EPİSTEMOLOJİ (BİLGİ TEORİSİ)
Bilgimizden gurur duyarız: Kendi dışımızdaki dünyada, başka
insanlarda ve kendi içimizde ne olup bittiğini anlama
kapasitesini verir bize. Ama bazen de alçakgönüllülüğümüz
tutar, cehaletimizden dem vururuz: Her şeyi bilmemiz
mümkün değildir, ne zamanımız vardır bunun için ne de her
şeyi öğrenme kapasitemiz. Bilim, duyularımızın yelpazesinin
ne kadar kısıtlı olduğunu ortaya koymuştur. Toplam
elektromanyetik spcktrunıda görünürlük küçük bir kısımdır;
işitme ise var olan frekanslar yelpazesinin yalnızca bir
bölümünü yakalayabilmektedir. Ne var ki, teknisyenler
şimdiye kadar bizim için gizli kalan bu frekansları (yani ışık
ve ses frekanslarını) dikkatimize sunmuşlardır. Böyle-ce
bunları daha öteye keşfedebilir ve bilim ve sanayide
kullanabiliriz.
Kesin bilgi, inançtan ayrıdır: Bahçede bir heykel olduğuna
inanıyor olmam bir heykel olduğunu biliyor olmamdan
farklı bir Önermedir. Epistemoloji, bilmek, inanmak ve emin
olmak kavramlarıyla ne demek istediğimizi, bazı şeyler
konusunda emin olup olamayacağımızı, olacaksak nasıl
olabileceğimizi ve bunun dini, bilimsel, psikolojik, sanatsal
ve ahlaki fikirler açısından söylenip söylenemeyeceğini
inceler. Hakikat var mıdır?
Biz bunu nasıl bilebiliriz? Bilgimizden emin olabilir miyiz?
Epistemoloji bilimler için önem taşıyan sorulara el attığı gibi,
temel anlama biçimlerimiz hakkında da sorular sorar. Kesin
bilgi arayışı çerçevesinde birkaç ayrı geniş anlamda felsefi
gelenek ortaya çıkmıştır. Kimileri duyularımızla algıladığımız
şeylerden emin olabileceğimizi söyler, kimileri
düşündüğümüz şeylerden. Doğal olarak, kendilerine sahte bir
ikilik gibi görünen aradaki uçurumu bir köprü ile aşmaya
çalışanlar da vardır, kesin bilgi için bir tanrıya başvurmayı
seçenler de.
Tanrı’ya inananlar bakımından, insanın zihninin ve
duyularının aşikâr yetersizliği, onları bilinen ve bilinecek olan
her şeyin garantörü olarak Tanrı’ya dönmeye teşvik eder.
Durum böyle olabilir, ama insanlar Tanrı’nın kesin
bilgilerinden nasıl yararlanabilirler? Bu görüşün taraftarları,
geleneksel olarak vahiy kavramına sığınmışlardır: Tanrı
kendini seçilmiş kullarına açık eder, bunlara ise bu temelde
dünyanın geri kalanını O’nun ne önerdiği veya ne gösterdiği
konusunda aydınlatma görevi düşer. İster Tanrı’ya inansınlar,
ister inanmasınlar, kuşkucular Tanrının kendini insanlara
göstermesiyle birlikte, bilgi sorununun yeniden insanlık
âlemine devredilmiş olduğunu hatırlatırlar: Şimdi artık bir
insanla karşı karşıyayızdır - ama vahiy taraftarları, insanın ne
bildiğinden emin olamayacağını söylemişlerdir.
Rasyonalizm kesin bilginin ancak zihnin işleyişinde,
önermelerden türetilebilen mantıksal bağıntılarda
bulunabileceğini söyler. Ampirizm buna zihnin başlangıçta
boş olduğunu, bildiğimiz her şeyin duyuların zihin dışı
dünyadaki şeylerle karşılaşmasından ve onları algılamasından
öğrenildiğini söyleyerek karşılık verir. Her iki pozisyonun da
sorunları vardır. Eğer üç kenarı olan bir nesneyi hiç
görmediysem, üçgen fikrini nasıl geliştirebilirim? Ya da
bazen (özellikle yorgun veya hasta olduğumda) beni
yanılttığını bildiğim halde, duyularıma nasıl bütünüyle
güvenebilirim? İkisini biraraya getirirsek, duyularımdan
edindiğim bulguları mantıksal düşünüşle geçerli hale
getirmem gerektiği ya da mantıksal zırvayla
uğraşmadığımdan emin olabilmek için mantıksal
düşünüşümün duyulara yeniden bağlanması
gerektiği söylenebilir.
Belki de bilginin kesinliği kavramı yersizdir; olasılığı tercih
ederek yanılmayı kabul etmeliyizdir. Bahçedeki heykelin
varlığı konusunda yüksek bir olasılık olduğunu
söyleyebilirim. Sisli bir gecede ne kadar emin olabilirim ki?
Batı felsefesinde kuşkucu gelenek güçlü ve yararlı bir
akımdır. Bildiğimizi sorgulama yönünde etki yapmıştır. Ama
zorunlu olarak bilgi konusunda bir nihilizm içermez, çünkü
sürekli olarak bilgi edinmenin daha iyi yollarını aramak
bilgiyi reddetmediğimizi gösterir. Buna bağlı olarak, kimi
felsefeciler bazı şeylerden emin olabileceğimizi (“2 + 2 = 4”
veya “zar atarken 6 gelmesi ihtimali altıda birdir” gibi), bazı
şeyler hakkında sadece olasılık düzeyinde önermeler
yapabileceğimizi (“mavi bir gök havanın sıcak olacağına
işaret eder”), bazı şeyler hakkında ise hiçbir kesin bilgimizin
olamayacağını (“Tanrı vardır”) söylerler. Eğer olasılık temelli
önermelere yönelirsem, 0 ile 1 için, yani bir şeyi kesin olarak
bilebilme parametreleri için kriterler geliştirme sorunuyla
karşı karşıya kalırım. Bunlar ne olabilir? Buradan daha ileriye
gidemem. Kuşkuculuk sahte bilimsel önermeleri ve dini
önermeleri sorgulamakta çok etkili olmuştur. Bir olayın olmuş
olduğundan çok emin olduğumuzu düşündüğümüz
zaman bile, hep Hume’un havaya kalkmış kaşım hatırlamakta
yarar vardır.
ESTETİK
“Güzel” sözcüğü telaffuz edildiği veya düşünüldüğü zaman,
pe-şisıra bir dizi felsefi sorun gelir. Eğer “A güzel” dersem,
sanki A’nın güzel olduğunu, A küp biçimindedir veya geniştir
gibi bir anlamda söylemiş gibi oluyorum; veya A'nın belirli
bir estetik duygu uyandırmak anlamında bana güzel geldiğini
söylemiş oluyorum. Alternatif olarak, etrafımdakilerle
aramızda “burada toplanmış olan bizler, A’ya güzel olması
nedeniyle saygı göstermeliyiz” türünden bir toplumsal
anlaşma olduğunu belirtmiş oluyorum ki bu da güzelliğin
kültürel ve toplumsal olduğu anlamına gelir.
Yunanlar güzelliği iyilikle eşitlemişlerdi. Filmlerde ve
edebiyatta çirkin ve alçak karakterlerde ve güzel
kahramanlarda hâlâ bunun izini görürüz. Eco gibi kimileri
güzelliğin tarihsel özelliklerini vurgulamaya meraklıdır.
Kimileri ise güzelliğin ebedi olduğunu vurgular. Belki de
Platon ile güzelliğin duyular üstü bir İdeal olduğu, duyulara
hitap eden bütün güzelliklerin bu mükemmel Form’un
yalnızca birer yansıması olduğu kanısını paylaşırlar. Kant
güzelliğin rasyonalist bir betimlemesini yapmıştır (kendi
çıkan olmayan bir kişinin hazzı). Bize neyin yüce,
neyin güzel olduğuna dair tuhaf özetler sunmuştur. Santayana
ise bize güzelliğin öznel duygusal niteliğini hatırlatmayı
seçer:
|