciddiye  aldığımı

söyledim. Hayır, ciddiye alınmak da istemiyordu. Odaya gi-

rince gene bir çekingenlik geldi üstüne. Sonradan anlattığı-

na göre, beni hazır bulacağını ve hemen çıkacağımızı kur-

muştu.  Yalnız  benimle  karşılaşmaya  hazırlamıştı  kendini.

Evde kimse olmadığını öğrenince rahatladı. Biraz sonra Ay-

sel  geldi.  Tanıştırdım.  Durumdan  pek  memnun  olmadı.

Kendinden iki yaş küçük bir kızın karşısında sıkıldı.” Selim

artık hepimizden küçük olacak Esat. Hepimiz yaşlanacağız:

saçımız  dökülecek,  derimiz  buruşacak.  Kendimizi,  aynada

gördüğümüz  ihtiyar  suratımızla  tanıyacağız.  Fakat  Selim

hep yirmi sekiz yaşında kalacak bizim için. Gençlik fotoğ-

raflarımıza bakar gibi olacağız onu hatırladıkça. Selim hep

genç kalacak.

360



“Babam onu hemen sevdi. Nedense ihtiyarlar Selim’i çok

severlerdi. Bütün delice tavırları, alaycılığı, çekingenliği ih-

tiyarların yanında kaybolur, onlarla yaşıtmış gibi konuşur-

du. Sonra da oturur, ülkemizdeki ihtiyarların ne kadar boş

bir hayat sürdüklerini, savaştan sonra ülkede doğru dürüst

adam bulunmadığı için bütün yerleri kaptıklarını ve bugün

bile kimseye kaptırmadıklarını gülerek anlatırdı. ‘Sokaklara

adlarını  vermişler,  ister  istemez  zarfların  üstüne,  defterlere

yazıp duruyoruz onları. Böylece, adları söylene söylene, so-

nunda  adam  sanılıyorlar.’  Onlardan  eski  Türkçe  kelimeler,

ifade  kalıpları  kapmıştı:  bunları  yerli  yersiz  tekrarlamaya

bayılırdı. En sevdiği oyunlardan biriydi bu.

“Beni sevmesinin en önemli nedeni, istediği oyunları be-

nimle  oynayabilmesiydi.  Yalnız,  bu  oyunları,  onun  istediği

gibi ciddiye almadığımdan yakınırdı. Önce beni denedi: ta-

nıştığımız gün, hemen bana, okuduğum kitapları sordu. Bu

odada  oturuyorduk.  Yerinden  kalktı  birdenbire  ve  ilk  gör-

düğü bir evin köşesini bucağını yoklayan bir ev hayvanı gi-

bi  dolaştı:  kitap  rafını  inceledi.  Her  raftan  bir  örnek  aldı.

Sizlere  nasıl  davranıyorlar  bu  evde,  diye  sordu  kitaplara.

Tozlarınız alınmıyor, sayfalarınızın kenarları sararmış, dedi

onlara.  Size  iyi  bakmıyorlar,  dedi.  Evin,  eşyanın  hatırını

sormak gelmedi aklına. Yalnız kitapları okşayıcı gözlerle in-

celedi. Bir kitaplığı olmadığından yakındı. ‘Evde bir sandık

duruyor,’  dedi.  ‘Annemin  kışlıkları  sakladığı  sandık.  Onun

üstüne koydum kitaplarımı. Çoğu da okula ait.’

“Neler  okuduğunu  sordum.  Suratını  buruşturarak:  ‘Bir

sürü macera romanı,’ dedi. Sonra gururlanarak: ‘Cyrano de

Bergerac’ı da okudum,’ dedi. Durdu. ‘Burnu sizinkine ben-

ziyor.’  Bu  şakayı  bana  çok  yaptıklarını  söyledim.  Bozuldu.

‘Haberim yoktu,’ dedi. Düşündü. ‘Durun, buldum. Evet, siz

Dorian  Gray’in  Portresi’ndeki  Lord  Henry’ye  benziyorsu-

nuz. Tamam! Bunu da söylediler mi? Prens Paradoks oldu-

361



ğunuzu da söylediler mi?’ Buluşuna çok sevinmişti. Çocuk

gibi.  ‘Ben  de  büyüyünce  Prens  Paradoks  olacağım.  Herkes

dehşetli  işler  bekliyor  benden  gelecekte.  Ben  bundan  bık-

tım.  Ne  olacaksam  şimdi  olmak  istiyorum.’  Bana  hemen

açıldı:

‘Üç  çeşit  meslek  varmış:  mühendislik,  doktorluk,  bir  de

hukukçuluk.  Ben  ressam  olmak  istiyordum.  Babam  böyle

bir  meslek  olmadığını  söyledi.  Prens  Paradoks’tan  bahset-

sem  kim  bilir  ne  der?  Belki  şimdi  sizin  yanınızda  Dorian

Gray’lik  yaparım  bir  süre.  Sonra  beni  de  Lord  Henry’liğe

terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla baş-

lamak  istiyorum.  Bu  çocuk  ilerde  büyük  adam  olacak  gibi

ne olduğu belirsiz bir tanımla değil.’

“Selim’e, kitaplardan bildiklerimi, üniversitede öğrendik-

lerimi elimden geldiği kadar anlattım. Beni dinlerken heye-

canlanır, sık sık sözümü keserdi:

“‘Ne güzeldir kimbilir, bu dersleri dinlemek, bu bilgilerle

yetişen  insanlarla  aynı  yerde  bulunmak,  insanın  nefesini

kesen nazariyeleri dinlemek. İnsan sarhoş olur.’

“Ona açıklardım: bütün bu bilgilerle yetişen insanlar, bu

heyecanlı  düşünceleri  sadece  sıkıcı  bir  ders  olarak  değer-

lendirir;  profesör  de,  sanıldığı  gibi,  coşkunlukla  anlatmaz

bunları,  yıllardır  aynı  sözleri  tekrarlamaktan  usanmıştır;

öğrenciler de kültürlü değildir, Selim kadar kitap okumaz-

lar,  derslerden  bir  şey  anlamazlar,  nefes  kesen  nazariyeler

onlar için ezberlenmesi gereken satırlardan ibarettir, bütün

gün  kantinde  bu  konuları  hiç  konuşmazlar,  nefret  ederler

onlardan, üniversite biter bitmez kitapları yakmaya kararlı-

dır bir çoğu, bütün bunlar bir aslî maaş meselesi, bir gele-

cek endişesi için yapılır. Bana inanmadı.

“Olamaz. Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hoca-

lar bizim lisedeki gibi mıymıntı değildir. Orada her şey baş-

kadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup söylerler

362



ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bile-

mez. İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir nokta-

ya  parmak  basarlar  ki  önünüzde  ufuklar  açılır;  o  zamana

kadar  bunu  bilmeden  yaşamış  olduğunuzdan  utanırsınız.

Onlar, Lord Henry’nin Dorian Gray’e yaptığı gibi, sarsarlar,

akıllarını karıştırırlar öğrencilerin. Tatlı bir şaşkınlıktır bu:

yeni bir dünyaya girmenin şaşkınlığı.’

“Selim’in hayal kırıklığına uğramasını istemiyordum. Bu-

nunla birlikte bazı kitapları, amme hukuku, iktisat, hukuk

tarihi  gibi  eserleri  verdim  ona.  İlk  bilgileri  öğrenmesi  için

ders notları buldum. İmtihanlardan önce fakültedeki arka-

daşlarla toplanıp çalışırken onu da çağırdım. Derslere gidip

not  tutmadığım  için  imtihanlardan  önce  sıkıntı  çekerdim.

Bütün  yaz  oturdu:  arkadaşlarımın  defterlerinden  benim

için notlar çekti. Bir yandan da kendisi için özetler çıkarı-

yordu. Oscar Wilde’a hayranlığı gün geçtikçe artıyordu bu

arada.  Bütün  kitaplarını  yutarcasına  okuyor,  ondan  başka

hiçbir  yazarın  sözünü  ettirmiyordu.  Onun  dışında  bütün

yazarları  küçümsüyordu.  Edebiyatın  paradokslardan  mey-

dana geldiğine inanıyordu. Oscar Wilde’ın, önemli gördüğü

bütün  sözlerini  bir  deftere  yazıyordu.  Sonra  bu  defteri  te-

mize çekiyordu. Defterin biçimini beğenmiyor, bütün yaz-

dıklarını  daha  düzgün  bir  yazıyla  başka  bir  deftere  geçiri-

yordu. Durmadan Wilde’ın sözlerini tekrarlıyordu. Hepsini

ezberlemişti.”

Ben de “İktisat Notları”nı çekmecende görünce bir kena-

ra  atmıştım  canım  Selim!  Sen  atamadığına  göre  elbette  bir

hikmeti vardı. Hiçbir şeyi atamazdın: hepsinin birer hikmeti

vardı.Biz nereden bilecektik? Hepimiz ayrı ayrı birer yönü-

nü  tanıyabilirdik  ancak;  bütününü  tanımak  bir  hayal  gücü

isterdi. Dokunduğun her şeye kendini koydun, içini verdin.

Acımadan her şeyi Selim’likle doldurdun. Bana gözlerini bı-



363


raksaydın hiç olmazsa giderken. Şimdi, iki kişinin konuştu-

ğu  katı  kelimelerde  kalıyor  Selim’lik.  Bütçeye  büyük  bir

tahsisat da konulsa, bütün Selim’likleri bir araya nasıl geti-

rebiliriz?  Kavurucu  yaz  sıcağında,  herkes  denize  giderken,

iktisat  notlarının  üzerine  damlayan  terlerini  nasıl  toplama-

lı?  O  sırada  çektiğin  sıkıntıları,  üzüntüleri  nerede  biriktir-

meli? Müze bekçisi, ziyaretçileri gezdirirken bütün bunları

nasıl anlatabilir? Nasıl aklında tutacak hepsini? Sonra baka-

lım, sesi istediğimiz gibi olacak mı? Ya en önemli dakikayı

atlarsa? Ya tam o sırada ziyaretçilerden biri, pencereden gi-

ren  sineğe  bakmak  isterse?  Böyle  bir  tehlikeyi  göze  alama-

yız. Bizim bile kelimelerle ifade edemediğimiz Selim’lik, ca-

hil bekçinin ağzında ne biçime girer? Baremdeki en yüksek

kadro,  ne  bileyim  cumhurbaşkanlığı  kadrosu  bile  verilse,

uygun  bir  insan  bulunamaz  bu  bekçilik  için.  Beni  yetiştir-

seydin  hiç  olmazsa,  gitmeden  önce.  Nerelerde  nelerin  bu-

lunduğunu  da  bildirseydin  bana.  Başkalarının  giderken  ar-

kalarında bıraktıklarıyla nasıl bir farkı olduğunu anlatabile-

ceğim  bir  söz  bulsaydın  bana.  Şimdi,  bunu  içimde  taşıma-

nın acısından başka bir şey düşünemiyorum. Seni tanıdıkça

bu acı artıyor. Yoldan geçen biri beni durdurup sorsa, ne ce-

vap vereceğim? Herkes de böylece rahata kavuşacak: demek

bir  şey  yokmuş  diyecek;  söyleyemediğinize  göre,  açıklaya-

madığınıza göre, ifade edemediğinize göre. Huzur içinde ay-

rılacaklar,  beni  kahredici  bir  çaresizlik  içinde  bırakıp.  Hu-

zurdan iki gözleri de kör olsun inşallah. Piyango bayiliği de

verilmesin. Müze de kapatılsın. Bir daha da böyle bir Selim

gelmesin  dünyaya.  Bilimsel  bilimsel  yaşayıp  dursunlar.  Se-

lim olmayan çocuklarının yaygarasından geçilmesin dünya-

da. Onlar da, onlara karşı olanlar da, anlayışsızlar da anla-

yışlılar da, huzurlular da, huzursuzlar da daha beter olsun-

lar: Allah’ın belası bir mutluluk gelsin dünyaya.

Onu  bana  anlat  Esat.  Nasıl  anlatırsan  anlat.  Ona  ait  bir-

364



şeyler söyle. Görünüşü nasıl olursa olsun: içinde Selim ol-

sun da.


“Ablam  o  sıralarda  Balzac’ı  okuduğu  için  Selim  onunla

alay  ediyordu.  Genellikle  bütün  kadınlarla  alay  ediyordu.

Onların,  okuduklarını  anladıklarına  hiç  ihtimal  vermiyor-

du. Balzac’tan bir satır okumadığı halde, kitapları hakkında

fikir yürütüyordu:

‘Balzac, kendini romantik sanan genç kızların, saçma sa-

pan hayallerini beslemek için okudukları ikinci sınıf bir ro-

mancıdır.’

“Bir gün onu teyzemin kızı Füsun’a götürdüm; kitapları-

na  bakması  için.  Gitmemek  için  çok  direndi:  ‘Aptal  kızlar,

aptallıkları  anlaşılmasın  diye  benimle  alay  ederler,’  dedi.

‘Orada  çok  kötü  davranırım,  pişman  olursun,’  dedi.  ‘Adı

Füsun  olan  bir  kızın  kitaplardan  anlaması  mümkün  değil-

dir. Adında bile özenti var.’ dedi. Söylediklerini matematik

kurallarla  ispatlamaya  çalıştı.  ‘Adı  Füsun  olan  kızlar  insa-

nın suratını muzip bakışlarla süzerler,’ dedi. Bu kızlar, cin-

sel bakımdan erkeklerden önce geliştikleri için, Selim gibi-

leri  küçümserlermiş.  Güldüm.  Beni  kandıramadığını  gö-

rünce gitmeye razı oldu. Aslında Füsun’u görmek istiyordu.

Yol  boyunca  söylendi:  ‘Şimdi  orada,  seni  utandırmamak

için iyi davranırım. Çekingenliğimi bildiğin için beni kötü-

ye kullanıyorsun. Sonunda, -Allah kahretsin- hepiniz beni,

uysal ve iyi kalpli bir insan sanacaksınız. Beni deli edecek-

siniz?’ Yarı yoldan dönmeye kalktı. Razı olmuş göründüm.

Daha beter köpürdü. Vicdan azabı çekmesi için böyle yapı-

yormuşum.  Geri  dönsek  de  onun  gitmek  istemediğine

inanmayacakmışım.  Sesimi  çıkarmadan  dinliyordum.  So-

nunda  benim  bu  aptalca  susuşumla  başa  çıkamayacağını

söyleyerek saldırmaktan vazgeçti. Beni de, kendini de yor-

muştu. Yol boyunca bir daha konuşmadık.



365


“Bu arada dinlenmiş olacak ki, ben apartmanın dış kapı-

sındaki  zili  çalarken,  aslında  zilin  ne  kadar  saçma  bir  şey

olduğunu ileri sürdü öfkeyle. Zil çalmak saçma bir hareket-

miş.  Aşağıdan  çaldığımıza  göre  isterlerse  açmazlarmış.  Biz

de onların evde olduğunu anlayamazmışız. Gülerek yüzüne

baktım: ‘Kendini aştın galiba,’ dedim. Soğukkanlılığıma la-

netler  yağdırdı.  Aramızdaki  yaş  farkına  dayanarak,  onu

adamdan saymadığımı, çocuk muamelesi ettiğimi, beni kız-

dırmasına bile izin vermediğimi, suratıma vurdu. Füsun da

ona  aynı  biçimde  davranacaktı.  Ona  nasıl  davranacağımızı

Füsun’la  daha  önceden  kararlaştırmışız.  Büyük  adam  mu-

amelesi edecekmişiz ona; büsbütün çileden çıkarmak için.

“Selim’in yanımda, söylenerek, somurtkan yüzünü başka

yönlere çevirerek yürüyüşünü hatırlıyorum. Ellerini arkası-

na bağlar, kamburunu çıkarır, hiç duraklamadan dosdoğru

yürürdü. Yolda durmak, kadınca bir hareketmiş.

“Teyzemin  evinde,  önce  sesini  çıkarmadı.  Yalnız  benim

anlayabileceğim bakışlarla, evi beğenmediğini gösterdi. Ki-

tapları,  konuşmadan  inceledi.  Füsun’a  Oscar  Wilde’ı  oku-

yup okumadığını sordu. Aldığı cevabı beğenmedi. Ona, ya

evet denmeliydi ya hayır. Füsun ona bir kitap verdi: Benim


Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin