d’honneur) ancak edebi bir üslupla halletmek âdet olmuştur.
"Şeref meseleleri" günlük bir dille konuşulamaz. Oradakilerin
gülmekten katılacağını (bütün romantikliğime rağmen
gerçeklik duygum vardı), subayın da beni dövmek yerine bir
diziyle tekmeleyerek bilardo masası etrafında dolaştırdıktan
sonra, belki merhamete gelerek pencereden sokağa
fırlatacağından emindim. Tabii bu tatsız olay bu kadarla
bitemezdi. Subaya daha sonra sokakta sık sık rastladığım için
iyice tanıdım. Ama onun beni tanıyıp tanımadığını
bilmiyorum. Bazı hallerinden tanımadığını anlıyordum. Onu
nefretle, hiddetle süzmekten kendimi alamıyordum ve bu
böylece... birkaç yıl sürdü! İçimdeki nefret duygusu her yıl
biraz daha artıyordu. Önceleri el altından bu adam hakkında
bilgi toplamaya başladım. Hiç tanıdığım olmadığı için bu iş
kolay yürümüyordu. Soyadını sokakta birisi seslenirken
öğrendim. Başka sefer evine kadar peşinden gittim, kapıcısına
on kapik vererek hangi katta, yalnız mı, başkalarıyla mı
oturduğunu, kısacası, bir kapıcıdan öğrenilebilecek her şeyi
öğrendim. Bir sabah, edebiyatla uğraşmak âdetim olmadığı
halde bu subay için onu karikatürize eden bir hikâye yazmak
aklıma geldi. Keyifle, yaptıklarını yazdım, hatta biraz da
yalan kattım; soyadını önce hemen tanınacak bir şekle
sokmuştum, fakat etraflıca düşündükten sonra tamamıyla
değiştirerek Anayurt Notları’na
[13]
yolladım. O sıralar böyle
yergi yazıları yaygın olmadığından hikâyem basılmadı. Fena
halde canım sıkılmıştı. Bazen hiddetten boğulacak gibi
oluyordum. Sonunda düşmanımı düelloya çağırmaya karar
verdim. Adama benden özür dilemesini rica eden, kabul
etmezse düelloya başvurmak zorunda kalacağımı bildiren
gayet güzel, sevimli bir mektup yazdım. Mektup öyle güzel
yazılmıştı ki, subay "güzel, yüksek şeyler"den bir nebze
anlamış olsa hiç durmadan koşup boynuma sarılır, dost
olmamızı teklif ederdi. Ne de güzel olurdu! Canciğer iki
arkadaş gibi geçinir giderdik! O beni heybetiyle korur, ben de
onu bilgimle ve... fikirlerimle yüceltirdim; daha da neler neler
olurdu! Fakat düşünün, adamın bana hakaret edişinin
üstünden iki yıl geçmişti; vaka tarihinin bu kadar eskiye ait
olmasını mektubumda gayet ustalıkla açıkladığım halde,
düello teklifim gene de abes kaçacaktı. Bereket versin (bunun
için Tanrı’ya şükrediyorum) mektubumu yollamadım.
Göndermiş
olsaydım
sonradan
başıma
gelecekleri
düşündükçe şimdi bile tüylerim diken diken oluyor.
İntikamımı birdenbire... evet, birdenbire pek basit, pek dahice
bir şekilde alıverdim! Aklıma harikulade bir fikir gelmişti.
Bazen tatil günlerinde saat dörde doğru Neva Caddesi’ne
[14]
çıkar, caddenin güneşli yanında gezinirdim. Hoş buna gezmek
denmezdi, zira sonsuz acılar, küçümsemeler duyarak saframın
kabardığını hissederdim; galiba benim aradığım da buydu.
Küçük bir hoşhoş gibi gayet çirkin bir şekilde sokaktan
geçenlerin ayakları arasında dolaşır, durmadan generallere,
hassa süvarilerine veya hanımefendilere yol verirdim; o
dakikalarda kılığımın, insanlar arasında mekik dokuyan
gövdeciğimin sefilliğini, bayağılığını aklıma getirdikçe sırtım
terden sırılsıklam olur, kalbimi durduracak acılar duyardım.
Herkesten daha zeki, daha kültürlü ve asil –bu benim fikrim–
olsam da eloğulları karşısında ezilip büzülmekten, onlardan
hakaret göre göre murdar, zararlı bir sinek haline gelmekten
dayanılmaz
bir
azap
duyuyor,
bunu
düşündükçe
kahroluyordum. Kendimi niçin bu işkenceye sokuyor, ne diye
Nevski’ye çıkıyordum, orasını bilemiyorum. Ne olursa olsun,
beni her fırsatta oraya sürükleyen bir kuvvet vardı.
Birinci bölümde bahsettiğim zevki o zaman duymaya
başladım. Hele subay vakasından sonra oraya gitmeden
edemez oldum, çünkü subaya en çok Nevski’de rastlıyor, onu
inceliyordum. Daha çok tatil günlerinde gelirdi. Gerçi o da
generallere, kodamanlara yol veriyor, aralarında hoşhoş gibi,
sokula sokula dolaşıyordu, ama bizim gibilere, hatta daha da
kerli ferli kimselere hiç kulak asmıyordu; önünde sanki bir
boşluk varmış gibi insanın üzerine üzerine geliyor, asla yol
vermiyordu. Ona baktıkça içimde beni adeta sarhoş eden bir
hiddet kabarıyordu ve... ve tam karşılaştığımız zaman, olanca
hışmımla yana çekiliveriyordum. Bu adama karşı sokakta bile
akran gibi davranamadığım için kendi kendimi yiyordum.
Bazı geceler saat üçe doğru uyanıp bir sinir buhranı içinde
kendi kendimi sıkıştırıyordum: "Ne diye her defasında ille yol
veriyorsun? Neden o değil de hep sen? Bunun yazılı kuralı mı
var? Her şey terbiyeli insanların karşılaştıklarında yaptıkları
gibi olmalı: Bir adım o, bir adım sen çekilerek birbirinize
karşılıklı saygı göstermelisiniz." Fakat böyle olmuyor, hep
ben çekiliyordum, o da kendisine yol verdiğimin farkında bile
olmadan yürüyüp gidiyordu. Nihayet bir gün aklıma
harikulade bir düşünce geldi: "Acaba bir dahaki
karşılaşmamızda ona yol vermesem ne olur? Birbirimize
çarpmak pahasına da ona yol vermesem ne olur acaba?" Bu
cüretli düşünce beni öyle sardı ki, başka bir şey düşünemez
oldum. Planımı uygularken nasıl hareket edeceğimi daha iyi
canlandırabilmek için Nevski’deki gezintilerimi sıklaştırdım.
Son derece heyecanlanmıştım. Niyetim beni her gün biraz
daha sarıyor, daha mümkün görünüyordu. Sevincimden
şimdiden yumuşayarak "Tabii çok hızlı çarpmam," diye
düşünüyordum, "Yolunu kesince çarpışırız, ama omuzlarımız
hafifçe birbirine değer o kadar; hafif bir çarpışma olur, ben de
onun bana çarpacağı kadar çarparım." Artık kesin kararımı
vermiştim. Fakat hazırlıklarım hayli uzun sürdü, ilkin kılık
kıyafetimin son derece düzgün olması gerekiyordu. Sokakta
bir mesele çıkarsa, orada gezenlere karşı (bunlar kontesler,
Prens D., edebiyatçılar gibi hep kalburüstü kimselerdi)
giyinişim yüzünden mahcup olmamalıydım; kıyafetin
karşınızdaki üzerinde büyük etkisi vardır, hatta bir dereceye
kadar size sosyete adamlarıyla eşitlik sağlar. Bu maksatla
aylığımı peşin aldım. Çarşıdan siyah eldiven, Çurkin’den de
oldukça iyi bir şapka satın aldım. Siyah eldiven bana önceleri
almak istediğim limon sarısı eldivenden daha ağır, daha kibar
görünmüştü. "Öbür renk pek çiğ, insan bu eldivenlerle sanki
dikkati üstüne çekmek ister gibi oluyor," diye düşünüp limon
rengi eldiven almaktan vazgeçtim. Beyaz kemik düğmeli iyi
bir gömleğim zaten vardı, fakat palto tedariki beni epey
oyaladı. Aslında paltom hiç fena değildi, sıcak da tutuyordu,
fakat içi pamuk, yakası da rakun kürkündendi ki, bu da ona
büsbütün bayağı bir hal veriyordu. Yakayı mutlaka
değiştirmem gerekiyordu; mesela subaylarınki gibi bir kunduz
yaka almalıydım. Bu maksatla birkaç kere Gostinniy
Dvor’a
[15]
uğradım ve biraz dolaştıktan sonra ucuz bir Alman
kunduzunda karar kıldım. Gerçi Alman kunduzları çabucak
eskiyip hırpani bir hal alırlar, ama yeniyken görünüşleri hiç
de fena değildir; zaten bana topu topu bir defalık lazımdı.
Fiyatını sordum, gene de pahalı geldi. Hayli düşündükten
sonra rakun yakamı satmaya karar verdim. Yetişmeyen ve
benim için külliyetli sayılan bir miktar parayı da yüzümü
kızartıp kısım amirim Anton Antoniç Setoçkin’den
isteyecektim. Anton Antoniç Setoçkin sakin, ciddi, ağırbaşlı
bir adamdı, kimseye ödünç vermezdi, fakat beni işe koyan
nüfuzlu zat ona da ayrıca tavsiye etmişti. Fena halde
sıkılıyordum. Anton Antoniç’ten para istemek bana korkunç
bir rezalet gibi geliyordu, bu yüzden iki üç gece uykusuz
kaldım. O sıralar zaten az uyuyordum, ateşli nöbetler
geçiriyor, çarpıntılarla uyanıyordum; kalbim kâh durur gibi
oluyor, kâh olanca hızıyla çarpmaya başlıyor, çarptıkça
çarpıyordu!.. Anton Antoniç ilkin şaşırdı, sonra yüzünü
ekşitti, fakat biraz düşündükten sonra bana ödünç verdiği
parayı iki hafta sonra aylığımdan alabileceğine dair bir senet
imzalatarak istediğimi verdi. Böylece her şey tamamlandı:
Güzel kunduz yaka, uyuz rakunun yerini aldı; ben de yavaş
yavaş harekete geçtim. Tabii bu iş, gözü kapalı, bir hamlede
yapılamazdı; ustalıkla, ağır ağır hareket etmek gerekiyordu.
Fakat itiraf ederim, birkaç denemeden sonra ümidimi
kaybetmeye başlamıştım: Bir türlü omuzlarımız birbiriyle
tokuşmuyordu! Yeterince hazırlanamıyor muydum, yoksa son
anda cayıyor muydum bilmem, ama tam birbirimize
çarpacağımız sırada gene herife yol veriyordum, o da beni
fark etmeden geçip gidiyordu. Tanrı bana kararlılık versin
diye, adama yaklaşırken içimden dualar bile okuyordum. Bir
keresinde nasılsa iyice niyetlendim, fakat son anda adama iki
verşok kalmışken gene tabansızlığım tuttu, subayın ayakları
arasına dolaşıverdim. O, bir şey yokmuş gibi, rahatça
önümden geçti; ben de top gibi öteye fırladım. O gece gene
hastalanıp hummaya tutuldum, sayıkladım. Fakat bütün
bunlar birdenbire gayet iyi bir sonuca bağlandı. Hadiseden bir
gece önce, uğursuz niyetimden kesin olarak vazgeçmeye,
meseleyi olduğu gibi bırakmaya karar vermiş, bunun bana
nasıl tesir edeceğini anlamak için son olarak Nevski’ye
çıkmıştım. Birden üç adım ötede düşmanımı gördüm ve nasıl
olduğunu bilmediğim bir kararlılıkla gözlerimi yumup
ilerledim ve o anda omuz omuza gelerek çarpıştık! Bir verşok
bile gerilemeden, onun eşitiymişim gibi yürüyüp geçtim!
Bizimki başını çevirip bakmamış, görmezlikten gelmişti, ama
beni gördüğüne emindim. Hâlâ da eminim! Benden çok daha
cüsseli olduğu için çarpışmadan sarsılmıştım, fakat bunun
önemi yoktu. Maksadıma ulaşmış, bir adım bile çekilmeden,
herkese içtimai bakımdan onunla eşit olduğumu göstererek
şerefimi kurtarmıştım. Eve intikamımı almış olarak döndüm.
Pek memnundum. Zafer coşkunluğuyla İtalyan aryaları
söylüyordum.
Size
üç
gün
sonraki
halimden
bahsetmeyeceğim artık; yazımın birinci kısmını, "Yeraltı"nı
okudunuzsa kendiniz tahmin edebilirsiniz. Subayı sonradan
başka bir yere atadılar; belki on dört yıldır onu görmüyorum.
Kim bilir ne âlemdedir adamcağız? Kimleri ezip duruyordur.
II
Sefihliğimin ardı kesilince dehşetli içim sıkılıyordu.
Pişmanlık duymaya başlıyor, fakat bu mide bulandırıcı
duyguyu da çok geçmeden kendimden uzaklaştırıyordum.
Yavaş yavaş bunlara da alışıyordum. Her şeye çabucak
alışırdım zaten, daha doğrusu uysallaşır, bile bile her şeye
katlanırdım. Bu arada kendimi "güzel ve yüksek şeyler"e
vermek, her şeyle uzlaşmamı sağlayan bir çare olurdu, ama
elbette hayallerimde. Öyle hayaller kuruyordum ki, aralıksız
tam üç ay odamda daldığım hayal âleminde yaşardım. O
anlarda, inanın, paltosunun yakasına telaşla Alman
kunduzundan kürk diken tavşan yürekli zattan tamamıyla
farklı olurdum. Birden kahraman kesiliverirdim. O sırada on
verşok boyundaki teğmen ziyaretime gelse, içeriye adım
attırmazdım. Böyle zamanlarda onu gözlerimin önünde
canlandırmayı dahi beceremezdim. Hayallerimin neler
olduğunu, bunların beni nasıl avuttuğunu şimdi söylemek
güç; fakat o zaman bana yetiyorlardı. Hoş, yalnız o zaman
değil, şimdi bile bazen bunlarla oyalanıyorum. Hayaller beni
şu miskin sefahat âlemlerinden sonra daha çok sarar, daha
tatlı gelirdi; pişmanlık, gözyaşları, beddualar, coşkun
sevinçlerle dolardım. Bazen bütün varlığımı öyle baş
döndürücü bir sarhoşluk, öyle dört başı mamur bir saadet
kaplardı ki, kalbimde istihza duygusunun izi bile kalmazdı.
Baştanbaşa inanç, ümit, sevgi kesilirdim. Çünkü o anlarda bir
mucizeyle, dıştan gelecek bir yenilikle her şeyin açılıp
genişleyeceğine, önümde hayırlı, güzel ve bilhassa tamamıyla
hazır bir çalışma ufku (ne olduğunu tam olarak
kestiremiyordum, ama önemli olan da tamamen hazır
olmasıydı) açılacağına körü körüne inanırdım; yani
neredeyse, beyaz bir at üzerinde, başımda defne çelengiyle
dünyanın orta yerine çıkıveriyordum. Kendimi hiçbir zaman
ikinci derece bir rolde göremiyordum. Gerçek hayatta en
sonuncu kademeye isyansız katlanabilmem bu yüzdendi. Ya
kahraman ya da çamurdan; ikisinin ortası yoktu. Beni
mahveden de buydu zaten. Çünkü çamurdayken, başka
zamanda kahramanım, yalnızca kahramanlar çamurun içinde
gizlenebilirler diye kendimi teselli ediyordum. Düpedüz bir
adam için çamurlanmak ayıp sayılır, halbuki bir kahraman
istediği kadar içine dalsın nasıl olsa çamur bulaşmaz. İşin
dikkate değer yanı, bütün bu "güzel ve yüksek şeyler"in
içimdeki kabarmalara, sefahat dalgasına iyice kapıldığım
sıralarda da gelmesiydi; hem de girdabın tam dibindeyken,
kendini hatırlatmak ister gibi, kısa süren alevlenmeler halinde
hissediliyordu, ama bu beni yaptıklarımdan vazgeçirmiyor,
hatta tam tersine, sefihliğimi büsbütün kızıştırıyor, yemeğin
tadını artıran iyi bir terbiye ödevi görüyordu. Çeşit çeşit
itirazlar, ıstıraplar, zorlu bir iç tahlil bu terbiyenin
malzemesiydi; bu ıstırap ve ıstırapçıklar sözüm ona
sefahatime, kendine has gıdıklayıcı bir zevk, hatta bir anlam
veriyor, kısacası, aşım için bulunmaz bir terbiye oluyordu.
Sefahat âlemlerimin kendine göre bir derinliği yok değildi.
Zaten ben öyle düpedüz, aşağılık, avam işi bir sefahati kabul
edip o çirkefe dalabilir miydim? Bu âlemlerde beni gece vakti
sokağa sürükleyecek bir cazibe bulmasam gider miydim hiç?
Hayır efendim, asaleti olmayan bir harekete yanaşmazdım
ben...
Hayallerimde "güzel ve yüksek şeylere dalışlar"ımda aşk
maceraları yaşadım, Tanrım! Bu tamamıyla hayali, herhangi
canlı varlıkla ilgisi olmayan aşklardan öylesine tatmin
oluyordum ki, sonradan gerçek, tatbiki bir aşka hiç ihtiyaç
duymuyordum; hatta gerçek bir aşkı lüks bile buluyordum.
Her şeyi tembelce, ama tatlı bir tarzda sanata bağlıyordum;
yani şuradan buradan, şairlerden, romancılardan kaptığım göz
kamaştırıcı, her arzuya cevap verecek hayat sahnelerini,
tamamıyla hazır kurguları hayallerime göre dilediğimce kesip
biçiyordum. Her seferinde kahraman bendim; güya herkesi
yendiğim için üstünlüğümü kabul etmek zorunda kalıyorlardı,
ben de hepsini affediyordum. Tanınmış bir şair, bir mabeyinci
olup âşık oluyor, elime geçen milyonluk servetleri hemen
insanlık yoluna harcıyor, sonra hiç de sıradan olmayan, içinde
bol bol "güzel ve yüksek şeyler" bulunan Manfredvari
kusurlarımı bütün milletin önünde sayıp döküyordum. Hepsi
beni gözyaşları içinde kucaklıyor (öyle yapmasalar
ahmaklıklarını göstermiş olurlardı), ben de yalınayak, boş
mideyle yeni fikirleri yaymak için tekrar yola düşüyor, geri
fikirlileri Austerlitz’de kırıp geçiriyordum. Derken marş
çalınıp genel af ilan ediliyor, Papa Roma’yı terk edip
Brezilya’ya gitmeye razı oluyordu; arkasından, bütün İtalya
halkı için Como Gölü kenarındaki Borghese Villası’nda (bu
olaylar hatırına Como Gölü Roma’ya naklediliyordu)
muazzam bir balo veriliyordu. O sırada, bahçenin çalılığında
bir vaka geçiyordu vs. vs., anlıyorsunuz ya... Bunca itiraf,
heyecan ve gözyaşından sonra, bütün bunları uluorta piyasaya
çıkarmanın
bayağı,
adice
bir
hareket
olduğunu
söyleyeceksiniz. İyi ama neden adice olsun? Yoksa bunlardan
utandığımı, sizlerin de pekâlâ başınızdan geçmiş vakalardan
daha manasız olduğunu mu sanıyorsunuz baylar? Hem emin
olun, bazılarını hiç de fena tertiplememiştim. Bütün vakalar
Como Gölü’nde geçmiyordu ki... Fakat siz haklısınız;
gerçekten bu yaptığıma hem bayağılık, hem alçaklık denir.
Ama en bayağı olanı, kendimi size karşı haklı göstermeye
çalışmam. Ondan da bayağısı, kendimi azarlamaya çalışmam.
Neyse, bu lafın ardı gelmeyecek, gittikçe kepazeleşiyor...
Hayal kurmaya devamlı olarak üç aydan fazla dayanamaz,
içimde şiddetli bir topluma karışma ihtiyacı duyardım. Benim
için topluma karışmak da kısım amirim Anton Antoniç
Setoçkin’in evine gitmekti. Ömrüm boyunca sürekli
görüştüğüm tek adam o oldu, ki şimdi buna da şaşıyorum.
Hoş Setoçkin’e de ancak arada bir, aklıma estikçe,
hayallerimden duyduğum saadet, bende insanlarla, bütün
dünyayla hemen kucaklaşma isteği yarattığında gidiyordum;
bu arzuyu gerçekleştirmek için hiç olmazsa kanlı canlı bir kişi
olmalıydı. Anton Antoniç’e yalnız salı günleri (kabul
günüydü) gidilebilirdi; bu sebeple insanlarla kucaklaşma
ihtiyacımı da mutlaka salı günlerine denk getirmem
gerekiyordu. Anton Antoniç, Pyati Uglov civarında bir evin
dördüncü katında, basık tavanlı, birbirinden ufak dört odacığı
olan bir dairede oturuyordu; eşyası gayet kıt ve hep sarıya
çalan renkteydi. İki kızı ve misafirlere çay dağıtan kız
kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Kısa boylu, kalkık burunlu
kızlarından biri on üç, öteki on dört yaşındaydı; durmadan
aralarında fiskos edip gülüştükleri için onlardan çekinirdim.
Ev sahibi daima çalışma odasında, masanın önünde deri kaplı
bir kanepede, bizde ya da başka bir müessesede memur olan
kır saçlı bir misafirle otururdu. Benim sık görmediğim, ama
değişmeyen birkaç misafir daha olurdu. Vergilerden, senato
toplantılarından, maaştan, terfilerden, ekselanstan, göze
girmek sanatından konuşuluyordu. Bu adamların yanında üçer
dörder saat aptal aptal onları dinleyerek, kendim iki lakırdı
söylemeye cesaret edemeden, daha doğrusu beceremeden
öylece otururdum. Sersemleşir, ikide bir terler, birden inme
geliverecekmiş gibi olurdum, ama bu da iyi, yararlı bir şeydi.
Eve dönünce insanlarla kucaklaşmak arzum bir müddet için
yatışıyordu.
Setoçkin’den başka Simonov adındaki eski okul arkadaşım
da ahbaplarımdan sayılabilirdi. Aslında Petersburg’da epey
okul arkadaşım vardı, ama onlarla görüşmüyor, hatta sokakta
selamlaşmıyordum. Çalıştığım müesseseyi değiştirmeme
onlarla bir arada bulunmak istemeyişimin, nefret ettiğim
çocukluk hatıralarımla ilgimi kesmek arzumun sebep
olduğunu da söyleyebilirim. Okulumuza da, orada geçen feci,
kahırlı yıllara da lanet olsun! Sözün kısası, hürriyete kavuşur
kavuşmaz okul arkadaşlarımla ilgimi kesmiştim. Karşılaşınca
selamlaştıklarımın sayısı ikiyi üçü geçmiyordu. Bunlardan
biri olan Simonov da, okuldayken hiçbir özelliği olmayan,
sakin, sessiz bir çocuktu, ama onun oldukça şahsiyet sahibi,
hatta dürüst bir insan olduğunu sezmiştim. Pek dar kafalı
olduğunu da sanmıyorum. Birlikte pek hoş geçen
zamanlarımız da olmuş, ama uzun sürmemiş, hemen aramız
bulutlanıvermişti. Anladığıma göre Simonov bu hatıralardan
hoşlanmıyor, bunları tazeleyerek eski günleri canlandırmak
isteyeceğimden endişe ediyordu. Benden hoşlanmadığından
şüphelendiğim halde, pek emin olmadığım için ara sıra
uğruyordum.
Yalnızlığıma dayanamadığım bir perşembe günü, o gün
Anton Antoniç’in kapısının açılmayacağını bildiğim için
Simonov’u hatırladım. Dördüncü kata tırmanırken bu adamın
beni görmekten pek memnun olmadığını, gitmenin
lüzumsuzluğunu düşünüyordum. Fakat her zaman olduğu
gibi, böyle düşünceler sanki inat olsun diye, beni bu çeşit
şüpheli durumlara sürüklüyordu; yine de içeri girdim.
Simonov’la en son aşağı yukarı bir yıl önce görüşmüştüm.
III
Simonov’da iki okul arkadaşımızı daha buldum. Üçünün
önemli bir konu üzerinde konuştuğu belliydi. Hiçbiri
gelişimle ilgilenmedi; yıllarca görüşmediğimiz düşünülürse
bu hal tuhaftı. Anlaşılan, onlar için sinek kadar değerim
yoktu. Okulda da hiç sevilmezdim, ama bu kadar
küçümsendiğimi
hatırlamıyorum.
Küçük
görülmeme
memurluktaki
başarısızlığımın,
düşüklüğümün,
kılıksızlığımın vs. sebep olduğunu anlıyordum tabii, çünkü
onlara göre bunlar kabiliyetsizliğimin, değersizliğimin
yaftasıydı. Gene de bu derece aşağı görülmeyi
beklemiyordum. Simonov gelişime bayağı şaşırmıştı. Zaten
önceleri de her ziyaretimde hayret edip dururdu. Bütün
bunlara biraz canım sıkılmıştı; oturup konuşmalarını
dinlemeye başladım.
Ciddi ciddi, hatta heyecanla, ertesi gün uzak bir taşra iline
gidecek subay arkadaşları Zverkov için tertiplemek istedikleri
veda ziyafetinden bahsediyorlardı. Mösyö Zverkov benim de
okul arkadaşımdı. Ondan hele son sınıflarda iyice nefret
ederdim. İlk sınıflarda herkesin sevdiği hoş yüzlü bir
afacandı. Zaten ben de onu sırf güzelliği ve afacanlığı için
çekemiyordum.
Hiç
çalışkan
değildi,
gitgide
de
kötüleşiyordu; bununla beraber pistonlu olduğu için okulu
başarıyla bitirdi. Son sınıfta ona iki yüz canı olan bir köy
miras kaldı; öğrencilerin çoğu fakir olduğundan Zverkov
hepimize üstten bakmaya başladı. Birinci sınıf bir alçak
olmasına rağmen, üstten bakarken bile sevimli bir genç gibi
görünebiliyordu. Şerefe, onura dair bütün palavralarına
rağmen –pek azı müstesna– çocuklar Zverkov azdıkça ona
daha çok yaltaklanıyorlardı. Ondan bir çıkar gözettikleri için
değil, onu dünyaya talihli doğmuş bir adam olarak
gördüklerinden böyle yapıyorlardı. Sonra Zverkov bizde
becerikli, zarafette eşsiz bir adam diye nam salmıştı. En çok
buna bozuluyordum. Sert, kendinden emin ses tonundan,
cüretkâr ama pek ahmakça nüktelerine duyulan hayranlıktan
nefret ediyordum. Güzel fakat manasız yüzünü (kendi zeki
yüzümle seve seve değişirdim ya), asrın ilk yarısının
sonlarına doğru bütün subaylarda görülen laubali hallerini
çekemiyordum. İleride kadınlar konusunda göstereceği
başarıları (sabırsızlıkla beklediği subay apoletlerini takmadan
önce çapkınlığa cesaret edemiyordu) her fırsatta düello
yapacağını anlatmasına hiç tahammül edemiyordum. Hiç
unutmam, her zaman sessiz sessiz durduğum halde, bir
keresinde ansızın Zverkov’la kapışıverdim: Teneffüste
arkadaşlarıyla gelecekteki çapkınlıklarından bahsediyordu,
sonra güneşte oynaşıp duran bir köpek yavrusu gibi coştu,
köyünde el atmadık tek bir kız bırakmayacağını, bunun droit
Dostları ilə paylaş: |