sevdiğim kadını hepsini kaybettim. İşte silahlar. Ben silahımı
boşa atıyor ve... ve seni affediyorum!’ Bunu söylerken havaya
ateş edip ortadan kaybolurum..."
Bütün bu sıraladıklarımın "Silvio"dan
[20]
Lermontov’un
"Maskarad"ından parçalar olduğunu pekâlâ biliyordum, yine
de gözlerim yaşaracak kadar duygulanmıştım. Birdenbire öyle
bir utanç duydum ki, kızağı durdurarak indim, sokağın
ortasında karda öylece kalakaldım. Vanka şaşkın şaşkın, arada
bir iç geçirerek bana bakıyordu.
Ne yapmalıydım? Oraya gitmem basbayağı saçmalıktı, ama
niyetimden de cayamazdım, çünkü sonunda... Tanrım! Artık
gitmemek olur muydu hiç! Bunca hakaretten sonra!
— Hayır, olmaz! diye bağırarak tekrar kızağa atladım.
Kader böyleymiş, alnımın yazısı bu! Çek, oraya çek!
Sabırsızlıkla arabacının boynuna bir yumruk indirdim.
Zavallıcık:
— Ne oluyorsun bey, niye vuruyorsun? diye sızlandı.
Gene de atı öyle bir kırbaçladı ki, hayvancağız çifte atmaya
başladı.
Kar hızını artırmıştı, ama aldırdığım yoktu; paltomun
yakasını açmıştım. Artık kafamda her şey silinmişti;
Zverkov’u tokatlamaya öyle kararlıydım ki, dehşetle, bunun
kesinlikle ve hemen şimdi gerçekleşeceğini, hiçbir kuvvetin
bunu durduramayacağını hissediyordum. Kar bulutu arasında
tek tük görünen sokak fenerleri cenaze alayındaki hazin
meşaleleri andırıyordu. Kar paltomdan redingotuma,
boyunbağımın içine dolmuş eriyordu, ama yakamı
kapatmadım: Nasıl olsa her şey mahvolmuştu! Nihayet
vardık. Kendimi bilmez bir halde kızaktan atlayarak
merdiveni koşa koşa çıktım ve kapıyı yumruklamaya,
tekmelemeye başladım. En çok ayaklarım, dizlerim acıyordu.
Kapıyı, sanki gelişimi bekliyormuş gibi hemen açıverdiler.
(Gerçekten de Simonov, birisinin daha geleceğini haber
vermişti; buraya hep haberli gelmek ve umumiyetle ihtiyatlı
hareket etmek lazımdı. Ev, polislerimizin çoktandır
temizlediği, o zamanın "moda mağazalarından" biriydi.
Gündüzleri gerçekten mağaza olan bu binaya geceleri ancak
tavsiye üzerine misafir kabul edilirdi.) Hızlı adımlarla
karanlık dükkândan geçip içeride tek bir mum yanan, iyi
bildiğim salona geçince şaşkınlıktan durakladım: Ortada
kimsecikler yoktu. Birisine:
— Neredeler? diye sordum.
Tabii hepsi dağılıp gitmişlerdi...
Karşımda alık alık sırıtan kadın ev sahibiydi; beni az çok
tanıyordu. Bir dakika sonra kapı açıldı, başka birisi girdi.
Fakat ben hiçbirine bakmadan odada dolaşıyor ve sanırım
kendi kendime konuşuyordum. Sanki ölümden kurtulmuş
gibiydim ve bunu bütün varlığımla hissediyordum: Keşke
tokadı da atabilseydim, mutlaka ama mutlaka tokatlardım!
Ama hiçbiri yoktu... hepsi kaybolmuş, durum değişmişti!..
Bakınıp duruyordum. Hâlâ kendime gelememiştim. O aralık
gözlerim salona giren kıza takıldı: Karşımda genç, körpe,
biraz solgun bir yüz gördüm; kızın düz, koyu kaşlarıyla ciddi,
sanki hayret dolu bakışı hoşuma gitti. Sırıtsaydı ondan nefret
edecektim. Henüz düşüncelerimi toparlayamadığımdan,
kendimi zorlayarak, dikkatle yüzüne bakmaya çalıştım. Kızın
yüzünde saflık, yumuşaklık ve tuhaf denecek derecede
ciddilik okunuyordu. Ama bu halinin ona burada
kaybettirdiğini düşündüm; bizim budalalardan hiçbiri onu
fark etmemişti herhalde. Gerçi uzun boyluydu, sağlıklı,
biçimli bir vücudu vardı, ama çok da güzel sayılmazdı. Çok
sade giyinmişti. Kötü bir hissin etkisinde kıza doğru
yürüdüm...
O aralık tesadüfen aynada kendimi gördüm. Karmakarışık
saçlarım, altüst olmuş sapsarı, haşin, çirkin yüzümü son
derece iğrenç buldum. "Pekâlâ, varsın öyle olsun." diye
düşündüm, "Beni çirkin bulursa daha memnun olurum..."
VI
Bölmenin öbür yanından çalar saatin, birinin son nefesini
andıran hırıltılı sesi duyuldu. Tabii olmayan bu uzun hırıltıyı
yere bir şey devrilince çıkan sesi andıran tiz, gayet çirkin
sesler takip etti. Saat ikiyi çalmıştı. Birden kendime geldim;
zaten derin uyumuyor, biraz kestiriyordum.
Kocaman bir elbise dolabı, şuraya buraya dağılmış şapka,
elbise kutuları, bir sürü paçavralar, elbise parçaları, dar, basık,
karanlık odayı tıka basa doldurmuştu. Odanın bir ucunda,
masanın üstünde duran mum parçası tükenmek üzereydi.
Zaman zaman hafifçe parlayıveriyordu. Birkaç dakika sonra
ortalık tam bir karanlığa gömülecekti.
Ayılmam güç olmadı; her şey birdenbire, kolaylıkla,
saldırmak için fırsat kolluyormuş gibi kafama hücum
ediverdi. Zaten ondan önce de zihnimin bir köşesinde, bir
türlü silemediğim, uykulu hayallerimin etrafında dolaştığı
sabit bir nokta vardı sanki: İşin tuhafı, uyandıktan sonra o gün
başıma gelenlerin hepsini, uzun süre önce, çoktan olup bitmiş
şeyler gibi hatırladım.
Kafam iyice sersem gibiydi. Sanki kafamın üstümde bir şey
uçarak bana çarpıyor, kışkırtıyor, rahatsız ediyordu. İçimde
yine sıkıntı ve hırs kabarıyor, taşacak yol arıyordu. Birdenbire
yanımda beni merak ve ısrarla inceleyen bir çift göz gördüm.
Bakışı soğuk, kayıtsız, gamlı, tamamıyla yabancıydı ve insana
ağırlık veriyordu.
Kafamda kasvetli bir düşünce beliriverdi ve tıpkı rutubetli,
havasız yeraltına inerken duyduğum sıkıcı duyguyu andıran
berbat bir duygu vücuduma yayıldı. Kara gözlerin beni ancak
şimdi incelemeye başlaması hiç de tabii değildi. Bu mahlûkla
iki saat içinde tek kelime konuşmadığımı, buna hiç lüzum
görmediğimi hatırladım; hatta demin bu halden hoşlanmıştım
bile. O anda, aşkın olmadığı yerde olanca kabalığı ve
hayasızlığıyla başlayan fuhşun manasızlığını ve örümcek
misali iğrenç bir şey olduğunu apaçık görebiliyordum.
Gözlerimizi birbirimize dikerek uzun uzun bakıştık, ama kız
ne bakışlarını kaçırdı ne de manasını değiştirdi; sonunda
korkuya kapılmıştım. Bu durumdan bir an önce kurtulmak
için kesik kesik:
— Adın ne senin? diye sordum.
— Liza.
Hemen hemen fısıldayarak, ama oldukça soğuk bir tavırla
cevap vererek bakışlarını kaçırdı.
Ses çıkarmadım. Sonra sıkıntı içinde ellerimi başımın altına
koyup tavana bakmaya başladım. Kendi kendime konuşur
gibi mırıldandım:
— Bugünkü hava da... karlı... Berbat!
Kız cevap vermedi. Çok çirkindi tüm bunlar. Az sonra
başımı ona doğru çevirerek adeta öfkeyle:
— Buralı mısın? diye sordum.
— Hayır.
— Nerelisin?
— Riga’danım, dedi.
— Alman mısın?
— Rusum.
— Buraya geleli çok oldu mu?
— Nereye?
— Bu eve.
— İki haftadır...
Konuşması gitgide kesikleşiyordu. Mum sönmüştü; yüzünü
seçemiyordum.
— Annen baban var mı?
— Evet... hayır... var...
— Onlar nerede?
— Orada... Riga’da.
— Neyin nesidirler?
— Öyle işte...
— Ne öylesi? Ne iş tutarlar, kimlerdendir?
— Oranın yerlilerinden.
— Beraber mi otururdunuz?
— Evet.
— Kaç yaşındasın?
— Yirmi.
— Niye bıraktın onları?
— Öyle...
Bu öyle, "Bırak artık, canımı sıkma." demekti. Sustuk.
Niçin kalkıp gitmediğimi Tanrı bilir. İçim daralıyor,
bunalıyordum. O günün olayları karmakarışık bir şekilde
aklıma gelmeye başladı. Birdenbire, sabah daireye yetişmeye
çalışırken sokakta gördüğüm bir sahneyi hatırladım.
Konuşmak
istemediğim
halde,
kazayla
ağzımdan
kaçırıverdim:
— Bugün bir tabutu kaldırırken az kalsın düşürüyorlardı.
— Tabutu mu?
— Evet, Sennaya’da; bir bodrumdan çıkarıyorlardı.
— Ne bodrumu?
— Bodrum değil de, bodrum katı... oraları bilirsin... kötü bir
evdi... Etraf öyle pisti ki... Çöp, meyve kabukları... kokudan
durulmuyordu...
Bir sessizlik oldu. Sırf sessizliği bozmak için gene
başladım:
— Doğrusu bugün cenaze çıkacak gün değil!
— Niye?
— Kar... çamur... (Esnedim.)
Kız, kısa bir sessizlikten sonra:
— Hepsi bir, dedi.
— Yok, böylesi pek fena... (Yeniden esnedim.) Mezarcılar
karın altında ıslandıkça küfrü basar. Mezarın içi de su dolar
kesin.
— Mezarda su ne arar?
Bunu merakla, fakat daha kesik, sert bir sesle sormuştu.
içimden bir şeyler dürtmeye başladı.
— Tabii, dipte altı verşok kadar su birikir. Volkovo’da bir
tek kuru mezar kazamazsın.
— Neden?
— Nedeni var mı? Orası rutubetli bir yer de ondan. Buraları
hep bataklık zaten. Ölüyü de doğruca suyun içine bırakırlar.
Kaç kere kendim gördüm...
(Ne görmüş ne de Volkovo Mezarlığı’na adım atmıştım;
yalnızca başkalarından duymuştum).
— Ölmekten korkmuyor musun?
Kendini korumak ister gibi:
— Neden ölecekmişim? dedi.
— Günün birinde öleceksin elbet; hem de tıpkı söylediğim
kız gibi... Şey, o da senin gibi bir kızdı... Veremden ölmüş.
— Kızcağız hastanede ölseydi keşke...
(Kızcağız dediğine göre, olayı duymuş galiba, diye
düşündüm.)
Münakaşa beni gitgide sarıyordu.
— Patrona borcu varmış. Veremli olduğu halde sonuna
kadar o evde çalışmış. Etraftaki arabacılar askerlere
anlatıyordu. Belli ki ahbaplıkları vardı. Gülüşüyorlardı. Sonra
da kızı anmaya meyhaneye gitmeye hazırlanıyorlardı.
(Bunların çoğunu uydurdum.)
Bir sessizlik daha oldu. Kıpırdanmıyordu bile. Devam
ettim:
— Peki, hastanede ölmek daha mı iyi sanki?
— Hepsi bir değil mi? Hem durup dururken ne diye
öleyim?
— Şimdi ölmezsen bile sonunda olacağı bu.
— O zaman düşünürüz...
— Tamam! Bugün gençsin, güzelsin, körpesin; değerin de
ona göre tabii. Ama bir yıl bu hayatı sürdükten sonra ne hale
gelirsin bakalım; çöker, solarsın.
— Bir yıl içinde mi?
— O kadar değilse bile, bir yıl sonra daha az para edeceğin
kesin, diye kötücül bir haz içinde devam ettim. Buradan daha
aşağı, daha kötü bir eve düşersin. Bir yıl daha geçince ondan
da kötü, üçüncü bir yere atarlar, altı yedi yıl sonra sıra
Sennaya bodrumlarına sıra gelir. O kadar olsa, şükret. Ama
bunların üstüne bir de hastalığa tutulursan... ciğerlerin
zayıflar, soğuk alırsın ya da bunun gibi bir şey... Bu hayatta
hastalık da insanı kolay kolay bırakmaz. Ölür gidersin.
— Ölürüm, ne olacak?
Sesi hırçındı, yattığı yerde hızla kıpırdandı.
— Yazık olur.
— Kime?
— Hayatına.
Sessizlik oldu.
— Nişanlın var mıydı senin?
— Neden soruyorsunuz?
— İstersen söyleme, seni zorlayacak değilim. Bana ne. Niye
darıldın? Sen de kendine göre acılar çekmişsindir. Bunlar beni
ilgilendirmez, ama ne de olsa acıyorum...
— Kime?
— Sana.
Yine kıpırdanıp duyulur duyulmaz bir sesle:
— Ziyanı yok... diye mırıldandı.
Bu hali sinirime dokundu. Şuna bakın! Ben tatlı tatlı
konuştuğum halde o...
— İyi ama, ne sanıyorsun, tuttuğun yol iyi yol mu?
— Hiçbir şey sandığım yok.
— En kötüsü bu zaten. Daha geç kalmadan kendine gel.
Henüz vakit var. Gençsin, güzelsin; birisini sevip evlenebilir,
mesut olursun...
Lafımı ağzıma tıkarcasına sert bir sesle kestirip attı:
— Her evlenen mesut olmaz!
— Hepsi olmaz, doğru; gene de evlilik buradaki hayatından
daha iyidir. Kıyaslanmayacak derecede iyidir. Hele aşk
olduktan sonra saadetsiz yaşanabilir. Hayat, kederiyle,
acısıyla da güzeldir. Yaşamak nasıl olursa olsun arzu edilir.
Halbuki burada... çirkeften başka ne var? Üf!
Başımı tiksintiyle öteye çevirdim. Artık soğuk, boş
konuşmuyordum. Yavaş yavaş neler söylediğimi fark etmeye,
heyecanlanmaya başlamıştım. Köşemde tek başımayken
biriktirdiğim fikirleri dökmek için sabırsızlanıyordum. İçimde
bir şey alevlenmiş, önümde bir gaye "belirmişti" sanki.
— Benim burada bulunuşuma bakma, dedim. Ben sana
örnek olamam. Aslında belki senden de fena bir adamım...
Sonra hemen kendimi aklamaya çalıştım:
— Gerçi buraya sarhoş olduğum için geldim. Hem de
kadınla erkek bir olmaz. Aralarında dağlar kadar fark var. Ben
böyle yerlerde istediğim kadar kirleneyim, gene de kimsenin
esiri olmadığımdan canım isteyince çeker giderim. Bir
silkinişte üzerimde tek bir leke kalmaz, tertemiz olurum. Ama
sen öyle değilsin. Sen esirsin. Evet, esir! İraden dahil, her
şeyini teslim ediyorsun. İlerde zincirlerini koparmak istesen
de elinden gelmez: Bunlar seni gitgide daha sıkı, kıskıvrak
bağlar. Bu zincirlerin ne melun olduklarını gayet iyi bilirim.
Sana daha başka şeylerden bahsetmeyeceğim, muhtemelen
anlayamazsın zaten; söyle bakalım: Şu patrona borçlu musun?
Gördün mü!
Halbuki kız bana cevap vermemişti; sessizce söylediklerimi
dinliyordu.
— İşte sana bir zincir! İşi öyle sıkı tutarlar ki, dünyada
kurtulamazsın. Ruhunu şeytana satmaktan farkı yok, sonra...
Ne biliyorsun, belki ben de... bedbaht bir insanım; belki
kendimi bu çirkefe bile bile, iç sıkıntısından atıyorum.
İnsanlar kederden içerler bazen, işte ben de kederden
buradayım belki. Söyle şimdi, iyilik bunun neresinde? Demin
seninle... birleştik... Ama birbirimize tek kelime söylemedik;
daha sonra sen de, ben de vahşiler gibi gözlerimizi dikerek
birbirimize bakmağa başladık. Sevişmek bu mu? İnsanlar
böyle mi birleşmeli? Buna rezaletten başka ne denir, rezalet
işte!
Telaşlı, tiz bir sesle beni onayladı:
— Evet!
Bu "evet"i söylerken gösterdiği telaş beni hayli şaşırttı.
Demin yüzüme bakarken o da bunları mı düşünüyordu acaba?
Şu halde bazı fikirleri kavrayacak kabiliyette miydi? "Bu
Dostları ilə paylaş: |