Alev Özkazanç
Siyaset Bilimi ve Psikoloji
Siyaset ile psikoloji arasındaki ilişki nedir? Bu soruya iki farklı düzeyde yanıt
verilebilir. İlkin, siyaset bilimi disiplini ile psikoloji disiplini arasındaki ilişkinin ne
olduğuna, bu iki disiplin arasındaki farklılık ve örtüşme noktalarının disiplinlerin
içinden nasıl kurulduğuna bakılabilir. İkinci ve daha eleştirel bir bakışla, bu
disipliner ayrımların kendisini sorgulayarak, birey, toplum ve siyaset arasındaki
ilişkilere dair daha tarihsel ve bütünsel bir açıklama çabası önerilebilir. Ben bu
yazıda siyaset ile psikoloji arasındaki ilişki sorununa her iki açıdan da bakmak
istiyorum. Öncelikle ilk düzeyi ele alalım.
Her iki disiplinin farklı nesneleri olduğunu varsayan ve bu çerçevede iki disiplinin
örtüşme alanına dair belirli konular saptayan ‘enter-disipliner’ bir alan olarak
siyaset psikolojisinin ortaya çıkışı yeni sayılır. Siyaset psikolojisi disiplini bu adla
ancak 1970’lerde örgütlenmeye başlamıştır. O dönemden bugüne bu disiplin, lisans
ve yüksek lisans derslerinin açılması, Uluslararası Siyaset Psikolojisi Derneği’nin
kurulması (1978), Uluslararası Siyaset Psikolojisi dergisinin çıkarılması (1980) ve
siyaset psikolojisi derlemelerinin yayınlanmasıyla hızla gelişen bir uzmanlık alanı
olarak belirdi. Bu yeni disiplin, siyaset bilimi içinde özellikle siyasi davranış dalı ile
psikoloji içinde kişilik, sosyal psikoloji ve bilişsel psikoloji alanlarının etkileşimi
çerçevesinde şekillenmekte ve psikolojiden çok, siyaset biliminin bir alt dalı olarak
gelişmektedir. Bu disiplinin ortaya çıkışı ve evrimi hem dönemin yaygın kuramsal
ve yöntemsel paradigmalarından hem de siyasi durumun ortaya koyduğu özgül
sorunlardan etkilenmiştir. Bu bağlamda özellikle, Amerikan kaynaklı bir disiplin
olarak siyaset psikolojisinin dönemin Amerikan siyasetinden ve uluslararası
olaylardan etkilendiğini saptamak gerekir. Öyle ki, terör, uluslararası çatışma, etnik
çatışma, İslami köktendincilik gibi konular disiplinin her zaman temel ilgi alanları
olarak ortaya çıkmışlardır.
Siyaset psikolojisi disiplininin tarihinde temel olarak üç evreye işaret edilebilir.
1920’lerden 1960’lara kadarki ilk dönem aslında disiplinin tarih-öncesi olarak
görülür. Bu dönemde siyaset psikolojisi diye ayrı bir disiplin henüz mevcut olmasa
da sonradan bu disiplinin temel ilgi konularından birisi hâline gelen kişilik, kültür
ve siyaset konularında temel eserler verilmiştir. Bu dönemin temel konusu, hem
liderler (tekil bireyler) hem de kitleler düzeyinde siyasal kişilik sorusudur. Sigmund
Freud’un (1856-1939) Leonardo da Vinci’nin kişiliği üzerine yaptığı çalışmayla
başlatılan psiko-biyografi geleneği, önemli siyasi liderlerin analiziyle devam
ettirilmiştir. Burada, hem siyasi liderlerin kişiliklerinin ne olduğu, lider olmanın ne
demek olduğu, hangi kişilerin lider olmaya yatkın olduğu gibi sorular, hem de lider
insanların bu kişilik özelliklerinin siyasi olaylara ve gelişmelere olan etkisi sorusu
dikkate alınmıştır. Benzer şekilde, kitleler ve kitle davranışı sorusu da gündeme
girmiştir. Özellikle Dünya Savaşları ve faşizm olgusundan beslenen bu merak,
genel olarak belirli siyasi tutumlar (özellikle otoriterlik) ile belirli kişilik özellikleri
arasındaki bağlantıların araştırılmasına zemin sağlamıştır. Bu dönemde psikanaliz
temel yöntem olarak öne çıkmakla birlikte, saha araştırmaları da kullanılmıştır.
Liderler ve kitleler sorunu günümüzde eskisi kadar merkezî olmasa da, kişilik
ve siyaset konusu başkaca temalar üzerinden siyaset psikolojisinin temel ilgi
alanlarından birisi olmaya devam etmektedir.
Siyaset disiplininin ikinci evresinde, yani disiplinin artık bu adla örgütlenmeye
başladığı dönemde, ilk dönemden oldukça farklı kuramsal ve yöntemsel
yaklaşımlar ve farklı siyasi sorunlar öne çıkmıştır. Bu döneme kamuoyu, siyasi
tutum ve seçmen davranışı araştırmaları damgasını vurmuştur. Davranışsalcı
yaklaşımın hâkim olduğu bu dönemde, çok geniş çaplı anketlere dayalı
saha araştırmaları ve katılımcı gözlem teknikleri kullanılmıştır. Kamuoyu
araştırmaları, seçmen davranışı, siyasi katılım, siyasi toplumsallaşma ve kitle
iletişimi gibi konular o dönemden itibaren disiplinin klasik konuları olarak öne
çıkmaktadırlar. Bu geniş çerçevede ele alınan sorular çok ve çeşitlidir. Temel
sorular olarak şunlar sıralanabilir: Parti aidiyetlerinin nasıl biçimlendiği; seçmen
davranışı üzerinde ekonomik, ideolojik-siyasi ve psikolojik-kişisel değişkenlerin
rolü ve önemi; bilişsel olarak tutumların nasıl geliştiği, bilişsel tutumlar ile
duygular arasındaki ilişki; ırk ve cinsiyetin siyasi tutum ve seçmen davranışı
üzerindeki etkisi; siyasi katılımın farklı biçimleri ve dereceleri; oy verme ile
yurttaşlık bilinci arasındaki ilişki; siyasi toplumsallaşmanın niteliği; çocukluğun,
ailenin, okulun, akran çevresinin, kitle iletişim araçlarının, siyasi olay ve
deneyimlerin siyasi tutumlar üzerindeki etkisi; toplumsallaşma ile partizan
tavırlar arasındaki ilişki; kitle iletişiminin bilişsel, duygusal etkileri.
1980 sonrasında başlayan ve günümüze kadar gelen üçüncü evrede disiplinin
konularının çeşitlendiğini, yöntemsel ve kuramsal yaklaşımlarının çoğullaştığını
saptıyoruz. İlk ve özellikle ikinci dönemin konularının yanı sıra bu dönemde özel
olarak, ideolojiler, kimlikler, söylemler, inanç sistemleri ve bilişsel tutumlar,
imaj ve algı sistemleriyle ilgili araştırmalar öne çıkmaktadır. Ayrıca, uluslararası
çatışma ve etnik çatışma dinamikleri, çatışma çözme yöntemleri, terör, dehşet
ve şiddet olguları da özel bir önem kazanmaktadır. Bu dönemde kuramsal
ve yöntemsel düzeyde, ilk ve ikinci dönemde öne çıkan kişilik yaklaşımı ve
davranışsalcı okul yerine, sosyal öğrenme ve bilişsel gelişme kuramları, bilgi
işlem süreçleri, deneysel manipülasyon ve bilgisayar şemaları, evrimci psikoloji,
nöro-psikoloji, kolektif davranış kuramları, rasyonel tercihler, retorik ve söylem
analizleri gibi farklı yaklaşımların etkili olmaya başladığını görüyoruz.
Sonuç olarak bugün gelinen noktada, siyaset psikolojisi disiplini oldukça zengin
ve hızla gelişen bir literatür sunmaktadır. Bu alanın önemli isimlerinden olan
David. O. Sears’ın ifadesiyle disiplinin en iyi yanı hâlâ çok gevşek olması ve
bu nedenle yeni ve yaratıcı fikirlere açıklığıdır. Ancak bu aynı zamanda naif ve
yetersiz açıklamaların da çok yaygın olduğu anlamına gelebilir. Öte yandan
Sears, insan davranışının yeniden ekonomik saiklerle açıklanmaya başlandığı
günümüzde siyasi olgulara psikolojik bir perspektifl e bakılmasının, duyguların,
bilişsel mekanizmaların, kişiler-arası ilişkilerin ve irrasyonel olanın dikkat
çekilmesinin önemli olduğuna da işaret ediyor.
1
Buraya kadar söylenenler, disiplin içinden yapılan bir tarihselleştirme ve
değerlendirme olarak okunabilir. Oysa bence siyaset ile psikoloji arasındaki
karmaşık bağıntıyı, disiplinin dar ufkundan ayrılarak daha tarihsel ve sosyolojik
olarak ele alan ikinci bir analiz düzeyine ihtiyaç var. Bu analiz düzeyinde
önce siyaset biliminin nesnesi olan ‘siyaset’ ile psikoloji disiplinin nesnesi
olan ‘bireysel psikoloji’ arasındaki tarihsel bağıntıyı ve evrimi sorgulamamız
gerekiyor. Ve elbette bu sorgulamaya, birey ile siyaset arasında konumlanan ve
sosyolojinin nesnesi olan ‘toplum’ fikrini de dâhil etmek kaçınılmaz. Birey, toplum
ve siyaset arasındaki ayrımları sanki kategorik ayrımlarmış ve ancak dışsal ilişki
içinde olan varlıklarmış gibi ele almaktansa, bunların nasıl bir tarihsel süreçte,
nasıl ayrımlaştıklarını ve bu farklılaşmanın modern siyaset ve birey açısından
ne anlama geldiğini açıklamak daha ufuk açıcı olacaktır. Dolayısıyla siyaset
ile psikoloji ilişkisini, siyaset psikolojisi disiplini dışında başka bir literatüre
referansla anlatmakta fayda var.
Öncelikle, birey, toplum ve siyaset arasındaki ayrımların tipik olarak modern
ayrımlar olduğunu, modernlikle birlikte bunların birbirleriyle ilişkili ve farklı
alanlar olarak kurulduğunu belirtmek gerekir. Bizler, artık birey, toplum ve
siyaset terimlerini kullandığımızda tipik olarak modern ulus devlet çerçevesinde
şekillenmiş bir bireye, topluma ve siyasete referans veriyoruz. Bu saptama,
modernlik öncesinde tekil insan varlığının, insanların kolektif yaşamının ve
iktidar ilişkilerinin mevcut olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak bu insani varoluş
biçimlerinin modernlikle beraber radikal olarak özgün biçimler aldığı ve ilişkisel
bir bütün oluşturdukları anlamına geliyor. Modernliği tanımlayan temel özellik,
kendinden önceki toplumsal formasyonlarda olmadığı kadar ve özgün bir biçimde
farklı alanlara bölünmüş olması ve bu bölünmenin sonucunda kazandığı içkin
çatışma ve dönüşme dinamizmidir. Dolayısıyla, devlet ile (sivil) toplum ayrışması,
siyasi olan ile toplumsal olan ayrımı, siyasi olan ile ekonomik olan ayrımı, özel alan
ile kamusal alan ayrımı modernliğin temel kurucu ayrımları olarak öne çıkıyor.
Bu ayrımlara eşlik eden bir başka büyük bölünme hiç kuşkusuz birey ile toplum
1 David O. Sears, “Political Psychology”, Political Psychology: Classical & Contemporary Readings,
der. N. J. Kressel (New York: Paragon House Publishers, 1993), 30.
arasında gerçekleşmiştir. Bu sürecin analizi, modern bireyin sancılı doğuşuna ışık
tutacak ve modern öznenin iktidar ilişkileri içinde nasıl kurulduğunu açıklayacaktır.
Erken modern dönemde (takriben 16.-18.yüzyıllar) insan fikrinin, kendini
çevreleyen toplumdan soyutlanmış, saf bir bilinç öznesi olarak kavranmaya
başlandığını görüyoruz. İnsan, tarihte ilk kez içinde bulunduğu toplumsal
ilişkilerden, cemaatlerden, kolektif yapıları mümkün kılan tarih ve geleneklerden
bağımsızmış gibi ele alınmıştır. İnsan bireyi, topluma ve devlete önsel bir
varlık olarak, soyut ve evrensel bir doğaya sahip bir varlık olarak görülmüştür.
Descartesci özne kavrayışı, insanın modernliğin şafağında kendi dışındaki
her şeyin varlığından hatta ve dolayısıyla kendi varlığından bile şüphe etmeye
başlamasının bir sonucu olarak, kesinlik arayışı sürecinde düşüncenin kendi
içine dönmesini ifade eder. Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım” ifadesi,
varlığın garantisi olarak modern öznenin ancak kendi bilincini, yani kendisi
dışında her şeyin varlığından şüphe eden şeyi öne çıkarmak zorunda kaldığını
gösterir. Böylece saf bir ‘bilinç olarak insan’ fikri ortaya çıkar. Modernlikte insan
öznesi bir yandan bilince indirgenirken, öte yandan bedensel ve doğal ihtiyaçları
merkezinde tanımlanmaya başlar. Nitekim mutlak devlet savunusunun yanı
sıra (bununla bağlantılı olarak) radikal bir bireyci yaklaşımı da savunmuş olan
Thomas Hobbes’un (1588-1679) düşüncesinde akılcı ve hazcı insan kavrayışının
netleştiğini görürüz. Hobbes, Leviathan’ın oluşumuyla sonuçlanan doğa
durumunu, “herkesin herkese karşı savaşı” olarak tarif ederken, her biri acıdan
kaçan ve hazzının artırmaya çalışan atomize bireyler arasındaki kaçınılmaz
çatışmaya işaret ediyordu. Sonradan ‘homo economicus’ olarak anılacak
olan bu birey kavrayışı, insanı ve özelliklerini belirli bir tarihsel süreçte somut
iktidar ilişkileri içinde kurulmuş olarak değil, sanki bu ilişkilerden önce gelen
ve bağımsız bir varlıkmış, sanki bu ilişkileri haklılaştıran doğal bir özü varmış
gibi, yani soyut ve evrensel bir akla ve çıkarlara sahipmiş gibi resmediyordu. Bu
düşüncede insan, toplum ve tarih-dışı bir varlık olarak görüldüğünden, toplum
ve devlet de insanın bu ‘doğal’ özelliklerine bağlı olarak açıklanan ikincil bir statü
edindiler. Hem toplum hem de devlet, bireylerin yaşadıkları doğal ama tehlikeli
varoluşa bir son vermek için akla dayalı bir sözleşmeyle kurdukları formel
kurumsal yapılar olarak ifade edildiler.
Sonuç olarak erken modernlikte siyasi düşüncede birey, toplum ve devlet
birbirlerine dışsal varlıklar olarak kurgulandılar. Kapitalizm ve burjuvazi
merkezli modern sivil toplumun ve modern ulus devletin kuruluş dinamiklerini
düşündüğümüzde, bu ayrımların gerçek etkileri olan kurucu ayrımlar olduğunu
söyleyebiliriz. Öte yandan bu ayrımlar, aynı zamanda belirli bir tarihsel süreçte
değişen iktidar ilişkileri çerçevesinde mümkün olmuş söylemsel ayrımlardır.
Fayda maksimizasyonu yapan akılcı birey; bu bireylerin bir sözleşmeyle
oluşturdukları ve yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi doğal hakların alanı olan
sivil toplum ve bu hakların daha iyi korunması için gerekli hukuksal biçim
olarak devlet üçlüsüne dair söylemsel kurguda gözden kaçırılan şey, iktidar ve
tahakküm olgusudur. Gerçekte, insanın toplum ve tarih dışı olarak görülmeye
başlanması, insanları belirli cemaat bağlarına dayalı hak ve sorumluluklar içinde
tutan ve birbirlerine bağlayan eski feodal yapının sarsıcı biçimde çözülmesinin bir
sonucudur. Bu çözülme, yeni doğan burjuva sınıfı için pozitif bir kuruluş anlamına
gelmişken, geniş kitleler için zorla proleterleşme süreci anlamına gelmiştir.
Demek ki bu yeni insan modelinin arkasında tüm ağır tahakküm teknikleriyle
birlikte sermaye sınıfının yükselişi vardır. Nitekim soyut ‘İnsan’ın aslında
çok somut bir sınıfsal içeriğe sahip olduğu açıktır. İnsan Hakları Belgelerine
dayanak olmuş olan ‘İnsan’, aslında belirtmeye gerek duyulmayacak şekilde,
mülk sahibi burjuva bireyidir. Ayrıca, rasyonel soyut insan fikrinin gelişimi ile
modern ataerkilliğin oluşumu arasında da doğrudan bir bağlantı söz konusudur.
Modern insanın tanımlayıcı özellikleri olarak öne çıkarılan akıl, özerklik ve irade
kavramları eril kavramlar olarak kodlanmış ve ancak bu özelliklere sahip olan
burjuva-erkek bireylerin insan olarak kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Dahası,
modern insanın somut bir ırksal içeriği olduğu da açıktır. Dolayısıyla, akıl ve
irade merkezli bu soyut insan kavrayışı, kadın, proletarya, çocuklar, deliler,
ırksal azınlıklar gibi grupları sadece siyasi-sivil yurttaşlık alanından değil, asıl
olarak insan olma vasfından dışlayarak mümkün olabilmiştir. Nihayet, modern
insanın kuruluşunda, tüm bu iktidar ilişkilerinin geri planında işleyen daha
temel bir tahakküm biçimi daha tespit edilebilir ki bu da doğa üzerindeki artan
tahakkümdür. Kapitalist bilim ve teknolojiyle gelen tahakküm, insanın kendini
tüm varlıkların üstünde, özerk bir akıl, var edici ve yok edici mutlak bir irade
olarak tasavvur edebilmesine imkân tanımıştır.
Şimdiye kadar söylenenlerden, modern insan fikrinin özünde kötücül olduğu
sonucu çıkarılmamalıdır. Modern insanın yoğun iktidar ilişkileri bağlamında
kurulmuş olduğunu söylemek, onun tamamen ve giderilemez biçimde,
pürüzsüz ve pasif biçimde tahakkümün esiri olduğu anlamına gelmez. Tersine,
modern insan kavrayışı başından itibaren çelişkili bir kuruluş olmuş, akıl,
özerklik, eşitlik, özgürlük ve irade gibi kavramlar daima, bu kavramların
içeriğini sınırlamak isteyen tahakküm güçlerine karşı kullanılan radikal bir
potansiyel barındırmışlardır. Soyutluk ve evrensellik fikirleri, somut mücadeleler
bağlamında her zaman verimli gerilimlere zemin hazırlamışlardır. Sonuç olarak
modern birey olarak var olmanın kendi içinde çelişkili bir süreç olduğunu
söylemek gerekir. Marshall Berman’ın ifadesi bu gerilimi çok güzel betimliyor:
“Modern olmak bizlere serüven, güç, coşku, gelişme ve kendimizi ve dünyayı
dönüştürme olanakları vaat eden ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi,
bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda
bulmaktır kendimizi.”
2
Her şeye rağmen, modern bireye dair Aydınlanmacı kavrayışın insan hakkında
hep olumlu özellikleri öne çıkaran, asıl olarak iyimser bir görüş olduğu doğrudur.
Bu kavrayış, İnsan’ı aklın ve özgürlüğün sürekli ilerlediği varsayılan modern
dönemin öznesi olarak görmüş, hem modernliğin hem de modern öznenin
2 Marshall Berman, Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, çev. Bülent Peker ve Ümit Altuğ (İstanbul:
İletişim, 1994), 27.
karanlık yönlerini görmezden gelmiştir. Akıl ve irade merkezli bu liberal insan
kavrayışının 19. yüzyılın ortalarından itibaren sarsılmaya başladığını söyleyebiliriz.
Yüzyıl sonuna ve 20. yüzyılın başına damgasını vuran sosyalizm, muhafazakârlık,
romantizm, milliyetçilik gibi anti-liberal akımlar, farklı saiklerle ve farklı tarzlarda
da olsa ‘homo economicus’ modelinin sorgulanmasına zemin hazırladılar. Karl
Marx (1818-1883), hem ekonomi politiğin hem de din ve felsefenin soyut insan
anlayışını eleştirerek, insanı somut toplumsal varoluşu içinde ele almayı önerdi.
Düşüncesinde psikanalizin ön izlerine saptayabileceğimiz Friedrich Wilhelm
Nietzsche (1844-1900), Descartesçı insana karşı bilincin zaman ve mekâna bağlı,
psiko-fizik yapısını vurguladı, arzu ve içgüdülerin rolüne dikkat çekti. Genel olarak
romantik-muhafazakâr akım, Devrim eleştirisi bağlamında insan aklının ve
iradesini sınırlarına dikkat çekerek, itaat etme ve kolektif kurum ve geleneklere
uyma yönündeki duygulara, yüzyıl sonuna doğru giderek daha fazla vurgulanan
‘irrasyonel’ güdülere odaklandı. Gustave Le Bon (1841-1931) gibi muhafazakâr
düşünürler, kitleler çağından duydukları korkuyu kitle olgusunu manipüle edecek
tarzda bir kitle bilimi geliştirerek giderme uğraşında, bilinç dışı davranışların siyasi
yaşamdaki önemine vurgu yaptılar.
Ve nihayet, 19. yüzyıl sonunda Freud, bilinç dışı kavramının keşfiyle birlikte
psikanalizi geliştirdi. Freud, Aydınlanmanın iyimserliği ile yüzyıl sonunun
kötümserliği arasında bir geçiş figürü gibidir. Onun asıl radikal keşfi bilinç dışı
kavramı olmakla birlikte, bilinç dışının bilgisine özellikle psikanaliz yoluyla sahip
olabileceğimize de inanmıştı. Freud’un düşüncesinin radikalliği, insanda ne
fizyolojiye ne de bilince indirgenebilen ayrı ve kendine özgü dinamikleri olan bir
psişik yapının varlığına işaret etmesiydi. Bu psişik yapının dinamizmi, çok parçalı,
kendi içinde bölünmüş ve çatışmalı olmasından kaynaklanıyordu. Freud bu psişik
yapıyı, önceleri ‘bilinç, bilinçaltı ve bilinç dışı’ üçlüsü olarak, sonralarıysa ‘id, ego
ve süperego’ olarak tanımladı. Sonuçta bu yapının nasıl karmaşık ve gergin bir
bütün oluşturduğuna dair son derece verimli bir eser koydu ortaya.
3
Freud’dan
sonra onun eseri çok farklı ve çatışan biçimlerde yorumlanmış, bazı izleyicileri
bilince diğerleri bilinç dışına, bazıları fizyolojiye ve içgüdülere diğerleri dil, kültür
ve toplumsal ilişkilere daha fazla ağırlık vermişlerdir. Bunlar arasında en ufuk
açıcı yorumlar, bana kalırsa, Freud’un psişik aygıtı kuran bölünme ve çatışmanın
tam merkezine uygar toplum ve ataerkil kültürün Ödipal karakterli aile yapısını
koyduğu gerçeğini fark edenler ve bu hattı izleyenler olmuştur. Nitekim Freud’un
sonraki sosyal ve siyasal düşünceye en önemli etkisi, tam da bu iktidar ilişkileri
içindeki karmaşık kuruluşunu izlenmesi sayesinde öznenin giderek daha
merkezsiz ve daha çatışmalı bir söylemsel kuruluş olduğunun saptanması
çerçevesinde şekillenmiştir.
Freud sonrasında psikanalitik düşüncenin gelişiminde en önemli uğraklardan
birisi Jacques Lacan (1901-1981) ise, diğeri de Lacan’ı eleştiren feminist
3 Freud’un temel eserleri olarak bkz. Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, çev. Ali
Nahit Babaoğlu (İstanbul: Metis, 2001); Sigmund Freud, Uygarlık, Toplum ve Din, çev. Emre Kapkın
(İstanbul: Payel, 2004); Sigmund Freud, Cinsellik Üzerine, çev. Emre Kapkın (İstanbul: Payel, 2006).
psikanalistler olmuştur.
4
Yapısalcı dilbilimi psikanaliz ile birleştiren Lacan’a göre
dil, bilinç dışını anlamak için temel bir önem taşır. Ona göre, dil bilinç dışının
koşuludur ve ayrıca bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır. Lacan, öznenin (bilincin ve
bilinç dışının) dile girişle yani sembolik alana giriş yoluyla kurulduğunu, ama
tam da dilin yapısı nedeniyle, hiçbir zaman tam ve bütünsel bir varlık olarak
kurulamadığını öne sürer. Dil, yani sembolik olan, özneye dışarıdan dayatıldığı
ve onun kontrolünde olmadığı için, insanın kendi gerçekliği ile onu algılayışı
arasında kapanamaz bir yarık oluşur. Bu yarık hem arzuyu var eden hem de
onu imkânsız kılan kurucu bir yarıktır. Lacan, dilin bu kurucu etkisini, sembolik
alanı kuran temel ilke olarak ‘Babanın Adı’, ‘Babanın Yasası’, ‘Yasak’ yani ‘Fallus’
üzerinden açıklar. Lacan sonrasında psikanalizi geliştiren feminist kuramcılar,
post-yapısalcı kuram içinden Lacan’ı yorumlayıp eleştirdiler. Julia Kristeva ve
Luce Irıgaray gibi kuramcılar, Freud ve Lacan’da ve tüm ataerkil söylemde tespit
ettikleri fallus-merkezciliği aşmak için Ödipal dönemin öncesindeki anne-çocuk
ilişkisine dikkat çektiler. Böylece Ödipal merkezli kültür ve dil kavrayışı yerine,
pre-Ödipal dönemden kaynaklanan kültürel olanakları araştırdılar. Sonuçta,
ortaya ben ile öteki ayrımının çok katı biçimde kurulmadığı, çok daha ilişkisel,
hep oluşum hâlinde, bir süreç-olarak-özne kavrayışı çıktı.
Modern öznenin kuruluşuna dair psikanalitik geleneğin dışında ve ona muhalif bir
başka perspektif Michel Foucault (1926-1984) tarafından geliştirilmiştir.
5
Freud’un
düşüncesinde iktidar ilişkileri sorunu öznenin kuruluşuna ancak kısmen ve
dolayımlı olarak katılmıştı. Oysa Foucault için iktidar ilişkileri modern özneyi
özne yapan şeyin ta kendisidir. Dahası, Foucault modern özneleşmeyi mümkün
kılan iktidar pratikleri içine doğrudan psikiyatriyi ve psikanalizi de katar. Ona göre
psikanalitik düşüncenin varsaydığı gibi, iktidar ile cinsellik birbirine karşıt şeyler
değildir. Aynı şekilde, iktidar ile bilgi, özgürlük ve direniş arasında da karşıtlık
ilişkisi yoktur. Kısaca Foucault, ‘baskıcı hipotez’ dediği şeye karşı, iktidarın
sadece ve asıl olarak baskı, yasa ve yasakla değil, tersine üretken ve pozitif bir
şekilde işlediğini savunur. Hatta Yasak’ın kendisi üretkendir. Modern iktidarın
ürettiği asıl şey, özne ve özneye dair bilgidir. Özne olmak demek, insanları hem
bireyselleştiren hem de bir nüfus olarak toplulaştıran belirli iktidar ilişkilerine
tabi olmak demektir. Modern iktidar, disipliner ve biyo-iktidar teknikleriyle
insanları, adlandırarak, sınıfl andırarak, normal olan ile olmayanı ayırt ederek,
her bir bireyin hakikatini araştırarak ve her bir bireyi bu bilgiye dayalı kurumların
ve söylemlerin ağına sokarak özneleştirir. Modern toplumda, insan öznelliğinin
en temel hakikati olarak görülen şey ise cinselliktir ve psikanalitik söylem
bu hakikatin bilgisini üreterek insanları cinsel özneler hâline sokar. Modern
iktidar, cinselliği baskılamak yerine insanları cinsellik konusunda söyleme
kışkırtarak, elde edilen bu itiraf sayesinde büyük bir cinsel bilim ve karmaşık bir
4 Lacan için bkz. Saff et Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat, 2004).
Freud, Lacan ve Lacan sonrası psikanalitik feministler için bkz. Nick Mansfield Öznellik: Freud’dan
Haraway’e Kendilik Kuramları, çev. H. Çetinkaya-R. Durmaz (İzmir: Ara-lık, 2006).
5 Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı, 2007); Michel
Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge, 2000).
cinsellik aygıtı kurar. Foucault’ya göre bu cinsellik aygıtı tam da insanları belirli
cinsiyetlere sahip özneler, belirli türden arzulara, duygulara ve davranışlara
sahip kadınlar ve erkekler hâline getiren şeydir.
Foucault’nun iktidar ilişkileri vurgusu ve post-yapısalcı yöntemi psikanaliz
geleneğiyle birleştirmeye çalışan feminist Judith Butler’ın kuramı günümüzde
sosyal kuramın özne kavrayışında ulaştığı noktayı işaret etmektedir.
6
Cinsiyet-
toplumsal cinsiyet ayrımını sorgulayan Butler, cinsiyetin de ‘doğal’ bir şey
olmadığını, toplumsal cinsiyeti düzenleyen heteroseksüel normlar yoluyla
kurulduğunu göstermeye çalışır. Ataerkil söylem, Ödipal Yasak yoluyla, yani
‘Babanın Yasası’na referansla bireyleri, doğal bir cinsiyete, tutarlı ve doğal bir
benliğe ve bir içsel bütünlüğe sahip varlıklarmış gibi kurmaya çalışır. Bir ‘cinsiyet
olma’ süreci, yani cinsiyetli bir bedene sahip bir ‘özne’ olarak doğallaşma süreci,
insanlar üzerinde kurucu bir rol oynamakla birlikte aslında hiçbir zaman bu oluş
süreci tam olarak başarılamaz. Çünkü cinsiyetli bir özne (kadın, erkek, eşcinsel
vb.) olmak, bir normun, bir kimliğin sürekli olarak icra edilmesine, sürekli bir
davranış dizgesinin tekrar edilmesine bağlıdır. Ve insanlar, iktidar ilişkilerine tabi
olmakla birlikte (aslında tam da bu nedenle ve bu sayede) ‘özne’ oldukları için bu
kimlikleri icra etmek yerine, farklı türden icra eylemleri yoluyla kimlikleri altüst
de edebilirler.
Bu fikirleri ileri süren sadece Butler değil elbette. Günümüzün sosyal ve siyasal
kuramında özne kavrayışı ağırlıklı olarak post-yapısalcı bir perspektifl e ele
alınmakta ve öznenin söylemsel bir kuruluş olduğuna dikkat çekilmektedir.
Öznenin ya da herhangi bir şeyin söylemsel bir kuruluş olduğunu söylemek, onun
gerçekliğini veya maddiliğini yadsımak anlamına gelmez. Tersine, onu doğal,
değişmez bir öze, kendiliğinden bir anlama ve bütünlüğe sahip bir varlıkmış gibi
değil de, somut iktidar ilişkileri içinde kurulan ve bu nedenle de hiçbir zaman tam
olarak kurulamayan, sürekli dönüşüme açık ve çatışmalı bir oluş süreci olarak
ele almak anlamına gelir.
Öznelerin iktidar ilişkileri içinde söylemsel olarak kuruluş dinamiğine dikkat
çeken bu kuramsal perspektifin, siyaset ile psikoloji ilişkisine dair ufuk açıcı
ve son derece verimli bir katkı sunduğunu düşünüyorum. Elbette, meta-teorik
düzeyde ifade edilen bu perspektifin, somut olguları anlamak için somut, tarihsel
ve kültürel farklara dayalı analizlerle geliştirilmesi gerekli. Bu perspektifin görüş
alanımıza soktuğu en önemli alan hiç kuşkusuz toplumsal cinsiyet, cinsellik ve
cinsel kimlikler sorusu. Buradan bakınca, cinsler arasındaki farklılıklara dayanan
bu toplumsal cinsiyet kurgusunun aynı zamanda, iktidar ilişkilerini belirli
kılmanın asli bir yolu olduğunu da anlıyoruz. Joan Scott’un ifadesiyle, “toplumsal
cinsiyet, iktidarın doğrudan ortaya konduğu ya da ortaya konması aracılığıyla
oluşturulan asli alandır.”
7
Dolayısıyla, ben ile öteki arasındaki doğallaştırılmış
6 Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür (İstanbul:
Metis, 2008); Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler, çev. Fatma Tütüncü
(İstanbul: Ayrıntı, 2005).
7 Joan Scott, Toplumsal Cinsiyet: Faydalı bir Tarihsel Analiz Kategorisi, çev. Aykut Tunç Kılıç
ve hiyerarşikleştirilmiş farka dayalı tüm iktidar ilişkilerinde (sınıfsal, ırksal,
etnik vb.) toplumsal cinsiyetin kurucu bir rol oynadığını görebiliyoruz. Ayrıca bu
perspektiſt en bakınca siyasal varoluşumuzda hâkim olan otoriterlik, tahakküm
ve şiddet olguları da farklı bir açıdan aydınlamış oluyor. İnsanlar arasında
doğallaştırılmış ve hiyerarşikleştirilmiş bir farkın kurulduğu her anda, bazı
insanların nasıl hızla insanlık statülerini yitirebildiğini, insanları ötekileştirme
pratiklerinin nasıl ağır şiddet biçimlerine yol açtığını anlayabiliyoruz. Nihayet
bu perspektif bize adalet, eşitlik, özgürlük, evrensellik, insanlık gibi kavramları
yeniden değerlendirme imkânı sunuyor. Bu değerlerin güçlenmesi için ne
tür siyasi öznellik biçimlerinin gelişmesi gerektiğini ve bu öznelliklerin ne tür
toplumsal ilişkiler yoluyla gelişebileceğini gösteriyor.
Modernliğin temelden bir dönüşümüne, bir zamanlar kısmen de olsa insanların
yerini ve kimliğini sabitleyen modern yapıların derinden sarsılmasına, konumlar,
yerler, mekânlar, kimlikler arasındaki sınırların giderek aşınmasına tanık
olduğumuz günümüz dünyasında, öznelerin ve kimliklerin neden giderek daha
merkezsiz ve dağınık; kararsız ve dengesiz olarak görüldüğünü anlamak zor
değil. Modernliğin artık çözülmekte olan örgütlü evresinde kısmen daha istikrarlı,
tutarlı ve kararlı kolektif kimlikleri mümkün kılan refah devletinin yapıları bir bir
çözülüyor. ‘Modernliğin çözülmesi’ ya da daha sıklıkla ‘post-modernizm’ olarak
anılan bu dönemde özne ve kimlikler sorununun giderek daha belirgin bir siyasi
önem kazandığını görüyoruz. Bu evrede birbiriyle çatışan üç tür öznelleşme
dinamiğinin olduğunu görüyoruz. Bir yandan Frederic Jameson tarafından
‘şizofrenik’ olarak adlandırılan, ben ile öteki ayrımının silindiği, geçmiş, şimdi ve
gelecek arasındaki bağlantıların kopup, şimdinin mutlak bir karakter edindiği, bu
nedenle de bir benlik kaybı olarak deneyimlenen, tamamen merkezsizleşmiş,
tamamen akışkan hâle gelmiş bir öznellik ve kimlik deneyimi alanı güçleniyor.
8
Öte yandan post-modernitenin bu radikal akışkanlığına karşı yine post-modern
bir tepki olarak şekillenen reaksiyoner özne ve kimlik oluşumları da güçleniyor.
Cinsiyetçi, ırkçı, etnik, dinsel, cemaatçi gibi farklı biçimler alabilen bu yönelim,
ben ile öteki arasındaki ilişkiselliği radikal olarak inkâr eden ben-merkezci,
ötekini dışlayan dogmatik bir kimlik ve kimlik siyasetine dayanıyor. Nihayet,
günümüzde bir umut ışığı olarak güçlenen üçüncü bir yönelim var ki burada
öznenin ve kimliklerin akışkan ve ilişkisel olduğu kabul ediliyor ve bu ilişkiselliğin
nasıl olup da daha ileri demokratik biçimlerde yaşatılabileceği araştırılıyor. Ben
ile öteki arasında, ötekileştirmeye dayanmayan, iletişim ve diyaloğa dayalı bir
melezlenme, birlikte dönüşme arzusunu ifade eden öznellik biçimleri bunlar.
Sonuç olarak modernliğin içinden geçmekte olduğumuz bu evresinde benlik,
toplum ve siyaset arasındaki karmaşık ilişkilere dair yeni ve ufuk açıcı bir görüş
edinmek için, öznenin söylemsel kuruluşunu vurgulayan kuramsal perspektif
ile yeni demokratik öznellik biçimlerini hayata geçirmeye çalışan politik
(İstanbul: Agora, 2007).
8 Frederic Jameson, “Postmodernizm ya da Geç kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Postmodernizm, der.
Necmi Zekâ (İstanbul: Kıyı, 1990), 85.
mücadelelerin birlikte ele alınması önemli görünüyor.
Kaynakça
David O. Sears, “Political Psychology”, Political Psychology: Classical & Contemporary Readings, der.
N. J. Kressel (New York: Paragon House, 1993).
Frederic Jameson, “Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Postmodernizm, der.
Necmi Zekâ (İstanbul: Kıyı, 1990), 59-116.
Joan Scott, Toplumsal Cinsiyet: Faydalı bir Tarihsel Analiz Kategorisi, çev. Aykut Tunç Kılıç (İstanbul:
Agora, 2007).
Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür (İstanbul: Metis,
2008).
Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler, çev. Fatma Tütüncü (İstanbul: Ayrıntı,
2005).
Marshall Berman, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, çev. Bülent Peker ve Ümit Altuğ (İstanbul: İletişim,
1994).
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge, 2000).
Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı, 2007).
Nick Mansfield, Öznellik: Freud’dan Haraway’e Kendilik Kuramları, çev. H. Çetinkaya ve R.Durmaz
(İzmir: Ara-lık, 2006).
Saff et Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat, 2004).
Sigmund Freud, Cinsellik Üzerine, çev. Emre Kapkın (İstanbul: Payel, 2006).
Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, çev. Ali Nahit Babaoğlu (İstanbul: Metis, 2001).
Sigmund Freud, Uygarlık, Toplum ve Din, çev. Emre Kapkın (İstanbul: Payel, 2004).
Okuma önerileri
Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı: Nefretin Kökenleri, çev. İlknur Igan (İstanbul: Çitlembik, 2007).
Bruce Brown, Marx, Freud ve Gündelik Hayatın Eleştirisi, çev. Yavuz Alogan (İstanbul: Ayrıntı, 1989).
Engin Geçtan, İnsan Olmak: Varoluşun Bireysel ve Toplumsal Anlamı (İstanbul: Adam, 1984).
Joel Kovel, Arzu Çağı: Radikal Bir Psikanalistin Gözlemleri, çev. Abdullah Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı,
2000).
Murat Paker, Psiko-Politik Yüzleşmeler (İstanbul: Birikim, 2007).
Serol Teber, İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş: Politik Psikoloji Notları (İstanbul: Papirüs, 2001).
Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Analizi, çev. Bertan Onaran (İstanbul: Payel, 2002).
Zygmunt Bauman, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, çev. Sedef Özge (İstanbul: Ayrıntı, 2000).
Dostları ilə paylaş: |