Evime hür, başın dik olarak,
Evimin kadını olarak gir
(Aynı şiirden)
Liza’nın önünde şaşkın, bitkin, iğrenç derecede bozulmuş
bir halde duruyordum; galiba bir yandan gülümsüyor, bir
yandan da tıpkı önceden, can sıkıntıları arasında düşündüğüm
gibi pamuklu, hırpani sabahlığının önünü kavuşturmaya
çalışıyordum. Apollon bir iki dakika durduktan sonra çekildi,
ama bu bana ferahlık vermedi. En kötüsü, bu defa kızın da
tahmin edemeyeceğim kadar afallamış olmasıydı. Tabii buna
benim halim sebep olmuştu.
Dalgın bir halle:
— Otur, dedim.
Masanın yanındaki iskemleyi ona doğru iteledim, ben de
kanepeye geçtim. Liza gözlerini benden ayırmadan uysal bir
tavırla oturdu; her halinden, benden bir şeyler umduğu belli
oluyordu. Onun bu saf bekleyişi beni büsbütün çileden
çıkardı, fakat kendimi tuttum.
Durumu kurtarmak için olanların farkında değilmiş gibi
tabii davranmak lazımdı, halbuki o... Liza’ya bunların
pahalıya mal olacağını belli belirsiz hissediyordum.
Bu şekilde başlamak gerekmediğini bildiğim halde,
kekeleyerek:
— Beni tuhaf bir durumda buldun Liza, dedim.
Kızın birden yüzünün kızardığını görünce:
— Sakın aklına bir şey gelmesin! diye bağırdım.
Fakirliğimden utanmıyorum... Tam tersine, fakirliğimle iftihar
ediyorum. Fakir olmakla beraber asilim... İnsan hem fakir,
hem asil olabilir. Şey... çay içer misin?
— Hayır... diye başlamıştı ki, sözünü kestim.
— Dur azıcık!
Yerimden fırlayarak Apollon’un yanına seğirttim; kendimi
bir yere atmak ihtiyacındaydım. Avucumda hâlâ sımsıkı
tuttuğum yedi rubleyi önüne fırlatarak hızla fısıldamaya
başladım:
— İşte aylığın Apollon, görüyorsun ya veriyorum. Ama sen
de beni kurtarmalısın: Hemen koş, çayhaneden çayla on tane
peksimet getir. Eğer getirmezsen dünyanın en bedbaht adamı
olacağım! Bunun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin... O...
her şeydir! Belki aklından kötü düşünceler geçiyor... Ama
onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!..
Tekrar gözlüğünü takarak dikişine oturan Apollon iğneyi
elinden bırakmadan yan gözle parayı sessizce süzdü, sonra
cevap vermeden ve bana zerre kadar ilgi göstermeden hâlâ
iğneye geçiremediği iplikle uğraşmaya devam etti. Kollarımı
à la Napoléon bir görkemle kavuşturarak iki üç dakika
önünde durdum. Şakaklarım ter içindeydi ve yüzümde bir
damla kan kalmadığını hissediyordum. Bereket versin, bana
acıdı galiba, iplik geçirme işini bitirdikten sonra yavaş yavaş
iskemleyi çekti, yavaş yavaş doğruldu, yavaş yavaş
gözlüğünü çıkardı ve yine yavaş yavaş parayı saydıktan sonra
başını çevirerek omzunun üstünden, çayın bir çaydanlık mı
olacağını sordu; sonunda da yavaş yavaş odadan çıktı.
Liza’nın yanına dönerken aklıma, külüstür sabahlığımın
eteklerini toplayarak nereye olursa kaçmak geldi. Ondan
sonra ne olursa olsun.
Tekrar yerime oturdum. Liza bana endişeyle bakıyordu.
Birkaç dakika hiç konuşmadan oturduk.
Birdenbire:
— Geberteceğim onu! diye haykırarak olanca gücümle
masaya bir yumruk indirdim. Öyle hızlı vurmuştum ki,
hokkanın içindeki mürekkep masaya sıçradı.
Liza ürperdi:
— Aman ne diyorsunuz!
— Evet geberteceğim onu, geberteceğim! diye cırlak bir
sesle bağırarak masayı yumruklamaya devam ediyordum.
Bunu yaparken taşkınlığımın ne kadar manasız olduğunu
gayet iyi anlıyordum.
— Bu caninin bana neler yaptığını bilemezsin Liza. Adam
benim celladım... Şimdi peksimet almaya gitti, o...
Birdenbire ağlamaya başladım. Buhran geçiriyordum.
Hıçkırıklar arasında büyük bir utanç duyuyordum, ama artık
kendimi tutamıyordum.
Liza korkmuştu. Telaşla etrafımda dönüyor:
— Ne oldunuz? Neniz var? diye soruyordu.
— Su... su ver bana! Şurada...
Oysa suya da, mırıldanarak konuşmaya da ihtiyacım
olmadığını adım gibi biliyordum. Geçirdiğim buhran gerçekti,
ama bir yandan da durumu kurtarmak için numara
yapıyordum.
Liza şaşkın şaşkın bana bakarak su getirdi. O anda Apollon
çayla geldi. Birdenbire, bu alelade, basit çayın biraz önceki
hadiseden bile daha utandırıcı, daha küçültücü olduğunu fark
ederek kızardım. Liza, Apollon’a bile korkuyla bakıyordu. O
bize aldırmadan odadan çıktı.
Kızın gözlerinin içine bakarak:
— Beni hakir görüyorsun, değil mi Liza? dedim.
Ne düşündüğünü öğrenmek için duyduğum sabırsızlıktan
titriyordum.
Bozuldu, cevap veremedi.
Hırsla:
— Hadi iç çayını! dedim.
Kendi kendime kızıyordum, ama acısını ondan
çıkaracaktım. Bu kıza karşı kalbimde öyle dehşetli bir nefret
kabarmıştı ki, elimden gelse onu öldürürdüm. Öcümü almak
için içimden onunla bir tek kelime konuşmamaya yemin
ettim. "Her şeyde o suçlu." diye düşünüyordum.
Aramızdaki sessizlik beş dakika kadar sürdü. Çay masada
durduğu halde ikimiz de içmiyorduk. Liza’yı daha çok
sıkmak için işi çaya el sürmemeye kadar vardırmıştım; o da
başlamaya çekiniyordu. Birkaç kere hüzünlü bir şaşkınlıkla
yüzüme baktı, inatçı sessizliğimi bozmuyordum. Bu durumda
en çok azap çeken de şüphesiz bendim. Manasız hiddetimin
iğrençliğini, adiliğini tamamıyla idrak ediyor, ama bir türlü
kendime hâkim olamıyordum. Kız, sessizliği bozmak için:
— Ben oradan... şey... temelli çıkmak istiyorum, diye
başladı.
Zavallı kızcağız! O manasız anda benim gibi aptal bir
adama açılmayacak tek konu varsa, o da buydu işte.
Beceriksizliği, yersiz açık kalpliliği bana bile dokundu. Fakat
tam o sırada içimde kabaran kötü bir duygu tüm merhametimi
bastırdı, hatta daha fazlasını yapmaya kışkırttı: Olan olmuştu,
artık dünya vız gelirdi bana! Beş dakika daha geçti. Liza
ürkek bir tavırla, duyulur duyulmaz bir sesle:
— Sizi rahatsız ettim galiba... diyerek ayağa kalktı.
İncinmiş izzetinefsin ilk isyanını görünce hiddetimden tir tir
titreyerek patladım:
— Zaten ne diye bana geldin, ne diye, söyler misin lütfen?
Tıkanır gibi konuşuyor, sözlerimde mantık sırası bile
kollamıyordum. Her şeyi birden anlatmak istiyor, nereden
başlayacağını kestiremiyordum. Artık kendimi tutamayarak:
— Ne diye geldin, cevap ver! diye bağırdım. Cevap ver
bana! Ben sana niçin geldiğini söyleyeyim iki gözüm. Sana o
gün dokunaklı laflar ettiğim için geldin. Şimdi de
şımarıklığından, canın gene "dokunaklı laflar" duymak
istediği için geldin. Ama haberin olsun, seninle o zaman alay
etmiştim. Şimdi de alay ediyorum. Niye ürperiyorsun öyle?
Evet, alay ettim! Evinize benden önce gelenler yemekte beni
tahkir etmişlerdi. Size, onlardan birini, bir subayı dövmek için
gelmiştim, ama olmadı, kaçırdım. Birisinden, gördüğüm
hakaretin öcünü almak istiyordum, karşıma sen çıktın, öfkemi
senden aldım, eğlendim seninle. Beni küçük düşürdüler, ben
de aynı şeyi yapmak istedim; beni paçavraya çevirdiler, ben
de kendimi göstereyim dedim... Mesele bundan ibaret, yoksa
sen oraya seni kurtarmak için geldiğimi mi sandın? Böyle mi
düşündün? Böyle mi ha?
Söylediklerimin ona pek karışık geldiğini, muhtemelen
çoğunu
anlayamayacağını
biliyordum,
fakat
esası
kavrayacağına emindim. Tahminimde yanılmadım. Liza’nın
yüzü kâğıt gibi oldu; konuşmak istedi, ama dudakları ıstırapla
kıvrıldı ve ayaklarına bir balta yemiş gibi iskemleye çöktü.
Ondan sonra beni ağzı açık, bakışları sabitleşmiş, bütün
varlığını saran dehşetten titreyerek dinledi. Sözlerimdeki
arsızlık, hayasızlık onu ezmişti...
Yerimden fırlayıp önünde bir aşağı bir yukarı odayı
arşınlamaya başladım. Bağıra bağıra:
—
Kurtarmakmış!
diye
devam
ettim.
Neden
kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de fenayım. Niye o
gün karşına geçmiş maval okurken suratıma, "Ya senin ne işin
var burada? Ahlak hocalığı taslamaya mı geldin?" diye
haykırmadın? O gün bütün istediğim, bir kuvvet gösterisi
yapmaktı; seni ağlatıp ezmekten, buhrana sürüklemekten
başka düşündüğüm yoktu. Ama miskin, mendeburun biri
olduğum için dayanamadım, korktum ve şeytan bilir hangi
sebepten sana adresimi verdim. Daha eve varmadan bu adres
verme işi yüzünden sana içimden ne sövgüler yağdırdım.
Sana yalan söylediğim için senden nefret ediyordum. Çünkü
tek istediğim kelime oyunları yapmak, kafamı biraz
çalıştırmak, biraz kendimi eğlendirmekti... aslında istediğim
nedir bilir misin? Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o
kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler
diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Beni kıyamet
kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda
bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını, ama
çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. Bunu biliyor
muydun? İşte ben böyle namussuz, alçak, bencil, tembelin
biriyim. Buraya geleceksin diye üç gündür korkudan kendi
kendimi yedim. Bu üç gün içinde beni en çok kaygılandıran
şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi? O gün karşında
kahramanlık tasladıktan sonra, beni burada bu yırtık
sabahlığımla, yokluk, pislik içinde görmenden korkuyordum.
Sana demin, fakirliğimden utanmadığımı söyledim, ama
yalan, en çok bundan utanıyor, bundan korkuyorum; hırsız
olsaydım bu derece korkmaz, utanmazdım. Son derece
gururluyum; en ufak şey, derim soyulmuş da, sanki havanın
teması bile bana ıstırap veriyormuş gibi hissetmeme neden
olur. Beni bu partal sabahlığımla, hırçın bir köpek gibi
Apollon’a
saldırırken
yakaladığın
için
seni
hiç
affetmeyeceğimi hâlâ anlayamadın mı? Kurtarıcı, sabık
kahraman, yoluk tüylü, uyuz bir it misali uşağına saldırıyor,
öteki de onunla alay ediyor! Miskin kocakarılar gibi, karşında
gözyaşlarımı tutamayışım yüzünden de affetmeyeceğim seni!
Şu anda itiraf ettiklerim yüzünden de seni affetmeyeceğim!
Evet sen, yalnız sen, bütün bunların hesabını vereceksin,
çünkü karşıma sen çıktın, çünkü ben alçağın biriyim,
yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en gülüncü, en miskini,
en ahmağı, en kıskancıyım; gerçi diğerlerinin de benden daha
iyi tarafları yok, ama gene de hiçbir şeyden utanmıyor şeytan
alasıcalar! Halbuki ben ömrüm boyunca en ufak bir bitten bile
fiske yerim; benim karakterim de bu işte! Bunların hiçbirini
anlamasan da bana vız gelir! Senin orada mahvolup gitmen de
vız gelir! Sonra, buraya geldiğin, beni dinlediğin için de
senden nefret edeceğimi biliyor musun? İnsan hayatta bir
kere, o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini döker!.. Daha
ne istiyorsun? Bu olanlardan sonra hâlâ ne diye karşıma
dikilmiş canımı sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun?
Tam o anda, birdenbire garip bir şey oldu.
Her şeyi kitaplarda olduğu gibi düşünüp tasarlamaya,
hadiseleri önceden hayalimde yarattığım gibi görmeye
alıştığım için, o garip olayı bir an kavrayamadım. Ezdiğim,
hakaret ettiğim Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok
anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi,
karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı.
Yüzündeki ürkek, gücenik ifade, yerini acıklı bir hayrete
bırakmıştı. Gözyaşları içinde (tüm bu tirat boyunca
ağlamıştım) kendime "adi," "alçak" gibi sıfatlar verdikçe
Liza’nın yüzü ıstırapla buruşmuştu. Doğrularak beni
susturmak istedi; "Ne duruyorsun burada, niye gitmiyorsun?"
diye bağırmama da aldırmadı, çünkü söylediklerimin bana ne
kadar acı geldiğini fark etmişti. Hem onun gibi zavallı,
kendisini benden kıyaslanmayacak derecede aşağı gören bir
kızın öfkelenmesi, kırılmış izzetinefsi için isyan etmesi
mümkün müydü?
Birden oturduğu sandalyede doğrularak içten kopan bir
taşkınlıkla bana atılmak istediyse de, hâlâ benden çekindiği
için daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi ve durduğu
yerden çekingen, ürkek bir halle ellerini uzattı... O anda
içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana doğru atıldı
ve boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Ben de kendimi
tutamadım ve daha önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla
ağlamaya başladım...
— Bırakmıyorlar... İyi... iyi olamıyorum! diye kekeledim
güçlükle.
Sonra kendimi yüzükoyun kanepeye fırlatarak bir çeyrek
kadar tam bir isteri nöbeti içinde hıçkırdım durdum. Liza da
yanıma oturup kollarıyla beni sararak öylece hareketsiz kaldı.
Fakat bu buhran ne kadar sürse de bitecekti. İşte böyle
(şimdi pek çirkin bir hakikati yazacağım) kanepede yüzüm
eski bir deri yastığa gömülü yatarken içimde önce yavaş
yavaş kendini hissettiren, sonra gittikçe kuvvetlenen bir
duygu uyanmaya başladı: Başımı kaldırarak Liza’nın
gözlerine nasıl bakacaktım? Neden utandığımı bilmediğim
halde utanıyordum. Altüst olmuş kafamdan, artık rollerimizin
değiştiği, Liza’nın kahramana benimse dört gün önceki
zavallı, aşağılanmış kıza dönüştüğüm geçti. Bütün bunları
daha yüzükoyun kanepede yatarken düşünüyordum!
Hey Tanrım! Yoksa onu o anda kıskanmış mıydım?
Elbette bu konuya o zaman da, şimdi de bir çözüm
bulamadım, ama şimdi o zamankine oranla çok daha iyi
anlayabiliyorum. Kim olursa olsun, birine hükmetmeden, onu
ezmeden yaşamam mümkün değildi benim... Fakat... fakat
sadece düşüncelerle hiçbir şey açıklanamaz, o halde uzun
boylu düşünceye dalmanın faydası yok.
Nihayet kendimi zorlayarak başımı kaldırdım, bunu nasıl
olsa yapacaktım... O anda içimde uyanan başka bir
duygunun... hükmetmek, sahip olmak arzusunun, sırf kızın
yüzüne bakmaktan utandığım için alevlendiğine eminim.
Gözlerimde şehvet parıltıları belirdi, Liza’nın ellerini hızla
sıktım. Ondan son derece nefret ettiğim halde öyle arzu
duyuyordum ki! Bu iki duygu birbirini körüklüyordu. Bir
çeşit intikam duygusuydu neredeyse!.. Liza’nın yüzünde önce
şaşkınlık, hatta biraz da korku belirdi, ama bu sadece bir an
sürdü. Coşkunluk ve tutkuyla bana sarıldı.
X
Bir çeyrek sonra odamda bir aşağı bir yukarı delice bir
sabırsızlıkla dolaşıyor, ikide bir paravanaya yaklaşarak,
aralıktan Liza’yı seyrediyordum. Başını yatağa dayayarak
yerde oturuyor, galiba ağlıyordu. Çekip gitmiyor ve bu da
beni deli ediyordu. Artık her şeyi biliyordu. Ona tamir
edilmez bir şekilde hakaret etmiştim, fakat... bundan
bahsetmenin ne faydası var. Liza ihtiras kasırgasının sadece
bir intikam duygusu, ona karşı yeni bir hakaret olduğunu ve
deminki nedensiz husumetin bu sefer doğrudan doğruya ona
yöneltilmiş şahsi kıskançlıktan kaynaklanan bir nefrete
döndüğünü anlıyordu... Hoş, kesin olarak anlayıp
anlamadığını da iddia edemem; ancak alçağın biri olduğumu,
en önemlisi de onu hiç sevmediğimi kesinlikle anlamıştı.
Bana bunların imkânsız olduğunu, bu derece kötü, bu
derece aptal olamayacağımı söyleyecekler, biliyorum; hatta
Liza’yı sevmemenin, hiç olmazsa aşkını takdir etmemenin
mümkün olmadığını da ilave edeceklerdir muhtemelen.
Halbuki neden imkânsız olsun? İlkin sevmek elimden
gelmezdi, çünkü bence sevmek, manevi üstünlük kurmak,
zorbalık etmek anlamına gelir. Ömrüm boyunca başka türlü
düşünmedim; hatta şimdi bile bazen sevginin sevdiğimizin
bize gönül rızasıyla bağışladığı, kendine zorbalık etme
hakkından
ibaret
olduğunu
düşünüyorum.
Yeraltı
hayallerimde bile aşkı nefretle başlayan ve manevi zaferimle
biten bir mücadeleden başka şekilde kuramıyordum, ama dize
getirdiğim varlığı ne yapacağımı hiç bilemedim. Kadını
canlandıran, onu uçurumun dibine kadar yuvarlanmaktan
koruyarak yeniden doğmasını sağlayan biricik kuvvetin aşk
olduğunu biliyorum, ama manevi varlığım o derece
bozulmuştu ve "canlı hayattan" o kadar uzaklaşmıştım ki,
demin bana "dokunaklı sözler" dinlemeye geldiğini sanıp kızı
rezil etmeye kalkmamın da, dokunaklı sözler dinlemeye değil,
bana olan sevgisi yüzünden geldiğini anlayamamamın da
garipsenecek yanı yok bence. Gene de odamda bir aşağı bir
yukarı dolaşarak arada bir paravanın aralığından bakarken
Liza’dan pek öyle nefret ettiğim yoktu. Bana dayanılmayacak
kadar ağır gelen, sadece burada bulunmasıydı. Bir an önce
ondan kurtulmak istiyordum. "Sükûnet"e kavuşmayı,
yeraltımla baş başa kalmayı istiyordum. Alışmadığım "canlı
hayat", beni öyle bir sıkıştırmıştı ki, soluğum kesilecek gibi
oluyordu.
Birkaç dakika daha geçti, Liza kendinden geçmiş gibiydi,
hiç kıpırdamıyordu. Kendimi hatırlatmak için arsızca
paravanı tıklattım... Birdenbire silkindi, yerinden fırlayıp
atkısıyla şapkasını, paltosunu aramaya başladı; sanki o da
benden bir an evvel kaçıp kurtulmak istiyordu... İki dakika
sonra paravanın arkasından yavaş adımlarla çıkarak bitkin
gözlerle beni süzdü. Çarpık bir gülümsemeyle karşılık
verdim, ama zoraki, nezaket icabı bir gülümseme olduğu
belliydi; hemen sonra bakışlarımı kaçırdım.
Kapıya doğru yürürken:
— Hoşça kalın, dedi.
Birden yanına koştum, elini yakalayıp avucunu açtım ve
para sıkıştırdım... ve tekrar kapattım. Sonra, yüzünü
görmemek için sırtımı çevirerek kendimi hızla odanın öbür
ucuna attım...
Az kalsın şu anda bile yalan söyleyecek, bu hareketi kazara,
kendimi bilmeden, düşüncesizliğimden yaptığımı yazacaktım.
Fakat yalan istemiyorum artık; bu yüzden açıkça söylüyorum
ki, avucunu açıp para sıkıştırmamın tek nedeni...
kötülüğümdür. Bunu daha Liza paravanın arkasındayken ve
ben odanın içinde aşağı yukarı dolaşırken düşünmüştüm.
Yalnız şunu da söylemeliyim: Bu kötülüğü bile isteye
yapmıştım, ama içimden, kalbimden gelmediğine, muzır
kafamın işi olduğuna eminim. Merhametsizliğim o kadar
yapmacık, zoraki, sadece kafa mahsulü ve kitap gibiydi ki,
yaptığıma bir dakika bile dayanamadım; önce yüzünü
görmemek için kendimi bir köşeye attım, sonra utanç ve
ümitsizlikle Liza’nın peşinden koştum. Antre kapısını açıp
dinledim.
Merdivenlere doğru, çekinerek:
— Liza!.. Liza!.. diye seslendim.
Cevap yoktu; merdivenin alt basamaklarında adımlarını
duyar gibi oldum ve daha yüksek bir sesle:.
— Liza! dedim.
Gene cevap yoktu. Tam o sırada aşağıdan camlı sokak
kapısının gıcırdayarak güçlükle açıldığını, sonra sert bir
vuruşla kapandığını duydum. Merdivenleri bir uğultu kapladı.
Gitmişti. Düşünceli bir halle odama döndüm. Son derece
üzgündüm.
Masanın önünde, oturduğu sandalyenin yanında durmuş,
boş gözlerle önüme bakıyordum.
Böylece bir dakika kadar geçtikten sonra birden ürperdim:
Tam önümde, masanın üzerinde, demin onun avucuna
sıkıştırdığım beş rublelik buruşuk, mavi banknotu
görmüştüm. Bu aynı banknottu; başkası olamazdı, zira evde
bundan başkası yoktu. Şu halde Liza, ben kendimi odanın
öbür ucuna attığım zaman bunu masaya fırlatmayı becermişti.
Ya ne olacaktı başka? Ondan bunu beklemeliydim. Peki
beklemiş miydim? Hayır. O derece bencildim, insanları öyle
hiçe sayıyordum ki, Liza’nın bunu yapacağı aklımın
köşesinden bile geçmemişti. Buna dayanamadım. Hemen deli
gibi giyinmeye başladım; elime geçenleri, hiç bakmadan
aceleyle giyip Liza’nın peşinden dışarıya fırladım. O sırada
Liza henüz iki yüz adım bile uzaklaşmamış olmalıydı.
Sokak sessizdi; hızını artıran ve dimdik yağan kar, beyaz bir
çarşaf gibi tenha sokağı, kaldırımları örtmüştü. Yollarda tek
bir canlı yoktu, etrafta çıt çıkmıyordu. Hüzün dolu sokak
fenerleri boş yere göz kırpıyordu. Kavşağa kadar iyi yüz
adımlık mesafeyi koşarak geçtikten sonra durdum.
"Ne yana gitti? Hem ne diye peşinden koşuyorum? Niçin?
Önünde diz çöküp pişmanlık gözyaşları dökmek, ayaklarını
öpüp affedinceye dek yalvarmak için mi?" Evet, bunu
istiyordum; göğsüm parçalanacak gibiydi ve o anı asla ama
asla soğukkanlılıkla hatırlayamayacağım. "Fakat ne lüzumu
var?" diye düşündüm, "Belki hemen yarın, sırf bugün
ayaklarını öptüğüm için ondan nefret etmeyecek miyim? Onu
mesut edebilir miyim hiç? Bugün belki de yüzüncü olarak
değerimi anlamadım mı? Hayatını cehenneme döndürmez
miyim kızın?"
Karın altında durmuş, bakışlarımla bulanık, puslu havayı
delmeye çalışarak bunları düşünüyordum.
Az sonra, daha evdeyken kurmaya başladığım, içimi
kaplayan sızıyı köreltecek hayallere daldım: "Hakaretin
silinmemesi onun için daha iyi, değil mi? Hakaret en yakıcı,
en azaplı duygu da olsa, bir arınmadır! Nasılsa yarın gene
ruhunu kirletecek, kalbini kıracaktım. Fakat uğradığı hakaret
artık asla içinden çıkmayacak; düştüğü batak ne kadar zorlu
olursa olsun, ruhunu yükseltecek, kinle arındıracak olan da
yine hakaretimdir... hımm... belki de bağışlar... İyi ama bütün
bunların ona ne faydası olur ki?"
Şimdi de kendi kendime şu lüzumsuz suali soruyorum:
Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap
mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?
Bütün bunları o gece evde manevi, ama sahici bir ıstırabın
bitkinliği içinde düşünmüştüm. Bu derece azap, pişmanlık
duyduğumu hiç hatırlamıyordum; peki Liza’nın peşinden
sokağa fırlarken, yarı yoldan döneceğime dair hiç şüphem var
mıydı? Liza’yla bir daha ne karşılaştım ne de hakkında bir şey
duydum. Şunu da ilave edeyim: O gün kederimden
hastalanacak hale gelmekle beraber, hakaretin, kinin
faydasına ait cümlem beni son derece memnun etmişti.
Şimdi bile, üzerinden bunca yıl geçtiği halde bu hatıraları
anmakla epey kötü oluyorum. Gerçi nice kötü hatıram var
ama... bu "Notlar"a burada mı son vermeli acaba? Sanırım
bunları yazmakla hata ettim zaten. Daha doğrusu, bu hikâyeyi
yazarken yeterince utandım: Yani bu, edebi bir eserden ziyade
günahlarımın kefaretini ödemek oldu. Bir köşeye çekilip
ahlak bozukluğumla bütün bir ömrü nasıl heba ettiğimi,
kötücül, boş gururum yüzünden yaşayan âlemle her türlü bağı
keserek nasıl yeraltına çekildiğimi uzun bir öykü gibi
anlatmanın hiçbir ilginç yanı yok elbette; hem romanda bir
kahraman olmalıdır, halbuki benimkinde bir kahramanın tersi
olan ne kadar özellik varsa kasten bir antikahramanda
toplanmış. Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına
da eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok
kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan
öylesine kopuğuz ki, gerçek "canlı hayata" karşı adeta tiksinti
duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir
hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir
ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki
neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız?
İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz,
isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize
daha fazla serbestlik vermeyi, ellerimizi çözmeyi, hareket
alanımızı genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı
deneyin bir... sizi temin ederim, o anda tekrar vesayet altına
girmeye can atarız. Biliyorum, belki bu sözlerime kızacak,
bağırıp tepinmeye başlayacak, "Böyle konuşacaksanız yalnız
kendinizden, o sefil yeraltınızdan bahsedin; ‘biz, hepimiz’ gibi
tabirler kullanmaya kalkışmayın!" diyeceksiniz. Müsaade
buyurun baylar, ben bu hepimizlikle kendimi haklı çıkarmak
peşinde değilim. Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip
yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar;
üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi
kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. Buna göre ben sizden
daha "canlı"yım. Daha yakından bakın! Biz bugün "canlı"nın
nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile
bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın
o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana
çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi
bilemeyiz. İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip,
kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan
utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya
çabalıyoruz hep. Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten
çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve
bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. Bundan zevk
alıyoruz. Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir
dölleri olarak dünyaya geleceğiz. Ama yeter bu kadar; daha
fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum...
Gene de bu çelişme düşkününün "notları" burada bitmiyor.
O kendini tutamadığı için yazmaya devam etti. Ama biz
burada durabiliriz sanırım.
[24]
|