anlarsın. Ama şu muhakkak ki, sevdiğin adamla evlenirsen,
hiç olmazsa ilk zamanlar tam manasıyla mesut olursun. Bu
hep böyledir, ilk zamanlarda karıkoca kavgaları bile tatlıya
bağlanır. Bazı kadınlar vardır, kocalarını ne kadar çok
severlerse o kadar kavga çıkarırlar. Ciddi söylüyorum; ben
böyle birini tanırdım: "Çok sevdiğim için sana eziyet
ediyorum, kıymetini bil." derdi. Aşkın insana böyle şeyler
yaptırdığını, insanın sevdiği kimseyi üzmekten hoşlandığını
bilir miydin? Bunu en çok kadınlar yapar. Hem yapar, hem de
içlerinden, "Sonradan onu öyle sevip okşayacağım ki, şimdi
bu kadarcık eziyete katlansın." diye geçirirler. Böyle ailelerin
hayatları neşe, huzur, sessizlik, namusla doludur... Bazı
kimseler de kıskanç olur. Böyle bir kadın tanırdım. Kocası bir
yere çıkınca gece yarısı bile olsa dayanamaz, peşinden sokağa
fırlar, usulcacık izlerdi. "Nereye gitti acaba; filan yerde,
bilmem kimin evinde, falan kadınla olmasın?" diye şüphelenir
dururdu. Doğru hareket etmediğini bilir, üzüntüden içi içini
yerdi, ama ne yapsın, seviyor, hep sevgi yüzünden yapıyordu
bunları. Bir de kavgadan sonra barışmak, sevgiliden özür
dilemek ya da onu affetmek ne doyulmaz zevktir! Bunun
verdiği saadet ve zevkle genç çift kendilerini yeni tanışmış,
aşkları yeni başlamış, henüz evlenmiş gibi hisseder. Karıkoca
arasında geçenleri, nasıl seviştiklerini kimse bilmemeli, hiç
kimse. Kavgalarını öz analarından bile saklamalı,
birbirlerinden şikâyet ederek kimseden hakemliğini
istememelidirler. Her müşkülü kendi aralarında halletmeleri
lazımdır. Aşk kutsal bir sırdır; sevişenler arasında ne geçerse,
yabancı gözlerden saklanmalıdır. Bu onun kutsallığını bir kat
daha artırır. Böyle çiftler birbirlerini daha çok sayarlar ki,
saygı pek çok şeyin temelidir. Ortada aşk olduktan, sevişerek
evlendikten sonra bu sevgi niçin sönsün? Bunu devam
ettirmenin çaresi bulunamaz mı? Çaresiz haller pek nadirdir.
Kadının kocası iyi kalpli, namuslu bir adamsa aşk niçin
geçsin? Tamam, evliliğin başlangıcındaki ateşli aşk geçebilir,
fakat bunun yerini daha iyi, daha sağlam bir sevgi alır. Ruhlar
anlaşır, her işi elbirliğiyle yapmaya başlarlar, birbirlerinden
gizlileri olmaz. Hele çocuklar gelmeye başlayınca, en çetin
devrelerde bile kendilerini bahtiyar hissederler; yeter ki
sevgileri, metanetleri sarsılmasın. Bu durumda, neşeyle
çalışmak, çocuklar uğruna fedakârlıklara katlanmak da ayrı
bir zevktir. Çünkü zamanla onlar seni bu yaptıkların için
severler; yani ilerisi için sevgi tasarrufu yapmış olursun.
Çocuklar büyüdükçe onlar için örnek, dayanak olduğunu
hissedersin; sen ölünce onlar ömürleri boyunca senin
duygularını, senin fikirlerini taşır, senin benzerin olurlar.
Çocuk yapmak kutsal bir ödevdir. Ana babayı birbirlerine
daha çok yaklaştırır. Bazı kimseler çocuğu yük sayar, kim
demiş bunu? Çocuk dünyanın en büyük saadetidir! Küçük
çocukları sever misin Liza? Ben bayılırım. Düşün bir kere,
şöyle pembe, minicik bir oğlan memeni emiyor; hangi erkek,
kucağında evladını tutan karısına karşı kalbinde kötülük
besleyebilir! Pembe, tombul bebek sere serpe yatmış,
keyiflenir; minicik, yumuk yumuk elceğizleriyle ayacıklarına,
tertemiz tırnakçıklarına mutlulukla bakarsın, öyle de
küçücüktür ki, insanın güleceği gelir. Ama bakışları sanki
daha şimdiden her şeyi anlıyormuş gibidir... Meme emerken
annesinin göğsünü eliyle çekiştirip oynar. Babası yanlarına
gelince memeyi bırakıp başını arkaya atarak babasına bakar
ve yalnızca Tanrı’nın bilebileceği bir sebepten gülmeye
başlar, sonra gene gıdasına döner. Dişleri çıkmaya başlayınca
bir de bakarsın anasının göğsünü dişleyiverir; üstelik "Bak,
nasıl ısırdım!" gibilerden yan yan da bakar. Karıkoca ve
çocuk tam bir saadet tablosudur. O anların hatırı için neler
affedilmez. Yok Liza, insan önce kendisi yaşamayı öğrenmeli,
ondan sonra başkalarını kınamaya kalkışmalıdır!
"Şu manzaralarla seni bir duygulandırayım da gör!" diye
düşünüyordum; bununla beraber, yemin ederim içten
konuşuyordum. Birdenbire kızardım. "Ya birden kahkahayı
basarsa, ne yaparım?" Bu düşünce beni hiddetten kudurttu.
Sözlerimin sonuna doğru gerçekten epey coşmuştum; şimdi
bu hal gururuma dokunuyordu. Sessizlik epey uzamıştı.
Neredeyse kızı dürtecektim.
— Siz neden öyle... diye başladı ve sustu.
Fakat bu kadarı bana yetmişti: Sesi deminki gibi haşin,
kaba, inatçı değildi; şimdi yumuşak, utangaç bir titremesi
vardı, hatta o derece utangaçtı ki, ben bile utanıp, kendimi
ona karşı suçlu hissettim.
Şefkat dolu bir merakla:
— Ben ne? diye sordum.
— Siz şey...
— Ne?
— Siz şey... kitap gibi konuşuyorsunuz.
Sesinde gene alaya benzer bir ton belirmişti.
Bu sözleri yüreğimi sıkıştırmıştı. Beklediğim bu değildi.
Liza’nın alaycılığının, utangaç, kalbi temiz insanların,
ruhlarına paldır küldür, izin almadan girmek isteyenlere karşı
gururlarını korumak ve bir çeşit çekingenlik perdesinin ardına
gizlenip hislerini açık etmemek için başvurdukları sıradan bir
son çare olduğunu anlayamamıştım. Halbuki o alaylı sözleri
söyleyinceye kadar geçirdiği kararsızlıktan, ürkeklikten bunu
tahmin etmeliydim. Fakat edemedim işte ve kötü bir duyguya
kapıldım.
"Hele dur sen!.." diye geçirdim.
VII
— E yeter, bırak ama Liza, ne kitabından bahsediyorsun;
anlattıklarımla hiç ilgim olmadığı halde bana dokundu. Hoş
pek de ilgisiz sayılmam ya. Tüm bunlar yüreğime dokundu
işte... Yoksa, yoksa sen bunalmıyor musun burada? Anlaşılan
hayır, alışkanlığın büyük tesiri var! Alışkanlığın insanı ne
hallere getirdiğine şaşmamak mümkün değil doğrusu. Yoksa
ciddi olarak, hiç ihtiyarlamayacağını, hep böyle genç, güzel
kalacağını, seni sonsuza dek burada tutacaklarını mı
sanıyorsun? Buranın çirkefliğinden bahsetmiyorum artık...
Yalnız şimdiki hayatına dair şu kadarını söyleyeyim: Genç,
cazibeli, sevimli, iyi kalpli, hassas bir kızsın; fakat biliyor
musun, demin kendime gelince burada, yanında bulunmaktan
tiksinti duydum! İnsan buraya ancak sarhoşken düşebilir.
Halbuki başka bir yerde karşılaşsaydık, sen de namuslu
insanlar gibi yaşasaydın, seninle yalnız gönül eğlendirmek
yerine, basbayağı âşık olabilirdim. Değil konuşmak, bir
bakışına sevinir, evinin kapısında seni bekler, önünde diz
çökerdim; sana nişanlım gözüyle bakar, bunu kendim için
büyük bir şeref bilirdim. Hakkında fena düşünmeye cesaret
edemezdim. Halbuki burada bir ıslığımla istesen de istemesen
de peşimden geleceğini biliyorum, çünkü burada ben değil,
sen benim keyfime uymak zorundasın. Bir köylü bile
rençperliğe kiralanırken ömrünün sonuna kadar satılmadığını,
bir müddet sonra gene serbest, başına buyruk olacağını bilir.
Peki senin kurtuluşun ne zaman? Bir de şunu düşün:
Buradakilere teslim ettiğin, sattığın nedir, bilir misin?
Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya hakkın olmayan ruhunu da
vücudunla birlikte satıyorsun! Rasgele bir sarhoşun, aşkını
kepaze etmesine göz yumuyorsun. Aşk! Aşk her şeydir; en
kıymetli elmastan üstündür, bir kızın tek servetidir aşk! Bu
aşk için ruhunu veren, ölümü göze alanlar vardır. Ya senin
aşkının değeri ne? Tependen tırnağına kadar satılıksın, aşkını
aramak gereksiz; bunsuz da her şey mümkün oluyor. Bir genç
kız için bundan ağır hakaret olamaz, anlıyor musun?
İşittiğime göre, patronlar sizin gibi budalaların gönlü hoş
olsun diye birer dost bulmanıza izin verirlermiş. Bu da saçma,
düzenbazlığın ta kendisi; sizinle alay ediyorlar, siz de
inanıyorsunuz. Ne yani, dostun seni seviyor mu dersin? Hiç
zannetmem. Seni her an elinden alabileceklerini bile bile nasıl
sever! Midesiz herifler bunlar. Sana karşı zerre saygısı var
mı? Aranızda ne çeşit yakınlık olabilir? Herif seninle alay
ediyor, üstelik soyuyor; aşkı bundan ibaret! Dayak atmadığına
şükret. Kim bilir, belki dayak da atıyordur. Senin de bir
dostun varsa sor bakalım, nikâhla alır mıymış seni? Eğer
yüzüne
tükürmez,
dahası
pataklamaya
kalkmazsa,
kahkahalarla güleceğine eminim; halbuki kendisi ciğeri beş
para etmezin biridir. Bir düşün, burada hayatını ne uğruna
mahvediyorsun? İçtiğin kahveyi ayağına getirdikleri, mideni
tıka basa doldurdukları için mi? Peki, ama sizleri
beslemelerinin sebebi ne? Namuslu bir kızın burada bir lokma
bile boğazından geçmez, çünkü neden yemek verildiğini
hemen anlar. Burada daima borçlu olacaksın ve sonuna kadar,
müşteriler senden bıkıp sırt çevirmeye başlayana kadar
borcun tükenmeyecek. Gençliğine güvenme; o gün göz açıp
kapayana kadar gelecek. Burada zaman dörtnala yol alır ve
işte o vakit gözünün yaşına bakmadan seni kapı dışarı ederler.
Hem de öyle düpedüz değil; epey öncesinden, sanki bu ev
uğruna gençliğini, sağlığını harcayan, ruhunu mahveden sen
değilmişsin, patronu batırıp, soyup soğana çevirmişsin,
kadıncağızı neredeyse köşe başında avuç açacak hale
getirmişsin gibi davranır, her hareketine mim koymaya, olur
olmaz sebeplerle azarlamaya, en ufak şeyleri başına kakmaya
başlarlar. Kimsenin senden yana çıkacağını da umma; patrona
şirin görünmek için hep birlikte seni gagalarlar, çünkü
buradaki herkes, vicdanı, acıma duyguları çoktan silinmiş
birer esirdir. Bu çamura bulanmış mahlûkların hakareti de
dünyanın en adi, en iğrenç hakaretidir. Sağlığını, gençliğini,
güzelliğini, ümitlerini, sahip olduğun her şeyi körü körüne bir
sadakatle buraya verecek, yirmi iki yaşında otuz beş gibi
görüneceksin; bir hastalık kapmamışsan, gene Tanrı’ya
şükret. Belki bugün, ağır bir iş yapmadığını, rahat yaşadığını
düşünüyorsun. Halbuki dünyada bundan daha ağır, daha
kahırlı iş yoktur. Bunu düşünmek bile insanın içini parçalıyor.
Buradan kovulduğun zaman da tek bir söz söyleyemez, gık
diyemeden, tam bir suçlu gibi süklüm püklüm gidersin. Önce
başka bir eve yerleşirsin, oradan da bir üçüncüsüne; böyle
birkaç ev daha değiştirir ve nihayet Sennaya’ya kadar
düşersin. Oradaysa her gün dayak yersin, çünkü oranın iltifatı
öyledir; müşteriler bundan başka okşama bilmezler.
Sennaya’nın bu derece iğrenç olduğuna inanmıyor musun
yoksa? Bir gün git, belki kendi gözlerinle görürsün. Bir
yılbaşı sabahı bir evin önünde bunlardan birini gördüm. Pek
bağıra bağıra ağladığı için alay olsun diye onu dışarıda biraz
dondurmaya
karar
vermiş,
kapıyı
da
arkasından
sürgülemişlerdi. Sabahın dokuzunda, zilzurna sarhoştu; saçı
başı karışmış, yarı çıplak, yediği dayaktan bitkin haldeydi.
Suratına düzgün sürmüştü, ama gözleri çürük içindeydi;
burnundan, dişlerinden de kan sızıyordu: Arabacılardan biri
henüz benzetmişti. Elinde bir tuzlu balıkla taş merdivenin
basamağına oturmuştu. Hem gözyaşları içinde "kaderinden"
şikâyet ediyor, hem elindeki balığı basamaklara vuruyordu.
Kapının önüne toplanan arabacılarla sarhoş askerler takılıyor,
onunla alay ediyordu. Senin de tıpkı onun gibi olacağına
inanmıyorsun, değil mi? Ben de inanmak istemezdim, ama
kim bilir, belki o tuzlu balıklı kadın da sekiz on yıl önce
memleketin bir köşesinden buraya taze, tertemiz, melekler
gibi saf gelmişti; kötülük nedir bilmez, konuşurken yüzü
kızarırdı. Belki senin gibi gururlu, alıngan, başkalarına
benzemeyen, kraliçeler gibi bakan bir kızdı; gönlünü vereceği
ve onu sevecek erkeğiyle birlikte kendisini tam bir saadetin
beklediğini sanıyordu. Sonu nasıl çıktı, görüyor musun? Bu
saçı başı perişan, sarhoş kadın, balığı kirli basamaklara
vururken, baba evinde geçirdiği temiz yılları, okula giderken
yolunu gözleyip onu ömrünün sonuna kadar seveceğine,
bütün geleceğinin ona bağlı olduğuna, birbirlerini sevmekten
asla vazgeçmeyeceklerine, büyür büyümez onunla hayatını
birleştirmeye yeminler eden komşunun oğlunu aklından
geçirmiştir belki. Hayır Liza; demin söylediğim kız gibi,
senin için de bir bodrum köşesinde veremden ölüp gitmek en
iyisi. Hastane var diyorsun. Keşke götürseler, ama ya ev
sahibeniz senden sonuna kadar faydalanmak isterse? Verem,
humma değil ki; insan son nefesini verene kadar ümidini
kaybetmez, kendisini sıhhatli sanıp avunur. Patronun da
istediği bu zaten. Seni rahat bırakmaz; canını ona sattığın
gibi, paraca da borçlandığından sesini çıkarma hakkın
kalmamıştır. Ölürken artık işe yaramaz hale geldiğin için
hepsi senden uzaklaşır, sana sırt çevirir. Hatta boşuna yer
tuttuğun, bir an önce ölmediğin için sitem bile ederler.
Susadığın zaman suyunu bile küfürle getirirler. "Kaltağın
gebereceği yok; iniltilerinden gözümüze uyku girmiyor;
müşteriler de tiksiniyor." derler. Doğru söylüyorum, bunu da
duydum. Son demlerinde bodrumun en pis, en berbat,
karanlık, en rutubetli köşesine tıkarlar, yattığın yerde düşünür
durursun. Ölünce söylene söylene, yalapşap bir temizlikle her
şeyi ortadan kaldırıverirler; ne arkandan dua edenin, ne
acıyanın olur ve senin yükünden kurtuldukları için rahat bir
soluk alırlar. Adi bir tabuta koyup, bugünkü zavallı gibi seni
de mezarlığa götürdükten sonra, anmak için soluğu
meyhanede alırlar. Mezarın içi vıcık vıcık çamurla, suyla
doludur; sulusepken de bir yandan; eh, sana nezaketle
davranmalarını bekleyemezsin ya. "Hadi indir Vanyuha;
karının kaderine bak, burada bile bacakları havada gidiyor.
Kes ipleri şeytanın dölü!" – "Adam sen de, böylesi de iyi." –
"İyi olur mu, baksana yan dönmüş. O da can taşımıyor muydu
be? Neyse, haydi dök toprağı!" Senin için uzun boylu bir
tartışmayı bile çok görürler. Mezarı yaş, mavimtırak balçıkla
üstünkörü örttükten sonra doğru meyhaneye koşarlar... O
andan itibaren yeryüzüyle ilişiğin kalmaz. Başkalarının
mezarlarını çocukları, babaları, kocaları ziyaret eder, ama
senin ne ağlayanın, ne yas tutanın, ne ayinler yapanın olur;
dünyada tek bir canlı ziyaretine gelmez ve adın, hiç dünyaya
gelmemişsin gibi, yeryüzünden silinip gider! Yattığın çamur
dolu bataklıkta, geceleri, ölüler hortladığı zaman istediğin
kadar tabutunun kapağına vur... "Ne olur iyi insanlar, bırakın
da yeryüzüne çıkıp biraz daha yaşayayım!" diye bağır,
"Dünyayı bilmeden yaşadım, hayatımı paçavraya çevirdim,
Sennaya meyhanelerinde tükettim; izin verin iyi insanlar, bir
kere daha yaşayayım!"
Kendimi öyle kaptırmışım ki, gerçekten heyecan
duyuyordum; boğazım da kurumaya başlamıştı ve... o aralık
birdenbire sözümü keserek korku içinde doğruldum; başımı
ürkekçe uzatarak kulak kabarttım, yüreğim de küt küt
atıyordu. Gördüğüm manzara karşısında sarsılmamak
mümkün değildi.
Bir süredir Liza’nın ruhunu altüst ettiğimi, kalbini kırdığımı
hissediyordum. Bunu hissettikçe, gayeme mümkün olduğu
kadar çabuk varmak istiyordum. Oyun beni son derece
sarmıştı; hoş, bu sadece oyun değildi ya...
Zoraki, yapmacıklı, kitap gibi konuştuğumu biliyordum,
ama ancak "kitap gibi" konuşabiliyordum. Fakat bundan
sıkıldığım yoktu; karşımdakinin beni anlayacağını, hatta bu
kitap gibi konuşmanın daha çok işime yarayacağını
hissediyordum. Gene de yaptığım tesir karşısında ürkmüştüm.
Yok, hayatımda bu derece şiddetli bir umutsuzluğa şahit
olmamıştım! Liza yüzü koyun yatmış, yüzünü iki eliyle
sımsıkı tuttuğa yastığa gömmüştü. Göğsü hıçkırıklardan
parçalanacak
gibiydi.
Körpe
vücudu
ıspazmoz
geçiriyormuşçasına
sarsılıyordu.
Hıçkırıklarını
içinde
boğmaya çalışıyor, ama ani haykırışlar, iniltiler halinde
boşanıveriyordu. O zaman başını yastığa daha çok
bastırıyordu: Istırabını, gözyaşlarını ev halkından tek bir
kişinin bile görmesini istemiyordu. Yastığı dişliyor,
kanatıncaya kadar elini ısırıyor (bunu sonradan fark ettim),
dağılmış saç örgülerine parmaklarını daldırarak soluğunu
tutuyor, dişleri kenetlenmiş halde kendinden geçiyordu. Ona
bir şeyler söyleyerek sakinleşmesi için yalvarmak istedim,
fakat buna cesaret edemeyeceğimi hissettim ve o anda nöbete
tutulmuş gibi tüm vücudum ürperdi; giyinmek için el
yordamıyla acele acele ayağa kalktım. Bütün gayretime
rağmen karanlıkta çabuk giyinemiyordum. O sırada elime bir
kibrit kutusu ve bir şamdan geçti. Oda aydınlanınca, Liza
yatağında hızla doğruldu; yüzü çarpılmış, dudaklarında delice
bir gülümsemeyle manasız bakışını bana dikmişti. Yanına
oturarak ellerini tuttum; kendine gelerek, sarılmak için bana
doğru atıldı, ama cesaret edemedi ve sessizce başını eğdi.
— Liza, yavrum, bunu yapmamalıydım... affet beni, diye
başladım.
Fakat ellerimi parmaklarıyla öyle hızla sıktı ki, sözlerimin
lüzumsuz olduğunu anlayarak sustum.
— İşte adresim Liza, bana uğra.
Başını kaldırmadan, kesin bir tavırla:
— Uğrarım... diye fısıldadı.
— Artık gideyim, hoşça kal...
Ben kalkınca o da kalktı; sonra birdenbire kızarıp ürperdi,
sandalyenin üzerindeki şalı alarak omuzlarına attı ve çenesine
kadar sarındı. Dudaklarında gene acıklı bir gülümseme
belirdi, bana kızararak tuhaf tuhaf baktı. İçim sızlamıştı, bir
an önce oradan uzaklaşmak istiyordum. Sofada, hemen
hemen kapının önünde beni paltomdan tutarak:
— Azıcık durun, dedi ve mumu aceleyle masaya bırakıp
içeri koştu.
Ya bir şey hatırlamış ya da bana göstermek istediği bir şeyi
almaya gitmişti. Dışarı çıkarken kıpkırmızıydı, gözleri
parlıyordu, dudaklarındaki tebessüm de silinmemişti; ne
olabilirdi? İster istemez bekledim; Liza bir dakika sonra,
gözlerinde af diler gibi bir ifadeyle döndü. Zaten bu, deminki
karanlık, şüphe dolu, dik bakışlı yüz değildi. Şimdi yalvaran,
yumuşak bir ifadesi vardı; bakışlarında da şefkat, güven
okunuyordu. Çocuklar sevdiklerinden bir şey isterken böyle
bakarlar. Açık kahverengi güzel gözlerinin hem sevgiyi, hem
nefreti yansıtacak bir canlılığı vardı.
Bana –her şeyi kendiliğimden anlayabilecek insanüstü bir
mahlûkmuşum gibi– hiçbir izahat vermeden, bir kâğıt uzattı.
O anda yüzünde adeta çocukça zafer parıltıları belirdi. Kâğıdı
açtım. Bu, ya tıbbiyeli ya da başka bir okuldan bir gencin pek
tumturaklı, pek şairane ama çok saygılı bir tarzda yazdığı bir
ilan-ı aşk mektubuydu. Tabirleri tam olarak aklımda
kalmamakla beraber, şişirme ifadesine rağmen, yazıda
yapmacıksız, samimi bir hava vardı. Mektubu bitirince
Liza’nın çocuk gibi sabırsız, heyecanlı, merak dolu bakışıyla
karşılaştım. Gözlerini benden ayırmıyor, ne söyleyeceğimi
bekliyordu. Acele acele, hatta biraz da iftihar duyarak, bu
gençle bir ailenin danslı toplantısında tanıştığını, ailesinin çok
iyi, olağanüstü iyi insanlar, gerçek bir aile olduğunu ve onun
hakkında henüz hiçbir şey bilmediklerini anlattı. Liza bu eve
de yeni gelmiş, kalmaya henüz karar vermemiş, borcunu öder
ödemez ayrılacakmış... O öğrenci de toplantıdaymış, bütün
akşam dans edip konuşmuşlar; sonunda, daha Riga’da, henüz
çocukken birbirlerini tanıdıkları, hatta beraber oyun
oynadıkları ortaya çıkmış, ama bu çok eskidenmiş tabii.
Çocuk annesiyle babasını da tanıyormuş, fakat ona ait hiç
bilgisi yokmuş ve bu durumu da hiç ama hiç aklından
geçirmiyor, hiçbir şeyden de şüphelenmiyormuş! Bu mektubu
toplantının ertesi günü (üç gün önce) orada bulunan bir kız
arkadaşı aracılığıyla yollamış ve... hepsi bu.
Liza anlatmayı bitirince mahcup bir tavırla, parıldayan
gözlerini kaçırdı.
Zavallıcık mektubu üstüne titrediği bir servet gibi
saklıyordu; onu da namusuyla, içten seven, saygılı davranan
bir delikanlının olduğunu bilmeden gitmemi istememişti.
İhtimal bu mektup hiçbir sonuç vermeden kızın çekmecesinde
kalacaktı. Ama öyle de olsa Liza’nın onu bir servet, şerefini
temize çıkaran bir belge gibi ömrünün sonuna kadar
saklayacağından emindim; işte şimdi de bunu hatırlamış,
düşük bir kız gibi görünmemek, takdirimi kazanmak için saf
bir gururla bana göstermişti. Ses çıkarmadan elini sıkarak
ayrıldım. Bir an önce gitmek için can atıyordum... Sulusepken
hâlâ devam ettiği halde eve kadar yürüdüm. Harap olmuş,
ezilmiştim, şaşkınlıktan hâlâ kurtulamamıştım. Fakat bu
şaşkınlığın arasından gerçeği yavaş yavaş seçmeye
başlamıştım. Hem de olanca çirkinliğiyle!
VIII
Ama ben o gerçeği kolay kolay kabul etmek istemedim.
Kasvetli rüyalarla dolu birkaç saatlik kurşun gibi bir uykunun
ardından bir gün önce olanları hatırlayınca Liza’ya karşı
Dostları ilə paylaş: |