Ama ya insan hakiki güzelliği görebilecek gözlere sahip
olsaydı - ilahi güzelliği kastediyorum, saf ve berrak ve
katıksız güzellik, ölümlülüğün kirlenmişliği ve insan hayatının
bütün renkleri ve kibriyle lekelenmemiş güzellik - hakiki
güzellik, saf ve ilahi bundan ne kadar uzak, ne kadar
farklı? (Platon, Symposium, 211e)
Ama bir kez bir yapıtta veya bir manzarada veya bir insanda
bu tür betimlemelere yol açan nedir, bu konuda bir karar
vermeye başlarsak, o zaman daha sıkı çalışmaya
başlayabiliriz demektir. O zaman estetiğin engin alanı
önümüzde açılır: tavır, değer, temsil, amaç, geometri ve
simetri, psikolojik tepkiler, bakanın bulunduğu mesafe,
güzelliğin farklı kültürel biçimleri ve başka konular, müziğe,
sanata, heykele, mimariye, dansa uygulanabilir. Ve oradaki
güzellik, aynen gece gibi, baş döndürücüdür.
ETİK
“Ne yapmalıyım?” sorusu “ne yapıyorum?”, “ne yaptım?”,
“ne yapacağım?” sorularından farklıdır. Olgular temelinde
sınanabilecek pozitif bir betimleme değil, normatif bir
önermedir. Yani, ne yapmakta olduğum bir betimleme
konusudur: Bir yalan uydurmaktayım. Benzer biçimde, ne
yapacağım sorusu da bir betimleme gerektirir: Yalan
söyleyeceğim. Ama bir betimlemeden bir ödev çıkarılabilir
mi: Yani yalan söylemeli miyim?
Betimleme ile yol gösterme arasındaki ayrım, etik olarak
düşünmeye başlamanın birçok yolundan biridir. Bir yalan
uydururken, yalan söylemenin doğası gereği yanlış olup
olmadığını, etik olarak bazı koşullarda haklı görülüp
görülemeyeceğini düşünüyor olabilirim; veya beklenen
sonuçları dolayısıyla yalan söylemenin haklı görülebileceğini
düşünüp sonuçları kendi açımdan veya başkalarının açısından
birbirinden ayrıştırabili-rim; ya da kendime yalan söylemeyi
seçersem ne tür bir insan olacağım sorusunu sorabilirim. Bu
soruları sorduğumuzda, deontoloji, faydacılık ve erdem teorisi
olarak bilinen üç ana etik teorisini gündeme getirmiş
oluyoruz.
Deontoloji taraftarları, Kant’ın ahlak felsefesini izleyerek
yalanın hiçbir zaman haklı görülemeyeceğini (davranışlar
kendi içlerinde ya ahlakidir ya ahlak dışıdır), doğru olanı sırf
doğru olduğu için yapmanın bir ödev olduğunu ileri sürerler.
Kant bize davramlmasını dileyeceğimiz gibi davranmamız
gerektiğini (C. S. Levvis’in izah ettiği gibi, bu etik erken
dönem Yahudi-Hıristi-yan düşüncesinin izinde pratikte
evrenseldir), söz konusu davranışın, herhangi bir insanın
yalan söylemesinin doğru olup olmayacağını sorabileceğimiz
biçimde tümelleştirilmesi gerektiğini söyler. Yalan
söylemenin ahlaki bir değeri olabileceğini vurgulu biçimde
yadsır. Ünlü bir örneğinde, bir cani evinize girer de kurbanını
aramaya girişirse sizin ona kurbanın yeri konusunda yalan
söylemenizin yanlış olacağını belirtir. Kant’çılar bu
argüman karşısında hep zor durumda kalmışlar, durumun
aşırılığı dolayısıyla bunu bir ayarlamaya tabi tutmaya
yönelmişlerdir (bu da tümellik hükmünde bir düzeltme
yapılması demektir). Eleştirmenleri ise Kant’ın tümelliğinin
kendisinin bir davranışın sonuçlarına yaslandığını ve
dolayısıyla davranışın kendisinden ziyade sonuçlarına
bakmamızın daha doğru olacağını belirtmişlerdir.
Sonuççular yalanın sonuçları üzerinde düşünmemiz
gerektiğini ileri sürerler. Yalan niye söylenmektedir? Diyelim
ki karşı cinsten biriyle yemeğe çıktınız. Partneriniz güzel
miyim, diye sordu. Kant dürüst bir cevap beklerdi. “Hayır,
korkunç görünüyorsun” derseniz, üzücü sonuçlar doğabilir.
Ama Kant diyebilir ki, partneriniz belki de dürüstlüğü tercih
ederdi, böylece güvenini kazanırdınız. Ama sonuççu da
bunun bütün bir geceyi mahvedebileceğin] ya da atmosferi
bozacağını, dolayısıyla anti-sos-yal, dostane olmayan bir jest
olarak görülebileceğini söyler. Ona göre, yalan söyleyip
ilişkileri gerginlikten uzak, rahat sürdürmek çok daha iyidir.
Burada, kısa vadeli sonuççuluk ile uzun vadeli sonuççuluk
arasında bir ayrım yapılabilir. Uzun vadeli bakan sonuççular,
kısa vadede elde edilen yararların uzun vadeli yararların
lehine olmayabileceğini kabul ederler. Böylece, sonuççu
bir açıdan Kant’la aynı fikri paylaşır: Şimdi dürüst davranıp,
ileride daha büyük yararlar getirebilecek uzun vadeli güven
ve dostluğun yerleştirilmesi çok daha iyidir.
Bentham’m faydacılık olarak adlandırılan sonuççuluğu,
faydaları ve maliyetleri, potansiyel sonuçları, yaratacakları
etki ve kaç insanın etkileneceği açısından ölçerek
karşılaştırmayı hedefleyen daha dakik bir zemin yaratmaya
çalışıyordu. Birçok açıdan, Bentham’ın projesi, “en büyük
sayıda insan için en büyük mutluluk” yaratmayı düşleyen bir
toplumsal mühendisliğin alt-yapısıydı. Ne var ki, Bentham’ın
eleştirmenleri az sayıda insanın çok sayıda insan aleyhine çok
daha büyük yararlar elde ettiği ya da çok sayıda insanın
ötekiler karşısında iyi durumda olduğu pek hoş olmayan
durumlar üzerinde durmuşlardır. Yemeğe çıktığınız insana
yalan söylemeyi düşünürken, faydacılar dolaysız biçimde
doğabilecek sonuçları (düş kırıklığı yaratan bir gece), dolaylı
etkileri (güvene dayalı bir dostluk) ve feragat edilen fırsatları
(bu alacağınız tepkiye bağlıdır!) göz Önüne almak zorundadır.
Erdem teorisi taraftarları, etiğin deontoloji ile sonuçları karşı
karşıya getiren ikili bir yapıya sıkıştırılmasını reddederler.
Bunun yerine erdem teorisi yanlıları şu soruyu sorarlar: Eğer
yalan söylersem ne tür bir insan olurum? Yalancı mı,
diplomat mı? Burada bağlam hayati bir önem taşır. Durumu
düşünüp neyin uygun olacağına karar vermelisiniz:
Dostları ilə paylaş: |