nature et de la vérité’den daha çok içini kemirir, çünkü bir
l’homme de la nature et de la vérité, doğuştan ahmak olduğu
için öç almayı düpedüz bir hak sayar; halbuki fare üstün
anlayışı yüzünden bunu adil bulmayarak reddeder. Nihayet
sıra maksada, yani öç alma fiiline gelir. Zavallı fare ilk
kepazeliğinin yanına bir sürü sual, şüphe şeklinde o kadar çok
yeni yeni kepazelik katmış, bir sorunun etrafına öyle çok
çözülmemiş mesele yığmıştır ki, tam manasıyla ne yapacağını
bilmez haldedir; varlığına ister istemez giren şüphelerden,
heyecandan ve onunla açıktan açığa alay eden içi dışı bir iş
güç sahipleriyle hâkim durumdaki tiranların tükürüklerinden
meydana gelmiş uğursuz bir karışım, kokuşmuş, cıvık bir
çamur yığını, onu çepeçevre sarmıştır. Farenin bu durum
karşısında tutacağı tek yol, her şeyden vazgeçip yapmacık,
kendisinin de inanmadığı küçümser bir gülümsemeyle
delikçiğine kaçmaktır. Orada pis, leş kokan yeraltında
hakarete, alaya uğramış zavallı faremiz derhal kesin, zehirli
ve özellikle sonsuz bir kin beslemeye başlar. Artık kırk yıl,
durmadan, uğradığı hakareti en ufak, en utandırıcı ayrıntısına
kadar hatırlayacak, her seferinde kendinden de büsbütün yüz
kızartıcı şeyler ekleyerek bu uydurmalarına alabildiğine
üzülüp sinirlenecektir. Bir yandan kurduklarından utanır, bir
yandan da kafasını kurcalaya kurcalaya "olabilirdi"
bahanesiyle olmuşları alabildiğine şişirir, eklemeler yapar ve
hiçbir şeyi affetmez. Belki öç almaya da kalkışır, ama bunu
miskince, sinsi sinsi, ne öç almak hakkına ne de başarısına
inanarak yapar; bu teşebbüsün onu öç almak istediği
kimseden yüz kat daha fazla üzeceğini, ötekininse kılının bile
kıpırdamayacağını önceki tecrübeleri sayesinde ta baştan beri
bilir. Ölüm döşeğinde bunları bir kere daha, hem de birikmiş
faiziyle hatırlar ve... Ama sözünü ettiğim o garip zevkin özü
de bu soğuk, bu çirkin yarı ümitsizlik ve yarı inançta,
üzüntüden kendini şuurlu olarak kırk seneliğine yeraltına
gömmede, mahsus tertiplendiği halde durumun pek o kadar
içinden çıkılmaz olmamasında, içe işlemiş ama bir türlü
tatmin edilmeyen o zehirli arzularda, kesin olarak verilen
kararlarla hemen ardından duyulan pişmanlıklar arasındaki
hummalı duraksamalardadır işte. Bu zevk o derece ince,
anlaşılması o kadar güç bir duygudur ki, pek dar kafalı
olmayan, hatta sinirleri çok sağlam kimseler bile bundan
zerrece nasiplerini alamazlar. Şimdi siz sırıtarak, "Belki tokat
yemeyenler de anlamaz?" diye ekleyecek ve nazik bir şekilde,
yediğim bir tokat yüzünden böyle uzman gibi konuştuğumu
ima edeceksiniz. Bu hususta düşündükleriniz beni hiç
ilgilendirmiyor ya, yine de hiç tokat yemedim baylar, merak
buyurmayın. Hatta hayatta tokat atmak için pek fırsat
bulamadığımdan üzülmesi gereken belki de benim. Ama
yeter, sizi epey ilgilendiren bu konuda tek sözcük daha
etmeyeceğim artık.
Zevklerin bazı inceliklerini kavrayamayan sağlam sinirli
insanlar hakkında sakin sakin yazmaya devam edeyim. Bu
zatlar, sırası gelince öküz gibi boğazlarını yırtarcasına
böğürmekle dahi yükselebilir, ama demin de söylediğim gibi,
bu çeşit insan imkânsızlıkla karşılaşınca derhal siner.
İmkânsızlık bir taş duvar mıdır yani? Nasıl bir taş duvar?
Elbette tabiat kanunlarından, tabiat bilgilerinden çıkarılan
sonuçların, matematiğin taş duvarı. Biri çıkıp da atalarımızın
maymun olduğunu ispat ederse, ister istemez kabul etmek
zorundasın. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz
binlerce hemcinsininkinden daha değerli olması gerektiği,
erdemlerin, ödevlerin, inançların ve öbür safsataların hep bu
sonuca göre çözümleneceği ispat edilirse, yine olduğu gibi
kabulleneceksin;
itiraz
edemezsin,
çünkü
bunlarda
matematiğin iki kere iki dört kesinliği vardır. Biraz itiraz
etmeyi deneyin isterseniz.
"Aman efendim, nasıl itiraz edersiniz, bu iki kere ikinin dört
ettiği gibi açıktır." diye çıkışırlar size, "Doğa size danışmaz;
beğenmediğiniz, şahsi istekleriniz ona vız gelir. Tabiatı
olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız.
Duvar, duvardır vs. vs." Hey Tanrım, ya herhangi bir sebeple
bu kanunlardan ve iki kere ikinin dört etmesinden
hoşlanmıyorsam, tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört
etmesinden bana ne? Şüphesiz böyle bir duvarın hakkından
gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim,
ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye
büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.
Sanki bu çeşit taş duvarlar gerçekten insanı rahatlatan, sırf
iki kere ikinin dört edişi gibi kesinlikleriyle kâinatı
etkileyebilecek kuvvetlerdir. Saçmaların en büyüğü! Öte
yandan bütün imkânsızlıkları, bütün taş duvarları görüp
anlayabilseniz, yetersizliklerin ve taş duvarların biriyle olsun
uzlaşamamaktan iğrenseniz, hatta hiç suçunuz olmadığını bile
bile mantığın mutlak, kaçınılmaz kurallarına uyarak, o
ölümsüz taş duvar konusunda kendinizi suçlayacak kadar
çirkin sonuçlara varıp, aczinizden sessizce diş gıcırdatarak
kendinizi adeta bir şehvet duygusuyla atalete teslim etseniz,
sonra da ortada hırsınızı alacak tek bir varlık bulunmadığını,
çevrenizde dönenlerin el çabukluğu, hileler ve düzenbazlıktan
meydana gelmiş bulanık bir karışım olduğunu fark etseniz
bile, bütün bilinmeyenlere, hilelere rağmen içiniz sızlar,
bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız o ölçüde çoğalır!
IV
— Hah-ha-ha!.. Şu halde sizin için diş ağrısının da zevki
var, diye güleceksiniz bana.
— Neden olmasın? derim. Diş ağrısının da kendine göre
zevki vardır. Tam bir ay çektiğim için gayet iyi bilirim. Tabii
bu halde içten içe bir hiddet duyulmaz, iniltiler çıkarılır; ama
bunlar içten gelmeyen yapmacıklı inlemelerdir ki, mesele de
bunda zaten. Acı çeken kimse inlemekten zevk alır; almasa
inlemesini pekâlâ tutardı. Bu çok hoş bir örnektir
okuyucularım, üzerinde durulmaya değer. Bütün bu inlemeler,
bir yandan ağrılarınızın küçültücü gayesizliğini anladığınızı
gösterir; öte yandan da varlığını umursamadığınız halde, kılı
kıpırdamadan sizi hırpalayan tabiat anaya karşı yükselen
şikâyettir. Karşınızda bir düşman olmadığını bildiğiniz halde
ağrılarınızın sürdüğünün, Wagenheimların müdahalesine
rağmen dişlerinizin esiri olmaktan kurtulamadığınızın, sizin
dışınızda bir kuvvetin istese diş ağrınızı hemen
kesebileceğinin, ama istemediği için üç ay daha süreceğinin
ifadesidir; son olarak, hâlâ boyun eğip isyanınızdan
vazgeçmemişseniz, kuru teselli olarak ya kendi kendinizi
kırbaçlayın ya da mahut duvarınıza hürmetlice birkaç yumruk
indirin, başka hiçbir çare yoktur zira. İşte efendim, kimden
geldiği belli olmayan, fakat içinize işleyen hakaret ve
alaylardan, bazen şehvete varan bir zevk duyulmaya başlar.
Baylar, rica ederim, diş ağrısı çeken şu on dokuzuncu yüzyıl
aydınının iniltilerine, hastalığının ikinci, üçüncü gününde
artık inlemesi, ilk günkü gibi, yalnız diş ağrısından gelen,
kaba bir köylünün iniltileri olmaktan çıkıp, şimdikilerin
söyleyişleriyle "topraktan ve halk kökünden" sıyrılıp
medeniyetten, Avrupa kültüründen nasibini almış bir insanın
inlemesine dönmüşken bir kulak verin. İnlemesi gitgide
çirkinleşir, pis bir hırçınlığa dönerek günlerce, gecelerce
devam eder. Bunun bir fayda sağlamadığını, dırlanmalarıyla
kendisi kadar başkalarını da boşu boşuna rahatsız ettiğini
herkesten iyi bilir; önünde yırtınıp durduğu dinleyicilerin,
yani ailesinin ona zerre kadar inanmadığından, bıkkınlık
içinde, bu adamın yapmacıklı, şımarık halini bırakarak
ıstırabını daha sade, daha tabii şekilde ifade edebileceğini
düşündüklerinden de haberi vardır. İşte zevk de tüm bunları
ve kepazeliğini anlamasındadır. "İşte sizleri rahatsız ediyor,
içinizi parçalıyor, ev halkına uyku uyutmuyorum. Uyumayın,
hepiniz her an, dişlerimin ağrıdığını duyun. Artık karşınızda
ilkin görünmek istediği gibi bir kahraman değil, sadece
miskin, şirret bir adam var. Pekâlâ, öyle olsun! Foyamı
meydana çıkardığınıza memnunum. Pis pis dırlanmalarımı
dinlemekten içinize fenalıklar geliyor, öyle mi? Gelsin, ben
de sesimi değiştirip büsbütün berbat bir makam tuttururum..."
Hâlâ anlamadınız mı baylar? Galiba bu zevkin bütün
kıvrımlarına nüfuz edebilmek için daha gelişmek, daha üstün
bir anlayışa sahip olmak lazım. Ama siz gülüyorsunuz, öyle
mi? Memnun oldum. Şüphesiz şakalarım oldukça zevksiz,
karışık ve düzensiz; insanda bir güvensizlik yaratıyor. Bu,
kendime saygı duymayışımdan ileri geliyor. Anlayışlı bir
adam kendisine saygı duyabilir mi hiç?
V
Küçülmekten bile zevk almaya kalkışan bir adamın, biraz
olsun öz saygısı kalır mı? Bunu usanç veren bir pişmanlığın
etkisinde söylemiyorum. Öteden beri, "Affedersiniz
babacığım, bir daha yapmam." demekten nefret ettim; bunu
söylemek bana güç geldiği için değil, tam tersine gayet kolay
söylüyordum. Hatta mahsus yapar gibi, zerre kadar suçum
olmadığı durumlarda bile kendimi suçlu çıkarırdım. Bu da
hepsinden kötüydü. Bu sefer yine duygulanır, pişmanlık
duyar, gözyaşları dökerdim; bunları da öyle yalandan falan
yapmazdım, ama şüphesiz hepsi kendi kendimi kandırmak
içindi. Kalbimde bir kötülük nüvesi vardı... Tabiat kanunları
beni ömrüm boyunca her şeyden çok hırpaladığı halde, bu
durumlarda onları suçlamak da imkânsızdı. Şimdi aynı şeyleri
hatırlamak içime fenalıklar veriyor, o zamanlar da verirdi. Bir
dakika geçince kendi kendimi yiyerek, bütün bu
pişmanlıkların, duygulanmaların, değişme antlarının hepsinin
yalan, kocaman çirkin bir yalandan başka bir şey olmadığını
anlıyordum. Kendimi türlü türlü şekillere sokarak
hırpalamamın, işkence etmemin sebebini soracak olursanız,
size, boş durmaktan canım sıkıldığı için çeşit çeşit marifetleri
denedim, diye cevap veririm ki, gerçekten de öyle. Siz de
kendinizi iyice bir yoklayacak olursanız, bunun böyle
olduğunu anlarsınız baylar. Kendi kendime macera hayalleri
kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı yaşıyordum. Durup
dururken, ortada fol yok yumurta yokken kendi kendimi
gücendirdiğim çok oldu; aslında hiç sebep olmadığını
bildiğim halde kendimi öyle dolduruyordum ki, sonunda
gerçekten gücenip içerliyordum. Bu çeşit oyunlar yaşamımı
öyle bir sarmıştı ki, nihayet adeta kendime hâkim olamaz hale
geldim. Bir defa, hatta bir de değil, iki defa, zorla âşık olmayı
bile istedim. İnanın ıstırap bile çektim baylar. Ruhumun uzak
bir köşesinde bu ıstıraba inançsızlık, alay kıvılcımları
titreşiyordu, ama gene de maddi bir ıstırap çekmeye devam
ediyordum; üstelik dört başı mamur bir âşık gibi kıskanıyor,
kendimi kaybediyordum... Sebep hep can sıkıntısıydı baylar,
hep can sıkıntısı; atalet beni eziyordu. Zaten şuurun meşru
mahsulü atalet, yani gönüllü avareliktir. Bundan yukarıda da
söz etmiştim. Tekrar ediyorum: Bütün samimi insanlar ve
işinde gücünde olanlar ahmak, dar kafalı oldukları için faal
kimselerdir. Nasıl açıklamalı? Bakın şöyle: Bu çeşit insanlar,
akılları kıt olduğu için herhangi bir konuda ana sebepleri
araştırmadan hemen el altındaki ikinci derece sebeplere
bağlanıverir ve doğru hareket ettiklerinden emin oldukları
için de rahatlarlar; en önemlisi de budur zaten. Herhangi bir
işe başlamadan önce, ilkin rahatlamak, bütün şüphe ve
tereddütlerden kurtulmuş olmak şarttır. İyi ama, ben kendimi
nasıl rahatlatayım? Dayanabileceğim esaslar, ana sebepler
nerede? Nereden bulacağım bunları? Sırf fikir jimnastiği
yapmak için ele aldığım herhangi bir ana sebep bile
arkasından daha önceki bir sebebi sürüklüyor ve bu böylece
aralıksız devam ediyor. Anlayışın, derin düşünmenin esası da
budur. Demek yeniden tabiat kanunlarıyla karşılaşıyoruz. Peki
ne sonuca vardık bundan? Yine aynı şeye. Hani demin öç
almaktan bahsetmiştim (herhalde üzerinde durmamıştınız).
İnsanın hak yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. Şu halde
esaslar da, ana sebep de bulunmuştur: Adalet. Bu durumda
her açıdan içi de rahatlarsa, artık tamamıyla sakin, hatta iyi,
doğru bir iş yaptığına emin olarak öç alır. Halbuki ben bunda
ne adaletle ne de erdemle ilgili bir yön bulurum, intikam
almaya kalksam, bunu sırf kinimden yapacağımı bilirim. Kin
gerçekten bütün kuşkularımı yok edecek sebep olmadığı için,
temel sebep yerine geçebilirdi elbette. Gel gelelim, kin bile
duyamıyorum (zaten demin bundan başlamıştım ya). Kinim,
hep o uğursuz tabiat kanunları yüzünden adeta kimyasal bir
bozulmaya uğruyor. Bir de bakarsın, esas madde uçmuş,
sebepler buharlaşmış, suçluyu bulmak imkânsız olmuştur;
hakaret hakaretlikten çıkıp, kaderin bir cilvesi, kimsenin suçu
olmayan diş ağrısı gibi bir şey haline gelmiştir ve elbette
duvar yumruklamaktan başka çare kalmamıştır. Esas sebebi
bulamayınca vazgeçer, bıkarsınız. Bir kere kendini
duygularına kaptır, bir anlığına şuurunu susturup,
düşünmeden, esas aramadan hakaret et, nefret et, birini sev,
daha doğrusu boş durmamak için bir şeyler yap bakalım. En
geç öbür gün bu bilinçli kandırmaca yüzünden kendi kendini
küçümsemeye başlarsın. Sonuç: Sabun köpüğü ve atalet. Ah
baylar, belki de ben ömrüm boyunca başlamayı da, bitirmeyi
de beceremediğim için kendimi akıllı bir adam sayıyorum.
Ben de herkes gibi gevezenin, zararsız ama can sıkıcı
boşboğazın biri olayım, ne çıkar. Ne çare ki gevezelik, daha
doğrusu elekle su taşımak her zeki adamın kaderine yazılıdır.
VI
Keşke
sadece
tembellik
yüzünden
hiçbir
şey
yapamasaydım. Tanrım, o zaman kendime ne büyük saygı
duyardım. Tembellik de olsa belirli bir özelliğe sahibim, buna
eminim diye kendime saygı duyardım. Benim için, "Kim bu
adam?" diye sorulunca "Tembelin biri." cevabını verirlerdi ki,
bunu duymaktan da son derece hoşlanırdım. Benim de
kendime göre bir niteliğim, hakkımda söylenecek söz olurdu.
"Tembel!" Şaka değil, bu bir unvan, bir mevki, başlı başına
bir istikbaldir efendim. Alay etmeyin, gerçekten öyledir. O
zaman haklı olarak en gözde kulübün üyesi olur, kendi
kendime saygı göstermekten başka bir iş tutmazdım. Ömrü
boyunca Lafitte şarabından anlamasıyla övünüp duran bir
adam tanırdım. Bunu eşsiz bir erdem sayıyor, kendi hakkında
en ufak bir şüphe duymuyordu. Ölürken yalnız iç huzuru
duymamış, zafer kazanmışların o engin saadetini de tatmıştı
ve bunda yerden göğe kadar haklıydı. Öyleyse ben de tembel
bir obur olmayı kendime iş diye seçebilirdim; ama öyle
sıradan bir tembel obur değil de, şu bütün güzel, yüksek
şeylere ilgi duyan tembel oburlardan olurdum. Ne dersiniz?
Ben bunu öteden beri hayal etmişimdir. Bu "güzel ve yüksek
şeyler" kırk yaşımda bana hayli sıkıntı verdi; yaşım kırkı
bulduğu için elbet, halbuki o sıralar, ah, o sıralar bambaşka
olabilirdi! O zaman çabucak güzel bir iş de edinirdim: Bütün
o güzel, yüksek şeyler şerefine içmek. Kadehime önce bir
damla gözyaşı akıtıp, sonra o güzel ve yüksek şeyler şerefine
içme fırsatlarını asla kaçırmazdım. Dünyada ne varsa güzellik
ve yükseklik açısından görür, pisliği tartışma götürmeyecek
en el dokunmaz çirkefte bile güzel ve yüksek taraflar
bulurdum. Alabildiğine sulu gözlü olurdum. Diyelim ki bir
ressam, Ghe
[3]
ayarında bir tablo yapmıştır; derhal ressamın
sağlığına içerdim, çünkü bütün güzel ve yüksek şeyleri
severim. Bir yazar "Nasıl arzu edersiniz?"
[4]
diye bir makale
mi yazdı, hemen "nasıl arzu edersiniz"in şerefine kadeh
kaldırırdım, çünkü "güzel ve yüksek" her şeyi severim ben.
Bütün bunlara karşılık, bana saygı gösterilmesini ister,
saymayanın da yakasını bırakmazdım. Rahat rahat yaşayıp
vakarla ölmek, bundan daha enfes ne vardır! Salıvereceğim
göbeği, üç kat gerdanımı ve ayyaş burnumu sokakta görenler,
"Şu kalantora bakın, amma esaslı herif!" derlerdi. Ne olursa
olsun, yaşadığımız şu olumsuz devirde böyle gönül okşayıcı
sözler duymak hoştur baylar.
VII
Fakat bunların hepsi tatlı hayallerden ibaret. Söylesenize,
insanların
kötülük
yapmasının
gerçek
çıkarlarını
bilmemelerinden ileri geldiğini ilk ortaya atan kimdir;
aydınlanan insanın gerçek çıkarını görünce, kötülük yapmayı
hemen bırakıp iyi ve onurlu biri olacağını, çıkarının sadece
iyilik yapmakta olduğunu anladığı ve hiç kimse de kendi
çıkarına aykırı davranmayacağı için hep iyilik yapmak
zorunda kalacağını ilk kim uydurdu? Hey gidi saf çocuk!
Temiz yürekli bebek! Dünya kurulalı beri insanların yalnız
kişisel çıkarlarını düşünerek hareket ettikleri görülmüş
müdür? Peki, göz göre göre, yani gerçek çıkarının nerede
olduğunu bildiği halde bunu umursamadan, hiç kimsenin ve
hiçbir şeyin onları zorlamadığı başka, tehlikeli bir yolu tutan
ve kaderin kendilerine çizdiği yoldan yürümek varken, kasten
yapar gibi yeni, çetin, saçma, karmakarışık bir yol
keşfetmekte inat eden insanların oluşturduğu milyonlarca
örneğe ne demeli? İnatçılık ve dik kafalılık onlara
çıkarlarından daha tatlı geliyor anlaşılan... Çıkar! Çıkar da
neymiş ki? İnsanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle
söyleyebilir misiniz? İnsanın kendisi için iyilik değil, tam
tersine kötülük arzulayabileceği, hatta bunu yapmaya mecbur
olacağı bazı hallerde ne olur peki, buna da çıkar denmez mi?
Böyle bir durumun yalnızca mümkün olması bile bütün
kanunları yıkar. Ne dersiniz, buna imkân var mı?
Gülüyorsunuz ha; gülün ama şuna da cevap verin baylar:
İnsan çıkarlarının hepsi tek tek sayılabilir mi? Aralarında
hiçbir sınıflandırmaya girmeyenler, giremeyenler yok mudur?
Baylar, anladığım kadarıyla siz insan çıkarlarına ait listeyi
bazı
istatistik
bilgilerinden,
iktisat
formüllerinden
çıkarmışsınız. Sizce refah, servet, hürriyet, rahatlık vs. başlıca
çıkarlardır; bu listeye açıkça ve bile bile sırt çeviren bir
kimseye rastlarsak ona siz de, ben de kaçığın, yobazın biri
gözüyle bakarız, öyle değil mi? Bütün istatistikçilerin,
bilginlerin insanoğlu için birtakım hesaplar yaparken daima
çıkarlardan birini gözden kaçırmaları da ne garip, değil mi?
Hatta bunu ne şekilde kullanmak gerektiği üzerinde bile
durmazlar, halbuki bütün hesap buna dayanmaktadır.
Listemize onu da almak o kadar da büyük bir sorun olmazdı
herhalde. Yazık ki bu anlaşılması güç çıkar, hiçbir sınıfa
sokulamıyor, hiçbir listede barınamıyor. Örneğin benim bir
dostum var... Hoş, yalnız benim değil, sizin de dostunuzdur
baylar; zaten onunla dost olmayan yoktur! Bu zat bir işe
başlarken tatlı, açık bir dille akıl, hak yolunda yürüme
usulünü açıklar. Bundan başka size gerçek, normal bir insanın
çıkarlarından heyecanla, hararetle bahseder; çıkarların,
erdemin gerçek anlamını anlayamayan budala miyoplarla alay
eder; ama tam bir çeyrek saat sonra durumda ani,
beklenmedik hiçbir değişiklik de olmamışken, bütün
çıkarların üstünde bir içgüdüyle bambaşka bir yola sapar, yani
bütün o söylediklerinin aksine bir iddiayı açıkça savunmaya
başlar, akıl yolunu, çıkarları, kısacası her şeyi inkâr eder... Ha
şunu da söyleyeyim, dostum dediğim kimse ortaklaşa bir
insan olduğu için suçu yalnız ona yüklemek biraz zordur.
Baylar, belki de gerçekten, her insan için en yüksek
çıkarından bile değerli ya da (mantık çerçevesi içinde kalmak
için) daha yararlı olan (ama demin bahsettiğim listeye
girmeyen), bütün çıkarlarının üstünde, gerektiğinde insanın
uğruna bütün kuralları çiğnemeye hazır olduğu, yani akla,
şerefe, huzura, refaha, kısacası bütün güzel ve faydalı şeylere
karşı gelebileceği bir çıkar vardır baylar.
— Demek ortada gene bir çıkar var, diye sözümü
keseceksiniz.
Müsaade edin de anlatayım efendim, mesele kelime
cambazlıklarında değil; sözünü ettiğim çıkar, bütün
sınıflandırmalarımızı, beşerin saadeti için çalışan insan
severlerin kurduğu sistemleri darmadağın etmektedir.
Kısacası, her şeye engel olur. Fakat bu çıkarı adlandırmadan
önce, itibarımı zedelemek pahasına birkaç söz söyleyeceğim:
Bence bütün o mükemmel sistemler, insanlığa gerçek, normal
çıkarların
neler
olduğunun
açıklanması,
bunların
sağlanmasıyla herkesin hemen iyileşip asilleşeceği düşüncesi
şimdilik sadece bir varsayımdır. Evet efendim, varsayım!
Doğrusu, şahsi çıkarlara dayanan bir sistemle insanlığın ıslah
olacağını iddia etmek bence, hemen hemen... Buckle’ın
[5]
medeniyetin insanları yumuşattığını, bu sebeple onları daha
az vahşi, daha barışçıl hale getirdiğini iddia etmesine benzer.
Galiba onun mantığını kullanarak vardığı sonuç bu. Fakat
insan sistemlere, bazı soyut kavramlara o derece bağlıdır ki,
mantıktan yana olmak için gerçeği bile bile değiştirmeye,
gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razı olur. Bunu
gerçekten güçlü bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize bakın
bir kere: Kan gövdeyi götürüyor, hem de keyifli keyifli,
şampanya gibi akıyor. İşte size Buckle’ın da yaşadığı on
dokuzuncu yüzyılımız. İşte büyük Napolyon ve bugünkü
Napolyon. İşte Kuzey Amerika’nın ebedi birliği. İşte nihayet
karikatür gibi Schlezwig-Holstein... Medeniyet neyimizi
yumuşatmış? Medeniyetin insanda duygu çeşitlerini
artırmaktan başka işe yaradığı yok. Duygularının
çeşitlenmesiyle insan işi kan dökmekten zevk almaya kadar
vardırabiliyor. Bunun örnekleri var. Cinayetlerde en ince
ustalıklar gösterenlerin çoğu zaman en medeni adamlar
olduğuna hiç dikkat ettiniz mi? Atillaların, Stenka Razinlerin
onların eline su dökemeyeceği zamanlar da olur; bir Atilla ya
da Stenka Razin
[6]
kadar göze çarpmayışlarının tek sebebi de,
böylelerine sıkça rastlandığı için artık kanıksanmış
olmalarıdır. İnsan medeniyete kavuşmakla eskisinden daha
fazla kan dökücü olmamışsa bile, en azından daha kötü, daha
iğrenç bir kan dökücü olduğu kesindir. İnsan, eskiden hak
uğruna kan döker, bunun için önüne geleni gönül rahatlığıyla
temizlerdi; zamanımızdaysa, kan dökmeyi iğrenç saydığımız
halde bu iğrençlikten kendimizi alamıyoruz, hem de
eskisinden daha çok. Hangisinin daha kötü olduğuna kendiniz
karar verin. Kleopatra (Roma tarihinden bir örnek vereceğim
için affedin),
[7]
cariyelerinin göğsüne altın iğneler batırmayı
sever, attıkları çığlıklardan, kıvranmalarından zevk alırmış.
Bunların
görece
barbarlık
çağlarında
olduğunu
söyleyeceksiniz, gerçi şimdi de iğneler batırıldığı için (yine
göreceli olarak) zamanımızın da bir barbarlık devri olduğunu
söyleyebiliriz; bugünün insanı pek çok bakımdan barbarlık
çağı insanından daha üstün görüşlü olduğu halde, aklın,
bilginin gösterdiği yoldan gitmeye bir türlü alışamamıştır.
Bununla beraber, sağduyu ve bilimle ıslah edildiğinde,
insanın eski, kötü alışkanlıklarını bırakıp normale
döneceğinden, onu doğru yolda yürümeye alıştıracağınızdan
eminsinizdir. İşte o zaman insanın isteye isteye yanılmaktan
vazgeçeceğine, iradesinin normal çıkarlarına zıt hareketler
yapmasına ister istemez engel olacağına da inanıyorsunuz.
Dahası, ilmin insana ancak o zaman pek çok şey öğreteceğini
(bu kadarı bence lüks ya, neyse), örneğin insanın gerçekte
iradesi, kaprisleri olmayan bir piyano tuşu, org içindeki bir
cıvata kadar değer taşıdığını, dünyadaki her şeyin insanın
davranışlarına, şahsi isteklerine göre değil, tabiat kanunlarına
uyarak, kendiliğinden meydana geldiğini öğreneceğini
söyleyeceksiniz. Şu halde bütün mesele, bu tabiat kanunlarını
keşfetmekte; artık ondan sonra hiçbir insan hareketlerinin
sorumluluğunu taşımaz, hayat onun için kolaylaşır. Bütün
insan davranışları, bu kanunlara göre 108.000’lik logaritma
cetveli gibi matematik olarak hesaplanıp tanzim edilir; daha
da iyisi, zamanımızın ansiklopedik lügatlerine benzeyen
faydalı yayınlar çıkarılır, içinde her şey öyle bir kesinlik ve
düzenle hesaplanıp açıklanır ki, dünyadan suçun da,
maceranın da adı silinir.
İşte o zaman –bunları ben değil, hep siz söylüyorsunuz–
yepyeni, tamamıyla hazır ve matematik bir kesinlikle
hesaplanmış bir iktisat düzeni kurulur; böylece bütün
cevapların hazır oluşu, ortada soru diye bir şey bırakmaz. O
zaman billurdan bir saray kurulur. Ve o zaman... Eh, işte o
zaman uçup gelir Anka kuşu. Ama size (artık bunu ben
söylüyorum) o haliyle hayatın son derece sıkıcı olmayacağını
temin edemem (her şey bir cetvele göre hesaplanınca insana
yapacak bir şey kalmaz); ama buna karşılık her şey son derece
makul olur. Öte yandan, can sıkıntısından neler neler icat
etmezsiniz! Altın iğneler de can sıkıntısından batırılır zaten,
ama hepsi bu kadarla da kalmaz. İşin kötüsü, (gene ben
söylüyorum) bakarsın bizde de altın iğnelerin batırılmasından
zevk alacaklar bile çıkar. Çünkü insan ahmak bir yaratıktır,
son derece ahmak! Daha doğrusu ahmak değil de nankördür;
eşine rastlanmayacak derecede nankördür. Mesela geleceğin
basiretli toplumu arasında yaşayıp giderken, adi ya da daha
doğru bir deyişle yüzünden gericilik ve alaycılık akan bir
Dostları ilə paylaş: |