mecburi olduğunu nereden biliyorsunuz? İnsan iradesinin bu
derece ıslaha muhtaç olduğu hükmünü neye göre
veriyorsunuz? Kısacası, böyle bir ıslahın insana gerçekten
fayda sağlayacağına nasıl karar verdiniz? Açık konuşalım;
aklın ve aritmetiğin desteklediği gerçek, normal çıkarlara
karşı gelmemenin insan için daima faydalı olduğuna, hepimiz
için bir kanun sayılacağına neden bu kadar kuvvetle
eminsiniz? Bu şimdilik bir tahminden ibarettir. Bunu mantık
kanunu kabul etsek bile insanlığa uygulanamayabilir. Yoksa
deli olduğumu falan mı sanıyorsunuz baylar? Müsaade
buyurun, açıklayayım. İnsanın yaradılıştan yapıcılığa, onu
şuurlu olarak gayesine ulaştıracak bir mühendisliğe, yani
daima, nereye doğru olursa olsun kendine yol açmaya
mahkûm edilmiş bir mahlûk olduğunu kabul ederim. Kim
bilir, belki de sırf bu yol açma mecburiyeti yüzünden arada
başka yönlere sapmak isteği duyar; o içi dışı bir işadamları
umumiyetle akıldan yana züğürt olmakla beraber, açmaya
uğraştıkları yolun hemen her zaman bir yerlere gittiğinin
farkındadırlar ki, önemli olan da istikamet değil, yolun varlığı
ve aklı başında evlatlarımızın mühendislik sanatını ihmal
etmeyerek akıllı uslu çalışmalarıdır, hem bilindiği gibi,
tembellik bütün kusurların anasıdır. İnsan yapıcıdır, yeni
yollar açmayı sever, bu su götürmez bir gerçektir. Fakat neden
acaba bir yandan da yıkmaya, her şeyi kaos haline getirmeye
bayılır? Haydi buna cevap verin bakalım! Bu konuda ayrıca
birkaç söz söylemek istiyorum. İnsanın her şeyi yıkıp kaos
haline getirmeyi sevmesi (bazen bunu yapmaktan zevk aldığı
inkâr edilemez), üzerinde uğraştığı yapıyı bitirmekten,
gayesine ulaşmaktan içgüdüsel olarak ürkmesinden mi
kaynaklanıyor yoksa? Kim bilir, belki eserini yakından değil
de sadece uzaktan sevmektedir; belki binayı yalnız
yapmaktan hoşlanıyor, içinde yaşamak istemiyor, bitirince
onu karıncalara veya koyunlar vs. gibi animaux
domestiques’e
[8]
terk etmeyi tercih ediyordur. Halbuki
karıncalar bu konuda bambaşka bir âlemdir: Karınca yuvası
denilen, temeli sonsuzluğa kadar yıkılmaz harikulâde bir
yapıları vardır.
Saygıdeğer karıncalar gözlerini yuvada açar, besbelli orada
kaparlar; bu müspet ve sebatkâr davranışlarıyla da büyük bir
onuru hak ederler. Fakat insan hercai, bir dalda durmaz bir
yaratıktır ve belki de satranç oyuncuları gibi gayeyi değil,
gayeye giden yolu sever. Kim bilir (emin olamayız tabii) belki
de insanların yeryüzünde ulaşmaya çalıştığı tek gaye, bu
gayeye ulaşma yolundaki daimi çaba, başka bir deyişle
hayatın ta kendisidir, yani iki kere iki dört cinsinden bir
formül olan gaye değildir; zaten iki kere iki dört, hayat
değildir baylar, ölümün başlangıcıdır. Hiç değilse insan, bu iki
kere ikiden daima ürkmüştür; ben hâlâ ürküyorum. İnsan
bütün ömrünü iki kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler
aşar, hayatını harcar, fakat yemin ederim, arayıp gerçekten
elde etmekten korkar. Çünkü onu bulur bulmaz artık erişecek
şeyi kalmayacağını bilmektedir. İşçiler işlerini tamamladıktan
sonra, hiç olmazsa aldıkları parayla meyhaneye gider, oradan
karakola düşerler; işte size en aşağıdan bir haftalık meşgale.
Fakat bizler nereye gideriz? Onun için gayeye her yaklaşmada
bir huzursuzluk hissedilir. İnsan gayeye ulaşmak için
çalışmayı sever, fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal hiç
şüphesiz çok gülünçtür. Şu halde insan daha doğuştan gülünç
bir yaratıktır, işin hoş tarafı da budur zaten. Gene de, ne
olursa olsun, şu iki kere iki pek musibet bir şey. Bana göre iki
kere iki sadece bir küstahlıktır efendim. İki kere ikiyi
yolumuzun ortasında külhanbeyi gibi durmuş, elleri belinde,
ortalığı tükürüğe boğarken düşünüyorum. İki kere iki dördün
üstünlüğünü kabul ediyorum elbette; fakat her şeyi hoş
görmeye karar verdikten sonra, iki kere ikinin beş etmesinden
bile hoşlanmak mümkündür.
Peki ama, siz insan çıkarının yalnızca doğal, olumlu
konularda, yani tek sözcükle refahta, olduğuna niçin bu kadar
eminsiniz, niçin ciddi olarak inanıyorsunuz? Aklın çıkarla
ilgili konularda aldandığı olmuyor mu? İnsan refahtan başka
şeyi de sevemez mi? Belki ıstıraptan da aynı derecede
hoşlanıyordur? Hatta ıstırabın saadet kadar faydalı olması da
mümkündür, insanın sırasında acıyı ihtirasa varan derecede
sevdiği bir gerçektir. Bunu anlamak için dünya tarihine
başvurmaya lüzum yok, hayatın ne olduğunu bilen bir
insansanız kendi kendinize danışın, yeter. Şahsi kanaatime
göre, yalnız refahı sevmek biraz ayıptır bile. İyi midir, fena
mıdır orasını bilmem ama, bazen bir şey devirip kırmanın da
kendine göre tadı oluyor. Bu bakımdan ne başlı başına refahı
ne de ıstırabı tutarım. Ben... şahsi kaprisimden, onu her
istediğim anda tatmin edebilmek imkânından yanayım.
Istırabın vodvillerde yeri olmadığını biliyorum. Billur saraya
ise büsbütün yakışıksız düşer: Istırap, şüphe ve inkâr
demektir; içimizde şüphe uyandıran bir billur saray tasavvur
edilebilir mi? Bununla beraber, insanın gerçek ıstıraptan, yani
yıkım ve kaostan asla vazgeçmeyeceğine eminim. İdrakin
biricik kaynağı ıstıraptır. Başlangıçta idraki insanın baş belası
saydığımı söyledim, ama insanın bunu sevdiğini, dünyadaki
hiçbir hazza değişmeyeceğini de biliyorum. Mesela idrak, iki
kere ikinin mukayese kabul etmeyecek denli yükseğindedir.
İki kere ikiden sonra, artık yalnız yapacak değil, öğrenecek
bir şey de kalmamıştır. Olsa olsa, beş duyunuzu körleştirip
düşünceye dalarsınız, o kadar. İdrak de insanı aynı sonuca
götürür, yani gene yapacak işiniz kalmaz, ama bu sefer hiç
olmazsa kendi kendinizi kamçılayabilirsiniz ki, bu da bir
şeydir. Gerici bir hareket, ama hiç yoktan iyidir.
X
Siz sonsuzluğa kadar ayakta kalacak bir billur saraya, yani
şöyle bütün gözlerden uzak, keyfinizce dil çıkarmaya veya
nanik yapmaya imkân olmayan bir saraya inanmışsınız.
Halbuki ben, belki billurdan olduğu, ebediyete kadar
göçmeyeceği ve karşısına geçip gizlice de olsa dil
çıkaramayacağım için ondan çekiniyorum.
Bakın, yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi
görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim. Fakat kümes
beni yağmurdan korudu diye, şükran borcumu ödemek için
kümese saray gözüyle bakamam. Bana gülecek, hatta böyle
bir durumda sarayla kümes arasında fark olmadığını
söyleyeceksiniz. Evet, hayatta tek gayemiz ıslanmamak
olsaydı, dediğiniz doğruydu diye cevap veririm ben de.
Ama ne yapayım, ben insanın yalnız bunun için yaşamadığı,
ömrünü hep sarayda geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.
İsteğim, emelim budur. Bu isteği, emelim değişmedikçe
içimden koparamazsınız. Pekâlâ, isteğimi değiştirin, gözümü
başka bir şeyle kamaştırın, başka bir ideal gösterin bana; fakat
o zamana kadar benden kümesi saray olarak görmemi
istemeyin. Varsın billur saray sadece uydurma olsun; tabiat
kanunlarına göre aslı olmayan bu hayali, ahmaklığımdan,
neslimize has bazı köhne, akıldışı âdetlere uyarak ben
uydurmuş olayım. Billur sarayın gerçekte olmamasından bana
ne? Arzularımda varsa, daha doğrusu arzularım yaşadıkça o
da var olacaksa, gerçekliği neden umurumda olsun? Gene
gülüyor musunuz yoksa? İstediğiniz kadar gülebilirsiniz,
bütün alaylarınıza katlanırım, ama karnım açken "tokum"
diyemem;
uzlaşmayla
avunmayacağımı,
sırf
tabiat
kanunlarına göre oluştuğu ve gerçekten var olduğu için de
kısır döngüyle yetinemeyeceğimi biliyorum. Bin yıllık
kontratlı, fakir kiracılarla dolu ve her ihtimale karşı kapısında
Dişçi Wagenheim tabelası asılı bir apartmanı baş tacı
edemem, üstüne titrenecek emelim sayamam. Arzularımı yok
edin, bütün ideallerimi silin, bana daha iyi şeyler gösterin,
seve seve peşinizden koşarım. Eğer uğraşmaya değmez
derseniz, o zaman siz de benden aynı cevabı alırsınız. Ciddi
ciddi konuştuğumuz halde bana önem vermek istemiyorsanız
öyle olsun, yalvaracak değilim. Nasılsa yeraltım var.
Sağlığımda, arzulamaya kudretim varken böyle bir
apartman yapısına tek bir tuğla koyarsam, elim kırılsın.
Demin billur sarayı sırf dilimi çıkaramayacağım için
reddedişime bakmayın. Bunu dil çıkarmaya bayıldığımdan
söylemedim. Belki de beni kızdıran, bugüne dek yaptığınız
binaların hepsinin insanda dil çıkarma isteği uyandırmasıdır.
Dil çıkarmak isteğini unutturacak değişiklikler yapılırsa, o
zaman şükran duygularımı göstermek için dilimi bile
kestiririm. Buna imkân yoksa, eldeki evlerle yetinmemiz
gerekiyorsa, bana ne! Niçin ben böyle arzularla yaratılmışım?
Yoksa dünyaya gelişimin biricik sebebi, varlığımın sadece bir
yalan olduğu neticesine varmak mıdır? Maksat sadece bu mu?
İnanmam.
Gene de biliyor musunuz, bizim gibi yeraltı takımının
dizginini sıkı tutmak gerektiği kanısındayım. Çünkü kırk yıl
ses çıkarmadan yeraltında otururuz, ama bir fırsatını bulup
yeryüzüne çıkarsak çenemizden kurtulamazsınız...
XI
Nihayet şuna geliyoruz baylar: En iyisi hiçbir şey
yapmamak! Bilinçli tembellik hepsinden iyi! Onun için
yaşasın yeraltı! Normal insanları çatlayasıya kıskandığımı
söyledim ya, gene de gördüğüm kadarıyla, onların bugünkü
halinde olmak istemem. (Kıskanmasına gene kıskanacağım.
Hayır, hayır, her şeye rağmen yeraltı daha kârlı!) Orada hiç
olmazsa insan... Eeh! Şimdi bile yalan söylüyorum! Yalan,
çünkü iyi olanın yeraltı değil, başka, bambaşka, hasretini
çekip bir türlü elde edemediğim şey olduğunu iki kere ikinin
dört ettiği gibi biliyorum! Cehenneme kadar yolu var
yeraltının!
Ah, şuraya yazdıklarıma bir inanabilsem! Yemin ederim
baylar, şu karaladıklarımın tek kelimesine inandığım yok.
Daha doğrusu belki inanıyorum, ama bir yandan da nedense
malın kötüsünü satmak isteyen tezgâhtar gibi sözlerimin
yalan olduğunu hissediyor, şüphe içinde kıvranıyorum.
— Öyleyse ne diye yazdın bunları? diyeceksiniz.
— Hiçbir iş güç vermeden sizi yeraltına sokup, kırk yıl
sonra halinizin nice olduğuna bakmak için uğrasaydım, ne
görürdüm acaba? İnsan kırk yıl işsiz, başıboş, bırakılır mı?
Belki hakaretle başınızı sallayarak:
— Yaptığınız ayıp, küçültücü şeyler değil mi! diyeceksiniz.
Yaşamaya susadığınız halde hayat meselelerini bir mantık
hercümerciyle çözmeye kalkışıyorsunuz. Hareketleriniz
sırnaşıklık, küstahlık dolu olduğu halde, ne kadar da
korkaksınız! Saçmaladığınız zaman kendinizi pek beğeniyor,
ama sert, küstah sözler sarf ettikten sonra durmadan ürküyor,
özürler yağdırıyorsunuz. Korku nedir bilmediğinizi iddia
ederken bir yandan da yaltaklanıyorsunuz. Bizi hiddetten
dişlerinizi gıcırdattığınıza ikna etmeye çalışırken, güldürmek
için nükteler savuruyorsunuz. Nüktelerinizin hiç de zekice
olmadığını biliyorsunuz, fakat herhalde edebi değerlerinden
memnunsunuz. Belki gerçekten acı çektiniz, ama kendi
ıstırabınıza dahi zerre kadar saygı duymuyorsunuz.
Samimisiniz, bununla beraber iffetiniz eksik; küçük bir gurur
uğruna ortaya dökmek ve aşağılamak için, içinizde ne varsa
piyasaya sürüyorsunuz... Gerçekten bir söylemek istediğiniz
var, fakat korkudan son sözlerinizi daima kekeleyip
duruyorsunuz, çünkü bunu açıkça söyleyecek kadar metin
değilsiniz; sizinki sadece korkak bir arsızlıktan ibaret.
Anlayışınızla övünüyorsunuz, ama bir yandan da tereddütlerle
dolusunuz, çünkü kafanız işlediği halde kalbiniz ahlaksızlıkla
kararmış; halbuki temiz kalpli olmayan kimsenin idraki tam
değildir. Ya o yılışıklığınız, sırnaşmanız, kırıtmalarınız!
Yalan, yalan, hep yalan!
Şüphesiz yukarıdaki sözlerinizi de ben uydurdum. Bu da
yeraltı mahsulü. Kırk yıl müddetle orada otururken
konuşmalarınızı deliğimden dinledim. Bu yüzden hepsini
rahatça uydurabildim. İyice bellediğim, ezberlediğim
sözlerinize edebi bir şekil vermem de pek tabiidir...
Fakat bunları yayımlayacağımı, üstelik sizlere okutacağımı
düşünüyorsanız aklınıza şaşarım. Bir konu daha var: Neden
sizlere, "baylar" diye hitap ediyorum, neden karşımda
gerçekten okuyucular varmış gibi davranıyorum ki? Başlamak
istediğim itiraflar ne yayımlanabilir ne de başkalarına
okutulabilir. En azından ben kendimde bunu yapacak cesareti
bulamıyorum, buna lüzum da görmüyorum. Yalnız içime pek
garip bir heves düştü, ben de hevese uymaya karar verdim.
Mesele bu.
Her insanın hatıralarında, herkese söyleyemeyeceği, ancak
dostlarına açabileceği taraflar vardır. Hatta dostlara bile
açılamayacak, insanın yalnız kendine saklayacağı sırları da
bulunur. Bunlardan başka, kendi kendimize bile açmaktan
çekindiğimiz konular da vardır ki, bunların sayısı şerefli bir
insanın dağarcığında bile hayli kabarıktır. Hatta daha doğrusu,
bunlar sahibinin haysiyeti ölçüsünde artar. Kendi hesabıma
ben, pek yakında şimdiye kadar adeta endişeyle hatırlamaktan
kaçındığım bazı maceralarımı kafamda canlandırmaya karar
verdim. Şimdiyse yalnız hatırlamaya değil, bunları yazmaya
da kalkışacağım; şunu bir denemek istiyorum: İnsan kendi
kendine karşı tamamıyla samimi olabilir mi? Sırası geldiği
için söyleyeyim; Heine inandırıcı bir otobiyografi yazmanın
hemen hemen imkânsız olduğu, insanın kendisi hakkında
mutlaka birtakım yalanlar uyduracağı iddiasındadır. Ona göre
örneğin Rousseau, itiraflarında mutlaka yalanlar uydurmuş,
hatta gururu yüzünden bunu bile bile yapmıştır. Heine’nin
haklı olduğuna ben de inanıyorum; gerçekten, insanın bazen
sırf gurur yüzünden kendi kendini cinayete varıncaya kadar
çeşitli yalanlara bulaştırabileceğini biliyor, bunun ne çeşit bir
gurur olduğunu da gayet iyi anlıyorum. Fakat Heine, itirafını
topluma sunan biri hakkında yargı veriyordu. Halbuki ben
yalnız kendim için yazıyorum; okuyuculara hitap edişim
bunun daha kolay bulduğum bir yazış şekli olmasından ileri
geliyor, bunu kesin olarak bir daha belirteyim. Evet, sadece
üslup meselesidir, yoksa yazdıklarımı kimse okumayacak.
Bunu açıkça söyledim zaten...
Notlarımı belli bir düzene göre yazmak istemiyorum. Hiçbir
üslup, düzen de gözetmeyeceğim. Aklıma ne gelirse kâğıda
aktaracağım.
Fakat sözlerime takılarak, "Gerçekten okuyucunuz
olmadıktan sonra kendi kendinize, hem de yazılı olarak
birtakım şartlar koşmanıza, yazınızda herhangi bir üslup,
düzen
takip
etmeyeceğinizi,
hatırlayabildiklerinizi
yazacağınızı vs. vs. bildirmeye ne lüzum var? Bu açıklamayı
neden veriyorsunuz? Niçin özür diliyorsunuz?" diyeceksiniz.
Buna:
— Ne bileyim ben! diye cevap vereceğim.
Bu tam manasıyla psikolojik bir meseledir. Belki sadece
korkağın biri olduğum için böyle hareket ediyorum. Belki de
yazarken daha ciddi olmak için gözlerimin önünde
okuyucuları görmek istiyorum. Binlerce sebep olabilir.
Bir nokta daha var: Bu notları yazmaktaki esas maksadım
nedir? Sebep okuyucular değilse hatıralarımı kâğıda
dökmeden zihnimde de tutabilirdim, değil mi?
Orası öyle efendim, ama kâğıt üzerinde daha azametli
görünüyorlar. Böylece daha içe işleyici olacaklar, hakkımda
daha ciddi olarak hüküm verebileceğim ve bir üslup
tutturacağım. Sonra belki içimdekini kâğıda dökmek bana bir
çeşit ferahlık verir. Mesela şu sıralar çok eski bir hatıra beni
son derece bunaltıyor. Geçen gün kafamda bütün açıklığıyla
canlanıverdi ve o zamandan beri de insanın yakasına yapışıp
bir türlü aklından gitmeyen hüzünlü bir musiki nağmesi gibi
adamakıllı rahatsız etmeye başladı. Halbuki ondan kurtulmam
lazım. Buna benzer yüzlerce hatıram var; zaman zaman
bunlardan biri durup dururken canlanıp beni ezmeye başlıyor.
Nedense
yazmakla
onu
defedeceğime
inanıyorum.
Denemekten ne çıkar sanki?
Hem canım sıkılıyor, daima işsiz güçsüz oturuyorum.
Yazmak ne de olsa bir iştir sonuçta. İnsanın çalışmakla daha
iyi, daha namuslu olduğunu söylerler. Pekâlâ, bu da bir şans
işte.
Bugün kar yağıyor, daha doğrusu sulusepken; sarı,
bulanık... Dün de, geçen günler de yağdı. Galiba beni rahat
bırakmak istemeyen zırıltıyı da bu sulusepken yüzünden
hatırladım. Öyleyse bu da sulusepkene dair bir hikâye olsun.
|