Yeraltından Notlar



Yüklə 0,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə14/18
tarix29.12.2021
ölçüsü0,71 Mb.
#48677
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18
Yeraltından Notlar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski PDFDrive

anlarsın.  Ama  şu  muhakkak  ki,  sevdiğin  adamla  evlenirsen,
hiç  olmazsa  ilk  zamanlar  tam  manasıyla  mesut  olursun.  Bu
hep  böyledir,  ilk  zamanlarda  karıkoca  kavgaları  bile  tatlıya
bağlanır.  Bazı  kadınlar  vardır,  kocalarını  ne  kadar  çok
severlerse  o  kadar  kavga  çıkarırlar.  Ciddi  söylüyorum;  ben
böyle  birini  tanırdım:  "Çok  sevdiğim  için  sana  eziyet
ediyorum,  kıymetini  bil."  derdi.  Aşkın  insana  böyle  şeyler
yaptırdığını,  insanın  sevdiği  kimseyi  üzmekten  hoşlandığını
bilir miydin? Bunu en çok kadınlar yapar. Hem yapar, hem de
içlerinden,  "Sonradan  onu  öyle  sevip  okşayacağım  ki,  şimdi
bu kadarcık eziyete katlansın." diye geçirirler. Böyle ailelerin
hayatları  neşe,  huzur,  sessizlik,  namusla  doludur...  Bazı
kimseler de kıskanç olur. Böyle bir kadın tanırdım. Kocası bir
yere çıkınca gece yarısı bile olsa dayanamaz, peşinden sokağa
fırlar,  usulcacık  izlerdi.  "Nereye  gitti  acaba;  filan  yerde,
bilmem kimin evinde, falan kadınla olmasın?" diye şüphelenir
dururdu.  Doğru  hareket  etmediğini  bilir,  üzüntüden  içi  içini
yerdi, ama ne yapsın, seviyor, hep sevgi yüzünden yapıyordu
bunları.  Bir  de  kavgadan  sonra  barışmak,  sevgiliden  özür
dilemek  ya  da  onu  affetmek  ne  doyulmaz  zevktir!  Bunun
verdiği  saadet  ve  zevkle  genç  çift  kendilerini  yeni  tanışmış,
aşkları yeni başlamış, henüz evlenmiş gibi hisseder. Karıkoca
arasında  geçenleri,  nasıl  seviştiklerini  kimse  bilmemeli,  hiç
kimse.  Kavgalarını  öz  analarından  bile  saklamalı,
birbirlerinden  şikâyet  ederek  kimseden  hakemliğini
istememelidirler.  Her  müşkülü  kendi  aralarında  halletmeleri
lazımdır. Aşk kutsal bir sırdır; sevişenler arasında ne geçerse,
yabancı gözlerden saklanmalıdır. Bu onun kutsallığını bir kat
daha  artırır.  Böyle  çiftler  birbirlerini  daha  çok  sayarlar  ki,
saygı pek çok şeyin temelidir. Ortada aşk olduktan, sevişerek


evlendikten  sonra  bu  sevgi  niçin  sönsün?  Bunu  devam
ettirmenin  çaresi  bulunamaz  mı?  Çaresiz  haller  pek  nadirdir.
Kadının  kocası  iyi  kalpli,  namuslu  bir  adamsa  aşk  niçin
geçsin? Tamam, evliliğin başlangıcındaki ateşli aşk geçebilir,
fakat bunun yerini daha iyi, daha sağlam bir sevgi alır. Ruhlar
anlaşır,  her  işi  elbirliğiyle  yapmaya  başlarlar,  birbirlerinden
gizlileri  olmaz.  Hele  çocuklar  gelmeye  başlayınca,  en  çetin
devrelerde  bile  kendilerini  bahtiyar  hissederler;  yeter  ki
sevgileri,  metanetleri  sarsılmasın.  Bu  durumda,  neşeyle
çalışmak,  çocuklar  uğruna  fedakârlıklara  katlanmak  da  ayrı
bir  zevktir.  Çünkü  zamanla  onlar  seni  bu  yaptıkların  için
severler;  yani  ilerisi  için  sevgi  tasarrufu  yapmış  olursun.
Çocuklar  büyüdükçe  onlar  için  örnek,  dayanak  olduğunu
hissedersin;  sen  ölünce  onlar  ömürleri  boyunca  senin
duygularını,  senin  fikirlerini  taşır,  senin  benzerin  olurlar.
Çocuk  yapmak  kutsal  bir  ödevdir.  Ana  babayı  birbirlerine
daha  çok  yaklaştırır.  Bazı  kimseler  çocuğu  yük  sayar,  kim
demiş  bunu?  Çocuk  dünyanın  en  büyük  saadetidir!  Küçük
çocukları  sever  misin  Liza?  Ben  bayılırım.  Düşün  bir  kere,
şöyle pembe, minicik bir oğlan memeni emiyor; hangi erkek,
kucağında  evladını  tutan  karısına  karşı  kalbinde  kötülük
besleyebilir!  Pembe,  tombul  bebek  sere  serpe  yatmış,
keyiflenir; minicik, yumuk yumuk elceğizleriyle ayacıklarına,
tertemiz  tırnakçıklarına  mutlulukla  bakarsın,  öyle  de
küçücüktür  ki,  insanın  güleceği  gelir.  Ama  bakışları  sanki
daha  şimdiden  her  şeyi  anlıyormuş  gibidir...  Meme  emerken
annesinin  göğsünü  eliyle  çekiştirip  oynar.  Babası  yanlarına
gelince  memeyi  bırakıp  başını  arkaya  atarak  babasına  bakar
ve  yalnızca  Tanrı’nın  bilebileceği  bir  sebepten  gülmeye
başlar, sonra gene gıdasına döner. Dişleri çıkmaya başlayınca
bir  de  bakarsın  anasının  göğsünü  dişleyiverir;  üstelik  "Bak,


nasıl  ısırdım!"  gibilerden  yan  yan  da  bakar.  Karıkoca  ve
çocuk  tam  bir  saadet  tablosudur.  O  anların  hatırı  için  neler
affedilmez. Yok Liza, insan önce kendisi yaşamayı öğrenmeli,
ondan sonra başkalarını kınamaya kalkışmalıdır!
"Şu  manzaralarla  seni  bir  duygulandırayım  da  gör!"  diye
düşünüyordum;  bununla  beraber,  yemin  ederim  içten
konuşuyordum.  Birdenbire  kızardım.  "Ya  birden  kahkahayı
basarsa,  ne  yaparım?"  Bu  düşünce  beni  hiddetten  kudurttu.
Sözlerimin  sonuna  doğru  gerçekten  epey  coşmuştum;  şimdi
bu  hal  gururuma  dokunuyordu.  Sessizlik  epey  uzamıştı.
Neredeyse kızı dürtecektim.
— Siz neden öyle... diye başladı ve sustu.
Fakat  bu  kadarı  bana  yetmişti:  Sesi  deminki  gibi  haşin,
kaba,  inatçı  değildi;  şimdi  yumuşak,  utangaç  bir  titremesi
vardı,  hatta  o  derece  utangaçtı  ki,  ben  bile  utanıp,  kendimi
ona karşı suçlu hissettim.
Şefkat dolu bir merakla:
— Ben ne? diye sordum.
— Siz şey...
— Ne?
— Siz şey... kitap gibi konuşuyorsunuz.
Sesinde gene alaya benzer bir ton belirmişti.
Bu  sözleri  yüreğimi  sıkıştırmıştı.  Beklediğim  bu  değildi.
Liza’nın  alaycılığının,  utangaç,  kalbi  temiz  insanların,
ruhlarına paldır küldür, izin almadan girmek isteyenlere karşı


gururlarını korumak ve bir çeşit çekingenlik perdesinin ardına
gizlenip hislerini açık etmemek için başvurdukları sıradan bir
son  çare  olduğunu  anlayamamıştım.  Halbuki  o  alaylı  sözleri
söyleyinceye kadar geçirdiği kararsızlıktan, ürkeklikten bunu
tahmin etmeliydim. Fakat edemedim işte ve kötü bir duyguya
kapıldım.
"Hele dur sen!.." diye geçirdim.


VII
—  E  yeter,  bırak  ama  Liza,  ne  kitabından  bahsediyorsun;
anlattıklarımla  hiç  ilgim  olmadığı  halde  bana  dokundu.  Hoş
pek  de  ilgisiz  sayılmam  ya.  Tüm  bunlar  yüreğime  dokundu
işte... Yoksa, yoksa sen bunalmıyor musun burada? Anlaşılan
hayır,  alışkanlığın  büyük  tesiri  var!  Alışkanlığın  insanı  ne
hallere  getirdiğine  şaşmamak  mümkün  değil  doğrusu.  Yoksa
ciddi  olarak,  hiç  ihtiyarlamayacağını,  hep  böyle  genç,  güzel
kalacağını,  seni  sonsuza  dek  burada  tutacaklarını  mı
sanıyorsun?  Buranın  çirkefliğinden  bahsetmiyorum  artık...
Yalnız  şimdiki  hayatına  dair  şu  kadarını  söyleyeyim:  Genç,
cazibeli,  sevimli,  iyi  kalpli,  hassas  bir  kızsın;  fakat  biliyor
musun, demin kendime gelince burada, yanında bulunmaktan
tiksinti  duydum!  İnsan  buraya  ancak  sarhoşken  düşebilir.
Halbuki  başka  bir  yerde  karşılaşsaydık,  sen  de  namuslu
insanlar  gibi  yaşasaydın,  seninle  yalnız  gönül  eğlendirmek
yerine,  basbayağı  âşık  olabilirdim.  Değil  konuşmak,  bir
bakışına  sevinir,  evinin  kapısında  seni  bekler,  önünde  diz
çökerdim;  sana  nişanlım  gözüyle  bakar,  bunu  kendim  için
büyük  bir  şeref  bilirdim.  Hakkında  fena  düşünmeye  cesaret
edemezdim. Halbuki burada bir ıslığımla istesen de istemesen
de  peşimden  geleceğini  biliyorum,  çünkü  burada  ben  değil,
sen  benim  keyfime  uymak  zorundasın.  Bir  köylü  bile
rençperliğe kiralanırken ömrünün sonuna kadar satılmadığını,
bir müddet sonra gene serbest, başına buyruk olacağını bilir.
Peki  senin  kurtuluşun  ne  zaman?  Bir  de  şunu  düşün:
Buradakilere  teslim  ettiğin,  sattığın  nedir,  bilir  misin?
Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya hakkın olmayan ruhunu da
vücudunla  birlikte  satıyorsun!  Rasgele  bir  sarhoşun,  aşkını


kepaze  etmesine  göz  yumuyorsun.  Aşk!  Aşk  her  şeydir;  en
kıymetli  elmastan  üstündür,  bir  kızın  tek  servetidir  aşk!  Bu
aşk  için  ruhunu  veren,  ölümü  göze  alanlar  vardır.  Ya  senin
aşkının değeri ne? Tependen tırnağına kadar satılıksın, aşkını
aramak gereksiz; bunsuz da her şey mümkün oluyor. Bir genç
kız  için  bundan  ağır  hakaret  olamaz,  anlıyor  musun?
İşittiğime  göre,  patronlar  sizin  gibi  budalaların  gönlü  hoş
olsun diye birer dost bulmanıza izin verirlermiş. Bu da saçma,
düzenbazlığın  ta  kendisi;  sizinle  alay  ediyorlar,  siz  de
inanıyorsunuz.  Ne  yani,  dostun  seni  seviyor  mu  dersin?  Hiç
zannetmem. Seni her an elinden alabileceklerini bile bile nasıl
sever!  Midesiz  herifler  bunlar.  Sana  karşı  zerre  saygısı  var
mı?  Aranızda  ne  çeşit  yakınlık  olabilir?  Herif  seninle  alay
ediyor, üstelik soyuyor; aşkı bundan ibaret! Dayak atmadığına
şükret.  Kim  bilir,  belki  dayak  da  atıyordur.  Senin  de  bir
dostun  varsa  sor  bakalım,  nikâhla  alır  mıymış  seni?  Eğer
yüzüne 
tükürmez, 
dahası 
pataklamaya 
kalkmazsa,
kahkahalarla  güleceğine  eminim;  halbuki  kendisi  ciğeri  beş
para  etmezin  biridir.  Bir  düşün,  burada  hayatını  ne  uğruna
mahvediyorsun?  İçtiğin  kahveyi  ayağına  getirdikleri,  mideni
tıka  basa  doldurdukları  için  mi?  Peki,  ama  sizleri
beslemelerinin sebebi ne? Namuslu bir kızın burada bir lokma
bile  boğazından  geçmez,  çünkü  neden  yemek  verildiğini
hemen anlar. Burada daima borçlu olacaksın ve sonuna kadar,
müşteriler  senden  bıkıp  sırt  çevirmeye  başlayana  kadar
borcun  tükenmeyecek.  Gençliğine  güvenme;  o  gün  göz  açıp
kapayana  kadar  gelecek.  Burada  zaman  dörtnala  yol  alır  ve
işte o vakit gözünün yaşına bakmadan seni kapı dışarı ederler.
Hem  de  öyle  düpedüz  değil;  epey  öncesinden,  sanki  bu  ev
uğruna  gençliğini,  sağlığını  harcayan,  ruhunu  mahveden  sen
değilmişsin,  patronu  batırıp,  soyup  soğana  çevirmişsin,


kadıncağızı  neredeyse  köşe  başında  avuç  açacak  hale
getirmişsin  gibi  davranır,  her  hareketine  mim  koymaya,  olur
olmaz sebeplerle azarlamaya, en ufak şeyleri başına kakmaya
başlarlar. Kimsenin senden yana çıkacağını da umma; patrona
şirin  görünmek  için  hep  birlikte  seni  gagalarlar,  çünkü
buradaki  herkes,  vicdanı,  acıma  duyguları  çoktan  silinmiş
birer  esirdir.  Bu  çamura  bulanmış  mahlûkların  hakareti  de
dünyanın  en  adi,  en  iğrenç  hakaretidir.  Sağlığını,  gençliğini,
güzelliğini, ümitlerini, sahip olduğun her şeyi körü körüne bir
sadakatle  buraya  verecek,  yirmi  iki  yaşında  otuz  beş  gibi
görüneceksin;  bir  hastalık  kapmamışsan,  gene  Tanrı’ya
şükret. Belki bugün, ağır bir iş yapmadığını, rahat yaşadığını
düşünüyorsun.  Halbuki  dünyada  bundan  daha  ağır,  daha
kahırlı iş yoktur. Bunu düşünmek bile insanın içini parçalıyor.
Buradan  kovulduğun  zaman  da  tek  bir  söz  söyleyemez,  gık
diyemeden, tam bir suçlu gibi süklüm püklüm gidersin. Önce
başka  bir  eve  yerleşirsin,  oradan  da  bir  üçüncüsüne;  böyle
birkaç  ev  daha  değiştirir  ve  nihayet  Sennaya’ya  kadar
düşersin. Oradaysa her gün dayak yersin, çünkü oranın iltifatı
öyledir;  müşteriler  bundan  başka  okşama  bilmezler.
Sennaya’nın  bu  derece  iğrenç  olduğuna  inanmıyor  musun
yoksa?  Bir  gün  git,  belki  kendi  gözlerinle  görürsün.  Bir
yılbaşı  sabahı  bir  evin  önünde  bunlardan  birini  gördüm.  Pek
bağıra bağıra ağladığı için alay olsun diye onu dışarıda biraz
dondurmaya 
karar 
vermiş, 
kapıyı 
da 
arkasından
sürgülemişlerdi.  Sabahın  dokuzunda,  zilzurna  sarhoştu;  saçı
başı  karışmış,  yarı  çıplak,  yediği  dayaktan  bitkin  haldeydi.
Suratına  düzgün  sürmüştü,  ama  gözleri  çürük  içindeydi;
burnundan,  dişlerinden  de  kan  sızıyordu:  Arabacılardan  biri
henüz  benzetmişti.  Elinde  bir  tuzlu  balıkla  taş  merdivenin
basamağına  oturmuştu.  Hem  gözyaşları  içinde  "kaderinden"


şikâyet  ediyor,  hem  elindeki  balığı  basamaklara  vuruyordu.
Kapının önüne toplanan arabacılarla sarhoş askerler takılıyor,
onunla  alay  ediyordu.  Senin  de  tıpkı  onun  gibi  olacağına
inanmıyorsun,  değil  mi?  Ben  de  inanmak  istemezdim,  ama
kim  bilir,  belki  o  tuzlu  balıklı  kadın  da  sekiz  on  yıl  önce
memleketin  bir  köşesinden  buraya  taze,  tertemiz,  melekler
gibi  saf  gelmişti;  kötülük  nedir  bilmez,  konuşurken  yüzü
kızarırdı.  Belki  senin  gibi  gururlu,  alıngan,  başkalarına
benzemeyen, kraliçeler gibi bakan bir kızdı; gönlünü vereceği
ve  onu  sevecek  erkeğiyle  birlikte  kendisini  tam  bir  saadetin
beklediğini  sanıyordu.  Sonu  nasıl  çıktı,  görüyor  musun?  Bu
saçı  başı  perişan,  sarhoş  kadın,  balığı  kirli  basamaklara
vururken, baba evinde geçirdiği temiz yılları, okula giderken
yolunu  gözleyip  onu  ömrünün  sonuna  kadar  seveceğine,
bütün geleceğinin ona bağlı olduğuna, birbirlerini sevmekten
asla  vazgeçmeyeceklerine,  büyür  büyümez  onunla  hayatını
birleştirmeye  yeminler  eden  komşunun  oğlunu  aklından
geçirmiştir  belki.  Hayır  Liza;  demin  söylediğim  kız  gibi,
senin için de bir bodrum köşesinde veremden ölüp gitmek en
iyisi.  Hastane  var  diyorsun.  Keşke  götürseler,  ama  ya  ev
sahibeniz  senden  sonuna  kadar  faydalanmak  isterse?  Verem,
humma  değil  ki;  insan  son  nefesini  verene  kadar  ümidini
kaybetmez,  kendisini  sıhhatli  sanıp  avunur.  Patronun  da
istediği  bu  zaten.  Seni  rahat  bırakmaz;  canını  ona  sattığın
gibi,  paraca  da  borçlandığından  sesini  çıkarma  hakkın
kalmamıştır.  Ölürken  artık  işe  yaramaz  hale  geldiğin  için
hepsi  senden  uzaklaşır,  sana  sırt  çevirir.  Hatta  boşuna  yer
tuttuğun,  bir  an  önce  ölmediğin  için  sitem  bile  ederler.
Susadığın  zaman  suyunu  bile  küfürle  getirirler.  "Kaltağın
gebereceği  yok;  iniltilerinden  gözümüze  uyku  girmiyor;
müşteriler de tiksiniyor." derler. Doğru söylüyorum, bunu da


duydum.  Son  demlerinde  bodrumun  en  pis,  en  berbat,
karanlık, en rutubetli köşesine tıkarlar, yattığın yerde düşünür
durursun. Ölünce söylene söylene, yalapşap bir temizlikle her
şeyi  ortadan  kaldırıverirler;  ne  arkandan  dua  edenin,  ne
acıyanın  olur  ve  senin  yükünden  kurtuldukları  için  rahat  bir
soluk alırlar. Adi bir tabuta koyup, bugünkü zavallı gibi seni
de  mezarlığa  götürdükten  sonra,  anmak  için  soluğu
meyhanede  alırlar.  Mezarın  içi  vıcık  vıcık  çamurla,  suyla
doludur;  sulusepken  de  bir  yandan;  eh,  sana  nezaketle
davranmalarını  bekleyemezsin  ya.  "Hadi  indir  Vanyuha;
karının  kaderine  bak,  burada  bile  bacakları  havada  gidiyor.
Kes ipleri şeytanın dölü!" – "Adam sen de, böylesi de iyi." –
"İyi olur mu, baksana yan dönmüş. O da can taşımıyor muydu
be?  Neyse,  haydi  dök  toprağı!"  Senin  için  uzun  boylu  bir
tartışmayı bile çok görürler. Mezarı yaş, mavimtırak balçıkla
üstünkörü  örttükten  sonra  doğru  meyhaneye  koşarlar...  O
andan  itibaren  yeryüzüyle  ilişiğin  kalmaz.  Başkalarının
mezarlarını  çocukları,  babaları,  kocaları  ziyaret  eder,  ama
senin  ne  ağlayanın,  ne  yas  tutanın,  ne  ayinler  yapanın  olur;
dünyada tek bir canlı ziyaretine gelmez ve adın, hiç dünyaya
gelmemişsin  gibi,  yeryüzünden  silinip  gider!  Yattığın  çamur
dolu  bataklıkta,  geceleri,  ölüler  hortladığı  zaman  istediğin
kadar tabutunun kapağına vur... "Ne olur iyi insanlar, bırakın
da  yeryüzüne  çıkıp  biraz  daha  yaşayayım!"  diye  bağır,
"Dünyayı  bilmeden  yaşadım,  hayatımı  paçavraya  çevirdim,
Sennaya meyhanelerinde tükettim; izin verin iyi insanlar, bir
kere daha yaşayayım!"
Kendimi  öyle  kaptırmışım  ki,  gerçekten  heyecan
duyuyordum;  boğazım  da  kurumaya  başlamıştı  ve...  o  aralık
birdenbire  sözümü  keserek  korku  içinde  doğruldum;  başımı


ürkekçe  uzatarak  kulak  kabarttım,  yüreğim  de  küt  küt
atıyordu.  Gördüğüm  manzara  karşısında  sarsılmamak
mümkün değildi.
Bir süredir Liza’nın ruhunu altüst ettiğimi, kalbini kırdığımı
hissediyordum.  Bunu  hissettikçe,  gayeme  mümkün  olduğu
kadar  çabuk  varmak  istiyordum.  Oyun  beni  son  derece
sarmıştı; hoş, bu sadece oyun değildi ya...
Zoraki,  yapmacıklı,  kitap  gibi  konuştuğumu  biliyordum,
ama  ancak  "kitap  gibi"  konuşabiliyordum.  Fakat  bundan
sıkıldığım  yoktu;  karşımdakinin  beni  anlayacağını,  hatta  bu
kitap  gibi  konuşmanın  daha  çok  işime  yarayacağını
hissediyordum. Gene de yaptığım tesir karşısında ürkmüştüm.
Yok,  hayatımda  bu  derece  şiddetli  bir  umutsuzluğa  şahit
olmamıştım!  Liza  yüzü  koyun  yatmış,  yüzünü  iki  eliyle
sımsıkı  tuttuğa  yastığa  gömmüştü.  Göğsü  hıçkırıklardan
parçalanacak 
gibiydi. 
Körpe 
vücudu 
ıspazmoz
geçiriyormuşçasına 
sarsılıyordu. 
Hıçkırıklarını 
içinde
boğmaya  çalışıyor,  ama  ani  haykırışlar,  iniltiler  halinde
boşanıveriyordu.  O  zaman  başını  yastığa  daha  çok
bastırıyordu:  Istırabını,  gözyaşlarını  ev  halkından  tek  bir
kişinin  bile  görmesini  istemiyordu.  Yastığı  dişliyor,
kanatıncaya  kadar  elini  ısırıyor  (bunu  sonradan  fark  ettim),
dağılmış  saç  örgülerine  parmaklarını  daldırarak  soluğunu
tutuyor,  dişleri  kenetlenmiş  halde  kendinden  geçiyordu.  Ona
bir  şeyler  söyleyerek  sakinleşmesi  için  yalvarmak  istedim,
fakat buna cesaret edemeyeceğimi hissettim ve o anda nöbete
tutulmuş  gibi  tüm  vücudum  ürperdi;  giyinmek  için  el
yordamıyla  acele  acele  ayağa  kalktım.  Bütün  gayretime
rağmen karanlıkta çabuk giyinemiyordum. O sırada elime bir
kibrit  kutusu  ve  bir  şamdan  geçti.  Oda  aydınlanınca,  Liza


yatağında hızla doğruldu; yüzü çarpılmış, dudaklarında delice
bir  gülümsemeyle  manasız  bakışını  bana  dikmişti.  Yanına
oturarak  ellerini  tuttum;  kendine  gelerek,  sarılmak  için  bana
doğru atıldı, ama cesaret edemedi ve sessizce başını eğdi.
—  Liza,  yavrum,  bunu  yapmamalıydım...  affet  beni,  diye
başladım.
Fakat  ellerimi  parmaklarıyla  öyle  hızla  sıktı  ki,  sözlerimin
lüzumsuz olduğunu anlayarak sustum.
— İşte adresim Liza, bana uğra.
Başını kaldırmadan, kesin bir tavırla:
— Uğrarım... diye fısıldadı.
— Artık gideyim, hoşça kal...
Ben  kalkınca  o  da  kalktı;  sonra  birdenbire  kızarıp  ürperdi,
sandalyenin üzerindeki şalı alarak omuzlarına attı ve çenesine
kadar  sarındı.  Dudaklarında  gene  acıklı  bir  gülümseme
belirdi,  bana  kızararak  tuhaf  tuhaf  baktı.  İçim  sızlamıştı,  bir
an  önce  oradan  uzaklaşmak  istiyordum.  Sofada,  hemen
hemen kapının önünde beni paltomdan tutarak:
—  Azıcık  durun,  dedi  ve  mumu  aceleyle  masaya  bırakıp
içeri koştu.
Ya bir şey hatırlamış ya da bana göstermek istediği bir şeyi
almaya  gitmişti.  Dışarı  çıkarken  kıpkırmızıydı,  gözleri
parlıyordu,  dudaklarındaki  tebessüm  de  silinmemişti;  ne
olabilirdi?  İster  istemez  bekledim;  Liza  bir  dakika  sonra,
gözlerinde af diler gibi bir ifadeyle döndü. Zaten bu, deminki
karanlık, şüphe dolu, dik bakışlı yüz değildi. Şimdi yalvaran,


yumuşak  bir  ifadesi  vardı;  bakışlarında  da  şefkat,  güven
okunuyordu.  Çocuklar  sevdiklerinden  bir  şey  isterken  böyle
bakarlar. Açık kahverengi güzel gözlerinin hem sevgiyi, hem
nefreti yansıtacak bir canlılığı vardı.
Bana  –her  şeyi  kendiliğimden  anlayabilecek  insanüstü  bir
mahlûkmuşum gibi– hiçbir izahat vermeden, bir kâğıt uzattı.
O anda yüzünde adeta çocukça zafer parıltıları belirdi. Kâğıdı
açtım. Bu, ya tıbbiyeli ya da başka bir okuldan bir gencin pek
tumturaklı, pek şairane ama çok saygılı bir tarzda yazdığı bir
ilan-ı  aşk  mektubuydu.  Tabirleri  tam  olarak  aklımda
kalmamakla  beraber,  şişirme  ifadesine  rağmen,  yazıda
yapmacıksız,  samimi  bir  hava  vardı.  Mektubu  bitirince
Liza’nın çocuk gibi sabırsız, heyecanlı, merak dolu bakışıyla
karşılaştım.  Gözlerini  benden  ayırmıyor,  ne  söyleyeceğimi
bekliyordu.  Acele  acele,  hatta  biraz  da  iftihar  duyarak,  bu
gençle bir ailenin danslı toplantısında tanıştığını, ailesinin çok
iyi, olağanüstü iyi insanlar, gerçek bir aile olduğunu ve onun
hakkında henüz hiçbir şey bilmediklerini anlattı. Liza bu eve
de yeni gelmiş, kalmaya henüz karar vermemiş, borcunu öder
ödemez  ayrılacakmış...  O  öğrenci  de  toplantıdaymış,  bütün
akşam dans edip konuşmuşlar; sonunda, daha Riga’da, henüz
çocukken  birbirlerini  tanıdıkları,  hatta  beraber  oyun
oynadıkları  ortaya  çıkmış,  ama  bu  çok  eskidenmiş  tabii.
Çocuk  annesiyle  babasını  da  tanıyormuş,  fakat  ona  ait  hiç
bilgisi  yokmuş  ve  bu  durumu  da  hiç  ama  hiç  aklından
geçirmiyor, hiçbir şeyden de şüphelenmiyormuş! Bu mektubu
toplantının  ertesi  günü  (üç  gün  önce)  orada  bulunan  bir  kız
arkadaşı aracılığıyla yollamış ve... hepsi bu.
Liza  anlatmayı  bitirince  mahcup  bir  tavırla,  parıldayan
gözlerini kaçırdı.


Zavallıcık  mektubu  üstüne  titrediği  bir  servet  gibi
saklıyordu;  onu  da  namusuyla,  içten  seven,  saygılı  davranan
bir  delikanlının  olduğunu  bilmeden  gitmemi  istememişti.
İhtimal bu mektup hiçbir sonuç vermeden kızın çekmecesinde
kalacaktı. Ama öyle de olsa Liza’nın onu bir servet, şerefini
temize  çıkaran  bir  belge  gibi  ömrünün  sonuna  kadar
saklayacağından  emindim;  işte  şimdi  de  bunu  hatırlamış,
düşük bir kız gibi görünmemek, takdirimi kazanmak için saf
bir  gururla  bana  göstermişti.  Ses  çıkarmadan  elini  sıkarak
ayrıldım. Bir an önce gitmek için can atıyordum... Sulusepken
hâlâ  devam  ettiği  halde  eve  kadar  yürüdüm.  Harap  olmuş,
ezilmiştim,  şaşkınlıktan  hâlâ  kurtulamamıştım.  Fakat  bu
şaşkınlığın  arasından  gerçeği  yavaş  yavaş  seçmeye
başlamıştım. Hem de olanca çirkinliğiyle!


VIII
Ama  ben  o  gerçeği  kolay  kolay  kabul  etmek  istemedim.
Kasvetli rüyalarla dolu birkaç saatlik kurşun gibi bir uykunun
ardından  bir  gün  önce  olanları  hatırlayınca  Liza’ya  karşı

Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin