romantikliğim yüzünden kendi kendime etmediğimi
bırakmazdım. Kimseyle konuşmak istemezken birdenbire
öyle değişiyordum ki, dairedekilerle yalnız konuşmak değil,
artık arkadaşlık etmek istiyordum. Onlara karşı duyduğum
soğukluk birden kayboluyordu. Kim bilir, belki bu duyguların
zaten aslı yoktu; kitaplardan kapma, yapmacık duygulardı. Bu
meseleyi şimdiye kadar çözemedim. Bir aralık dostluğumuz
öyle arttı ki, evlerine gidip gelmeye, prafa oynamaya, birlikte
votka içmeye, şundan bundan, iktisattan filan bahsetmeye
başladım... Fakat müsaade ederseniz, burada biraz konu
dışına çıkayım.
Biz Ruslarda, genel olarak şu manasız, aklı yıldızlarda
Fransız veya Alman romantiklerine rastlayamazsınız; hele
Fransızlar, bütün Fransa barikatlarda can vermek üzere olsa,
nezaket için olsun değişmez, ömürlerinin sonuna kadar aptal
aptal yıldızlara şarkılar söylemeye devam ederler. Bizde, Rus
toprağında
aptal
bulunmadığını
biliyoruz;
Alman
diyarlarından farkımız da budur. İşte bunun içindir ki,
Rusya’da saf, aklı yıldızlarda gezen hayalci tipler yoktur.
Bütün o Kostancoğullarını, Pyotr İvanoviç amcaları
[9]
idealimiz olarak görmek, bazı "ağırbaşlı" yazarlarımızla
eleştirmecilerimizin budalaca hülyaları olmaktan öteye
geçmemiştir;
bizim
romantiklerimizi
Almanya’nın,
Fransa’nın aklı yıldızlardaki romantiklerine çeviren de
onlardır. Halbuki Rus romantiklerinin nitelikleri, aklı
yıldızlardaki romantiklerin niteliklerine taban tabana zıttır ve
Avrupa ölçülerinin hiçbiri bize uygulanamaz. (Müsaadenizle
şu eski saygıdeğer, şerefli ve herkesçe bilinen "romantik"
kelimesini kullanacağım.) Bizim romantiğin özelliği, her şeyi
anlamak, her şeyi görmek, hatta çoğu zaman en olumlu
zekâların üstüne çıkarak onlardan daha açık görebilmek, hiç
kimseye hiçbir suretle boyun eğmemek, ayrıca hiçbir şeyi hor
görmemek, ilgisiz kalmamaktır; bunlar siyasi davranıp
dolambaçlı
yollardan
yürüyerek
anlaşmazlıklardan
kaçınmayı, (lojman, emeklilik hakkı, nişanla taltif gibi) maddi
çıkarları göz önünde tutarak gayelerine estetik heyecanlarla,
ciltlerce şiir kitaplarıyla ulaşmayı âdet edinmişlerdir, öte
yandan ömürlerinin sonuna kadar "güzel ve yüksek şeyler"i
içlerinde saklar, hep o güzel, yüksek şeylerin uğruna
kendilerini de sanki mücevhermişler gibi mahfazalar içinde
saklamaya çabalarlar. Bizim romantik, geniş bir adamdır, aynı
zamanda madrabazın madrabazıdır... bunu tecrübeme
dayanarak söylüyorum. Şüphesiz bu, romantiğin zekâsına
bağlıdır. Aman, ben de neler söylüyorum! Bizim romantik
daima zekidir; asıl söylemek istediğim, arada bir ahmak
romantiklerin de çıktığıydı, ama bunları hesap dışı bırakmak
en iyisi, çünkü bunlar, en verimli çağlarında tam manasıyla
Almanlaşıp, cevherlerini daha rahat muhafaza edebilmek için
Weimar’a ya da Karaorman’a yerleşirler. Çalıştığım dairedeki
görevimi bütün kalbimle küçümsüyor, sadece mecburiyet
yüzünden, oradan ekmek yediğim için açıktan açığa
kötülemiyordum.
Dikkatinizi
çekerim,
sonuçta
kötülemiyordum işte. Bizim romantik, (pek seyrek olmakla
beraber) aklını kaçırsa da, önünde başka bir iş fırsatı yoksa,
işini kötülemez ve "İspanya Krallığı"
[10]
vehimleri tam bir
çılgınlık hali alıp tımarhaneye gönderilmedikçe de kapı dışarı
edilmez. Fakat sapıtanlar ancak cılız, soluk, sarışın birkaç
kişidir. Romantiklerin büyük çoğunluğu zamanla birer
kodaman olurlar. Hepsinde insanı şaşırtan bir duygu bolluğu,
birbirine zıt hisler beslemeye karşı öyle aşırı bir istidat vardır
ki! O zamanlar bu düşüncelerle teselli bulurdum, fikirlerim
hâlâ değişmemiştir. Bizde düşüşlerinin son basamağında bile
ideallerini kaybetmeyen o "geniş yaradılışlılar"ın bu kadar
çok olması da bu yüzdendir. Gerçi idealleri için kılları
kıpırdamayan azılı birer haydut, hırsızdılar ama, o ilk ideale
duydukları saygı kaybolmamıştır; ruh bakımından namuslu
sayılabilirler. Evet efendim, en kaşarlanmış ahlaksızların ruh
bakımından son derece namuslu kalabilmeleri ancak bizde
mümkündür. Tekrar ediyorum, romantiklerimiz arasından
açıkgöz, düzenbaz (düzenbaz kelimesini iltifat olarak
kullanıyorum) sık sık çıkıyor; gerçeklik duygusu, olumlu
bilgileri birdenbire o derece kuvvetleniyor ki, şefleri şaşkına
dönüyor, etrafın ağzı açık kalıyor.
Gerçekten şaşılacak bir ruh çeşitliliği! Artık ileride bunun
ne şekil alıp nasıl gelişeceğini, yarınımız için neler vaat
ettiğini Tanrı bilir! Nasıl olsa eldeki malzeme yabana atılacak
gibi değil! Bunu gülünç, kokmuş bir milliyetçiliğin etkisinde
söylemiyorum. Fakat eminim ki, siz sözlerimi alay kabul
ediyorsunuz. Kim bilir, belki de tam tersine, bunların gerçek
düşüncelerim olduğuna eminsiniz. Ne olursa olsun baylar,
benim hakkımdaki fikirleriniz bana şeref, özellikle de büyük
bir memnunluk verecektir. Konu dışına çıkmamı da lütfen
bağışlayın.
Arkadaşlarımla dostluğum uzun sürmüyor, çabucak aramız
soğuyordu elbette; toyluğum yüzünden işi selamı sabahı
kesmeye kadar vardırıyordum. Bununla beraber böyle bir
yakınlaşma sadece bir kere oldu. Geri kalan zamanlarda
umumiyetle yalnızdım.
Evde en çok okumakla vakit geçiriyordum. Böylece içimde
kabaran duyguları dış etkilerle bastırmak istiyordum. Okumak
bana uygun tek dış etkiydi. Okumaktan şüphesiz çok
faydalanıyordum: Kitaplar bana zevk, heyecan, ıstırap
veriyordu. Zaman zaman son derece bıktırdığı da oluyordu.
Ne de olsa hareket ihtiyacı duyuyordum ve o zaman
birdenbire, koyu, bulanık, çirkin –sefih bile değil– bir sefihçik
olma arzusuna kapılıyordum. İhtiraslarım, özentilerim her
zamanki mariz hırçınlığım yüzünden keskin, yakıcıydı. Böyle
zamanlarda gözyaşlarıyla, çırpınmalarla karışık isteri
buhranları bile geçiriyordum. Okumaktan başka yapılacak
işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık,
beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum.
İçimde bir sıkıntı gitgide kabarıyor, çelişmelerle,
uyumsuzluklarla karşılaşma arzusuna kapılıyor ve bunun
üzerine sefihliğe başvuruyordum. Bu uzun boylu laflarla
kendimi haklı göstermek istediğimi sanmayın... Ama bu da
doğru değil! Yalan söyledim! Tam tersine, kendimi temize
çıkarmak istiyorum. Bu da benim için uyarı olsun baylar.
Yalan söylemekten kaçınmalıyım. Söz verdim.
Sefahat âlemlerimi tek başıma, geceleri, gizli, korka korka,
utanarak yapardım; utanç duygusu bir an bile peşimi
bırakmaz, en iğrenç anlarda adeta bir lanetleme hali alarak
beni ezdikçe ezerdi. O zaman bile ruhumda bir yeraltı vardı.
Kabahatlerimi işlerken birisiyle karşılaşıp görülmekten,
yakalanmaktan dehşetle korkardım. Bu yüzden birbirinden
karanlık, şüpheli yerlerde dolaşırdım.
Bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken
aydınlanmış pencereden, bilardo masası etrafında istekalarla
dövüşen oyuncular gördüm; arkasından birini pencereden
dışarı attılar. Başka zaman bunu çirkin bulurdum, fakat o anda
nedense, dışarı atılan herifi kıskandım; o derece kıskandım ki,
"belki ben de birisiyle kavga ederim, beni de dışarı atarlar"
ümidiyle meyhaneye girip bilardo odasına sokuldum.
Sarhoş değildim. Ama can sıkıntısı insanın başına böyle
isterik haller sardırıyor! Yazık ki umduğum çıkmadı.
Pencereden atılacak bir adam olmadığım anlaşıldı ve
kimseyle dövüşemeden meyhaneden çıktım.
Oraya ayak basar basmaz bir subay beni bozdu.
Bilardo masasının yanında yolu kapadığımın farkında
olmadan duruyordum. Geçmek isteyen subay, hiçbir şey
söylemeden beni omuzlarımdan kavradığı gibi –hiç haber
vermeden, bir açıklama bile yapmadan– durduğum yerden
beriye çekti ve hareketinin farkında değilmiş gibi önümden
geçti. Dayağı affedebilirdim, fakat bu adamın hiç ehemmiyet
vermeden beni yerimden alıp öteye koymasına dehşetli
içerledim.
Aramızdaki kavganın usulüne uygun, edebi bir kavga
olması için, kör olayım, neler vermezdim! Halbuki bana bir
sinek kadar değer vermediler. Subayın boyu on verşok
[11]
vardı; halbuki ben ufak tefek, cılız bir adamdım, ama kavgaya
yol açmak elimdeydi. Sesimi çıkarsaydım elbette beni de
pencereden fırlatırlardı. Ama vazgeçtim... hiddet içinde
çekilmeyi tercih ettim.
Meyhaneden şaşkın, heyecan içinde çıkarak doğruca eve
gittim; ama ertesi gün zavallı sefihliğime eskisinden daha
ürkek, miskin, neşesiz, adeta gözlerim yaşlı olarak devam
ettim. Subaydan korktuğum için çekindiğimi falan sanmayın:
Aslında hiç de korkak değildim ama bir hadiseyle karşılaşınca
tabansızlık gösteriyordum; gülmeyin, bunun da açıklaması
var. Zaten benim öyle veya böyle açıklayamayacağım mesele
yoktur.
Ah ne olurdu, şu subay düelloyu kabul edenlerden olsaydı!
Halbuki bu bay bilardo istekalarını kullanmayı ya da
Gogol’ün Teğmen Pirogov’u
[12]
gibi üst makama başvurmayı
sevenlerdendi (ne yazık! Çoktandır böylelerine rastlanmıyor).
Bunlar düelloya hiç yanaşmaz, hele bizim gibi sivillerle
dövüşmeyi büsbütün yakışıksız sayarlar. Zaten düelloyu da
genel olarak akla sığmaz bir serbest fikirlilik, Fransız icadı bir
manasızlık olarak görürler, ama kendileri, hele boyları on
verşoku buluyorsa, ötekine berikine çatmaktan geri kalmazlar.
O günkü çekingenliğim korkaklığımdan değil, hudutsuz
gururumdan geliyordu. Gözümü korkutan ne subayın on
verşok boyu, ne dayağın acısı ne de pencereden atılmaktı;
bunları göze alacak kadar maddi cesaretim vardı, fakat
manevi cesaretim yoktu. Bilardonun sayılarını kaydeden
edepsiz heriften, herkese sokulan, yakası bir karış yağ içinde,
kokmuş, sivilceli, mendebur bir memura kadar bütün orada
bulunanların itiraz şeklimi, edebi üslubumu anlamayarak beni
alaya almalarından korkuyordum. Çünkü bizde şeref
meselelerini, yani şerefi değil de ona ait meseleleri ( point
Dostları ilə paylaş: |