Ayə üzerinde düşünüldüğü zaman, adamın Allah'ın salih kullarından, Rabbinin makamının yüceliğinin bilincinde, ONun emirlerine titizlikle uyğun gələn bir kişi hatta ilahi kəlama muhatap bir peygamber olduğu anlaşılıyor. Çünkü, "Biliyorum ki gerçekten Allah..." ifadesinin zahiri, işin özünün onun tarafından kesin bir açıklığa kavuşmasının ardından daha önce bildiği ilahi mutlak kudrete döndüğünü ortaya koymaktadır. "Sonra onu diriltti və ona dedi ki: Nə kadar kaldın?" ifadesinden də anlaşıldığı kadarıyla o, vahye və ilahi kəlama da alışıktı. Və bu ona yöneltilen ilk vahiy də değildi. Yoksa ifadenin bu şekilde olması gerekirdi: "Onu diriltince dedi ki..." veya buna benzer bir ifade kullanılmalıydı. Yüce Allah'ın Hz. Musa (ə.s) ilə ilgili olarak söylediği sözlerde olduğu gibi: (Musa), o (ateşin yanı)na gelince kendisine seslenildi: "Ey Musa, gerçekten Mən, senin Rabbinim." (Taha, 12) "Derken oraya geldiğinde, o kutlu yerdeki vadinin sağ yanında olan bir ağaçtan seslenildi..." (Kasas, 30)
Hər neyse, öyle anlaşılıyor ki, bu şəxs (ə.s) köyünden uzaq bir yere gitmek üçün evinden çıkmıştı. Bunun delili də binek olarak eşeğini və azuqə olarak gerekli olan yiyecek, içeceğini də yanına almış olarak yola çıkmış olmasıdır. Amaçladığı yere doğru yol alırken, yüce Allah'ın "altı üstüne gelmiş, ıssız duran şehir" diye tanımladığı harabe yerden geçer. Heç kuşkusuz bu ıssız şehre gelmek üçün yola çıkmamıştı. Sadece oradan geçiyordu. Ancak harabe şehrin manzarası etkileyiciydi və o da ibret almak amacıyla durup bu hayret uyandırıcı manzarayı seyre daldı. Şehir halkının soyu kurutulmuştu. Ölüm felaketi hepsini kuşatmıştı. Çürümüş kemikleri bu zatın (ə.s) görebileceği şekilde açıktaydı.
"Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" derken, işte bu çürümüş kemikleri gösteriyordu. Əgər amacı, harabeye dönüşmüş bu kentin yeniden imarı olsaydı bu kente işaret etmek isteseydi "Allah burasını nasıl abadlıq edecekmiş?" diye sorması gerekirdi. Kaldı ki, harabeye dönmüş bir beldenin yeniden imarı; harap oluşundan sonra beklenen bir durum değildir. Ayrıca, harabeye dönmüş bir kentin yeniden imarı də olağanüstü bir durum olarak algılanmaz. Əgər bu zatın (ə.s) işaret ettiği ölüler mezarlarında idiyseler və o da onların mezarlarına bakarak ibret dersleri çıkarmaya çalışıyorduysa, bundan söz edilmesi gerekirdi və kentten ayrıca söz açılmamalıydı. Bir gerçeği ən/en doğru və ən/en etkili tarzda sunmanın ən/en ileri örneği olan Quranın ifade tarzına bu yaraşır çünkü.
Ardından bu şəxs (ə.s) ibret alma amaçlı gözlemlerini derinleştiriyor və gördüğü manzaranın tüyler ürpertici etkisinde kalarak, bu kentin uzun bir süredir bu şekilde kalışına və bu arada haldan hala geçişine, şekilden şekile girişine, öyle ki ilk halının artık kimse tarafından hatırlanmıyor oluşuna ağıl sirr erdiremiyor və bu şaşkınlığının bir ifadesi olarak, "Allah burasını nasıl diriltecekmiş?" diyor. Onun bu sözü iki yönlü olarak ələ alınabilir: Birincisi; olayın üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına karşın, bunun ardından bir dirilişin gerçekleşeceğine ağıl erdirememek, ikincisi; bunca değişimden geçmiş hücre və organların ilk şekillerine yeniden dönmelerini büyük bir şaşkınlıkla karşılamak.
Yüce Allah, olayı bu iki boyutunu kapsayacak şekilde açıklıyor. Olayın birinci boyutunu, onu bir süre ölü bırakmak, sonra diriltip başından geçenleri sormak suretiyle; ikinci boyutunu isə, çürümüş kemikleri onun gözü önünde canlandırmak suretiyle açıklıyor.
Yüce "Allah onu yüzyıl öldürdü sonra diriltti." Ölüm və dirilme olayları, daha önce də söylediğimiz gibi gündüzün değişik vakitlerinde gerçekleşti. Ona dedi ki: "Nə kadar kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden az kaldım." dedi. Adam bu şekilde mütereddit bir cevabı, iki vaktin farklılığından dolayı verdi. Buna göre, ölümü gündüzün ilk yarısındaki bir vakitte, dirilişi də gündüzün son yarısındaki bir vakitte gerçekleşmiştir. Əgər aksi olsaydı, heç tereddüt etmeden, "Bir gün kaldım." cevabını verirdi. Yüce Allah ona bu karşılığı verdi: "Hayır, yüz/üz il kaldın." Böylece kendisinin yüzyılı bir gün veya bir günden az gördüğüne hayretle tanıklık etti. Bu, uzun süre ölü olarak bekledikten sonra dirilmeyi aklına sığdıramayışına bir cevaptı.
Ardından yüce Allah, "Yüz/üz il kaldın." sözünün kanıtı olarak ona şöyle sesleniyor: "Yiyeceğine və içeceğine bax, henüz bozulmamış; eşeğine də bir bax;... Bunun izahı şöyledir: "Bir gün veya bir günden az kaldım." sözü, onun kaldığı sürenin uzunluğu veya kısalığı hususunda herhangi bir şey hissetmediğini, bunu anlamak üçün də gündüzün durumuna; güneşin, gölgenin veya başka bir fenomenin konumunu göz önünde bulundurduğunu ortaya koyuyor. "Hayır, yüz/üz il kaldın." cevabını alınca, kendisine bakıp herhangi bir değişim geçirmediğini düşünerek bir kuşkuya düşmesi normaldir. Bir insan ölər də üzerinden yüz/üz il geçerse, bedeninin değişime uğraması, tazeliğini və dinçliğini yitirmesi, toprağa, çürümüş kemiklere dönüşmesi kaçınılmazdır. Yüce Allah onun aklına gelebilecek bu şüpheyi yox etmek üçün ona yiyeceğine və içeceğine bakmasını emrediyor. Ki durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Bir də çürümüş kemiklere dönüşmüş eşeğine bakma-sını emrediyor. Eşeğin durumu, uzun süre ölü kalışın kanıtıdır. Yiyecek və içeceğin durumu də, bu süre boyunca durumda herhangi bir değişiklik olmadan kalınabileceğinin kanıtıdır.
Bundan anlaşılıyor ki: Eşşək də bir süre boyunca ölmüş və kemik yığınına dönmüştü. Onunla birlikte eşeğin də öldüğünden söz edilmemesi Quranın göz kamaştırıcı bir ədəb tavrı olsa gerektir.
Kısacası, bununla ilahi mesaj açıklığa kavuşuyor: Şöyle ki: Onun ölü olarak kalınan uzun süreyi aklına sığdıramaması yersizdi. Çünkü yüce Allah, ona yüzyılın (ölü kaldığı süre) bir gün veya bir günden az gibi geldiğini itiraf ettirmişti. Nitekim kıyamet günü bütün insanlar də aynı itirafta bulunurlar. Böylece söz konusu şəxs (ə.s) ölme və dirilme zamanlarının arasının uzun veya kısa olmasının ONun hər şeye egemen olan kudretini etkilemediğini açıkça anlamış oldu. ONun gücü zamana bağlı maddi bir güc değildir ki, bir yere yönelik az veya çox miktardaki değişim ONun gücünde bir takım farklılıklara yol açsın və bundan dolayı də eskiden ölmüş olanları diriltmek kısa süre önce ölmüş olanlara oranla kendisine çətin gelsin. Tersine uzaq da ONun yanında yakın gibidir. Nitekim Quranı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Gerçekten onlar, bunu uzaq görüyorlar. Biz isə, onu çox yakın gö-rüyoruz." (Mearic, 5-7) "Kıyamet saatinin emri də yalnızca göz açıb kapama gibidir." (Nəhl, 77)
"Seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir." buyuruyor. Burada məqsəd bildiren ifadenin başında atif edatının bulunması, başka amaçların də gözetildiğini göstermektedir. Buna göre ifadenin anlamı şöyledir: "Sana bunları yaptık ki, şunu şunu açıklayalım və seni insanlara ibret belgesi kılalım." Bununla də anlaşılıyor ki, bu olayın gerisindeki ilahi maksat, sırf olayı ona açıklamakla sınırlı değildir. Aksine bir diğer maksat də vardır və bu da onun insanlara bir ibret belgesi kılınmasıdır. Bu halda, "Kemiklere bax." ifadesinden maksat, olayın sırf ona açıklanmasıdır; ancak onun bir süre ölü bırakılıp sonra diriltilmesindeki maksat də olayın ona açıklanmasının yanında, onun insanlara bir ibret belgesi kılınmasıdır. Bu yüzden, "Seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir." ifadesi, "Kemiklere də bir bax." ifadesinden önce yer/yeyər almıştır.
Bu açıklamalarımızdan "bax" ifadesinin ayəs(n)i kerime içinde üç ke-re tekrarlanmış olmasının sebebi də anlaşılıyor. Çünkü hər üç yerde də kelime başka bir amaca yöneliktir və ötekilerle ortak bir yönü yoktur.
Adamın bir süre ölü bırakılmasının, sonra diriltilmesinin və bu olanların ona anlatılmasının amacı, yüce Allah'ın diriliş günü ölüleri dirilttiği zaman insanların neler hissettiğini açıklamaktır. Yüce Allah insanların o günkü durumlarını şöyle tasvir etmektedir: "Kıyamet saatinin kopacağı gün, suçlu günahkarlar, tək bir saatin dışında kalmadıklarına and içerler. İşte onlar böyle çevriliyorlardı. Kendilerine elm və iman verilenler isə, dediler ki: Andolsun, siz Allah'ın kitabında diriliş gününe kadar kaldınız; işte bu dirilme günüdür. Ancak siz bilmiyorsunuz." (Rum, 55-56)
Daha sonra yüce Allah, "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" ifadesinin kapsadığı ikinci anlamı açıklığa kavuşturuyor. Yani: "Organlar və bedenin cüzleri bunca değişimi və dönüşümü yaşadıktan sonra tekrar nasıl eski şekillerine dönerler. O bu düşünceler içindeyken Allah, ONun dikkatini kemiklere yöneltir: "Kemiklere də bax nasıl bir araya getiriyoruz." Ayetin orijinalinde geçen "nunşizu-ha" fiilinin məsdəri olan "inşaz" büyütmek, geliştirmek demektir. Ayədən anladığımız kadarıyla burada eşeğin kemikleri kastediliyor. Əgər bütün şəhər halkının kemikleri kastedilmiş olsaydı, "seni insanlara ibret belgesi kılmamız üçün." ifadesi sırf ona özgü olmazdı, Allahın dirilttiği diğer xalq da bu kapsama girerdi.
Bazı tefsircilerin, bu ayette canlı bedenindeki kemiklerin kastedilmiş olduğunu söylemiş olmaları son derece şaşırtıcıdır. Bu yoruma göre, canlı bedenindeki kemiklerin gelişmeleri və üzerlerine et/ət giydirilmesi dirilişin kanıtlarından biridir. Bu kemikleri geliştiren və büyüten Allah, ölüleri də diriltir və ONun gücü hər şeye yeter. Nitekim yüce Allah dirilişi kanıtlamak amacıyla buna benzer olguları örnek göstermiştir. Bunlardan biri də yüce Allah'ın üzerinde çeşitli bitkiler yeşertmek suretiyle canlandırdığı ölü topraktır... Gördüğünüz gibi bu yorumda, gereksiz və sebepsiz bir zorlama və zahmete düşmekle karşı karşıyayız. Bu delilsiz bir iddiadır.
Bütün bu açıklamalardan bu sonuç çıkıyor: "Bunun üzerine Allah onu yüz/üz il öldürdü..." ifadesinden ayetin sonuna kadar "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" sorusunun tekrardan uzaq cevabı niteliğindedir.
O, kendisine bunlar apaçık belli olduktan sonra dedi ki: "Bi-liyorum ki gerçekten Allah, hər şeye güc yetirendir."
Durum somut olarak açıklığa kavuştuktan sonra, adı geçen şəxs, bundan önceki bilgisine dönüş yapıyor. Sanki, "Allah, burasını ölümden sonra nasıl diriltecekmiş." sözünde dile getirilen düşünce aklına geldiğinde mutlak kudrete ilişkin bilgisiyle kendisini ikna ediyor. Daha sonra yüce Allah, bizzat gözleme və somut deneyime dayalı bir yöntemle meseleyi ona açıklayınca də kendine geliyor və sahip olduğu bilgiye ilişkin güvenini tazeliyor və kendi kendine şöyle diyor: Bana öyüd vermedesin. Bana yönelik yol göstericiliğinde ihanet etmedin, beni sağlam bir kanaate ulaştırdın. Dolayısıyla nefsimin güvenip dayandığı mutlak kudrete ilişkin durum cehalet değildir. Tersine güvenip dayanılacak bir bilgidir.
Burada gündeme getirilen olayın benzerlerine çokça rastlamak mümkündür. Çoğu zaman insan bir şeyi bilir də sonra aklına bir şey gelir, içinde bu bilgisiyle çelişen bir duygu uyanır. Bunun geri planında gerçeğe ilişkin kuşku ya da bilginin asılsızlığı gibi bir durum yatmaz elbette. Burada daha başka sebepler və etkenler söz konusudur. İşte bu durumda insan, şüpheyi giderene kadar kendine, ikna etmeye yönelik telkinlerde bulunur. Sonra döner kendi kendine şöyle deyər: Mən biliyorum ki, bu şöyledir və bu böyle değildir. Böylece bilgisini pekiştirir və nefsi hoşnut olar.
Daha önce də işaret ettiğimiz gibi, "O, kendisine bunlar açıkça belli olduktan sonra…" ifadesiyle şöyle bir durum kastedilmiyor: Daha önce Allah'ın kudreti hakkında kuşku içindeydi, bu somut deneyimi yaşayınca də, "Biliyorum ki..." diye başlayan sözleriyle ifade ettiği gibi bu hususta kesin bilgiye kavuştu..." Böyle değil.
Birincisi; kıssanın kahramanı, ilahi kəlama muhatap olan bir peygamberdi. Peygamberlerse, Allah'ı, bilmemek, özellikle şəxsi sıfatlardan biri olan "kudret"ten habersiz olmaktan beridirler.
İkincisi; şayet böyle bir durum söz konusu olsaydı, "şimdi bildim" veya buna benzer bir ifade kullanılmalıydı.
Üçüncüsü; heç kuşkusuz ölüleri diriltme gücüne ilişkin bilginin meydana gelmesi, kudretin bütün her şeye taalluk edeceğine dair bir bilginin gerçekleşmesini gerektirmez. Halbuki adam: "Biliyorum ki gerçekten Allah, hər şeye güc yetirendir." demiştir. Bəli, bazı insanların içinde bu cür bir sezgi meydana gelebilir. Güc açısından diriltmeyi gözlerinde büyütüp qeyri-mümkün görenler gibi. Bunlar, içlerindeki sezgiyi güçlendirecek somut bir olayla karşılaşıp də, başka konular akıllarından geçiremez durumda olunca, ölüleri diriltenin hər istediğini və kendisinden istenen hər şeyi yapabilecek güce sahip olduğuna hükmederler. Ancak bu sezgisel bir inançtır və arkasında yukarıda də işaret ettiğimiz gibi psikolojik korku və büyük görme eğilimi yatmaktadır. Bu duyguların yox olmasıyla birlikte, sezgi də yox olur. Buna bizzat tanık olmadıkça də insanda bir etkisi kalmaz. Hər halükarda bu cür bir inanca dayanmak, güvenmek gerekmez. İlahi kəlamın bu cür bir inancı və sözü, ilahi açıklamanın övgüye değer güzel bir sonuç olarak nitelemiş olması düşünülemez. Nitekim yüce Allah'ın kıssayı anlattıktan sonra bu ifadeyi kullanması də bu sözü methetmesini göstermektedir: "O, kendisine bunlar apaçık belli olduktan sonra dedi ki: Biliyorum ki gerçekten Allah, hər şeye güc yetirendir.."
260) Hani bir zaman İbrahim, "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster." demişti.
Daha önce bu ifadenin takdir edilmiş bir ifadeye matuf olduğunu və takdirin də, "Hatırla ki, bir zaman İbrahim şöyle demişti..." şeklinde olduğunu, bunun (hatırla) cümle içinde zərf (iz) üzerinde etkili olduğunu söylemiştik. Bazıları, zərf üzerinde əməl edən etkenin "inanmıyor musun? dedi." ifadesi olabileceğini söylemişlerdir. Buna göre ifadenin tertibi şöyledir: "İbrahim, Rabbim bana göster..." dediği zaman Allah: "Yoksa inanmıyor musun?" dedi. Ancak bu değerlendirme isabetli değildir.
"Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster." ifadesi bir neçə hususa yönelik işaretler içermektedir:
1) Hz. İbrahim (ə.s) ölülerin nasıl diriltildiğini görmeyi istemişti, kanıtsal bir açıklamayı değil. Çünkü peygamberlerin, özellikle Allah dostu Hz. İbrahim gibi ulu bir peygamberin, ölülerin diriltileceğine ilişkin kanıtsız bir inanca sahip olmaları düşünülemez. Delile dayanmayan teorik bir inanc, ya taklidi bir inanıştır ya da düşünsel bozukluktan kaynaklanan bir durumdur. Bunların heç biri, Hz. İbrahim'in (ə.s) şanına yakışmaz.
Kaldı ki; Hz. İbrahim (ə.s) söz mövzusu soruyu "keyfe (=nasıl)" soru edatıyla soruyor. Bir soru "keyfe" edatıyla başlıyorsa, bir şeyin özeliğinin anlaşılmak istendiği kastedilir, o şeyin aslen varolup olmadığı değil. Örneğin: "Zeydi gördün mü?" şeklinde bir soru yönelttiğin zaman, amacın "görme" olayının temelden gerçekleşip gerçekleşmediğini öğrenmektir. Amma "Zeydi nasıl gördün?" diye sorduğun zaman, artık bu soruda "görme" olayının aslı söz mövzusu edilmediği açıktır. Soru "görme"nin niteliğiyle ilgilidir. Böylece anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim (ə.s) bu soruyu, ölülerin dirilmesinin gösterme və gözlemleme suretiyle açıklanması üçün sormuştur, delil və kanıt edinmek üçün değil.
2) Hz. İbrahim (ə.s) dirilişin niteliğini gözlemlemek istemiştir, dirilişin aslını değil. Bunu, "Ölüleri nasıl diriltiyorsun?" sözünden anlıyoruz. Bu ifadeyi iki yönden tasavvur edebiliriz:
a) Soru, maddi parçaların hayatı kabul edişlerinin, ayrışıp çürüdükten sonra yeniden bir araya gelişlerinin və canlı bir varlık olarak tasvir edilişlerinin nasıl gerçekleştiğine ilişkindir. Dolayısıyla, sorunun özü, ölümden sonra dirilişi gerçekleştirme gücüyle ilgilidir.
b) Soru, yüce Allah'ın ölülere hayat vermesinin və yeniden dirilen bedenlerini oluşturan parçaları canlandırılışının nasıl gerçekleştiğiyle ilgilidir. Dolayısıyla sorunun amacı, sebebi və etkisinin niteliğini belirlemektir. Bu, yüce Allah'ın bir ayette "varlıkların mələyi idi" diye adlandırdığı olaydır: "Bir şeyi dilediği zaman, ONun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir. Hər şeyin mələyi idi elinde bulunan Al-lah nə yücedir." (Yasin, 82-83)
Hz. İbrahim (ə.s) yukarıdaki soruyu işaret ettiğimiz bu ikinci anlamı əsas alarak sormuştur, birinci anlamı değil. Bunun bir neçə nedeni vardır:
Birincisi; "Ölüleri nasıl diriltiyorsun?" derken "tuhyi" fiilini kullanıyor; ki bunun kökü "ihya=diriltme"dir. Dolayısıyla yüce Allah'a özgü olan və ONun emriyle canlı varlığın hayatına sebep oluşturan "diriltme"nin niteliğini sormuştur. Bu yüzden "keyfe tehyi'l-mevta" şeklinde bir ifade kullanmamıştır. Çünkü "tehyi" hayat" kökünden gelir. Əgər böyle olsaydı, soru dağılan beden parçalarının bir araya gelişi, ilk şekline dönüp hayatı kabul edişinin niteliğiyle ilgili olurdu. Bu halda diriltmenin bu anlamdaki niteliğiyle ilgili olsaydı soru, bu durumda ifadenin də ikinci şekliyle varit olması yani "tehyi'l-mevta" şeklinde olması gerekirdi.
İkincisi: Əgər soru, dağılan beden parçalarının hayatı kabul edişlerinin niteliğiyle ilgili olsaydı, o zaman diriltme işleminin Hz. İbrahim eliyle yürütülmesinin bir amacı olmayacak, yüce Allah'ın bir canlıyı ölümünden sonra diriltmesi yeterli olacaktı.
Üçüncüsü: Şayet sorunun maksadı bu olsaydı, ifadenin "Bil ki, şüphesiz Allah, üstün və güçlü olandır, hikmet sahibidir." yerine, "Bil ki, şüphesiz Allah'ın gücü hər şeye yeter." şeklinde son bulması gerekirdi. Çünkü Quranın bildiğimiz ifade tarzı bunu gerektirir. Çünkü söz mövzusu soruya, "kudret" sıfatı uygun düşüyor, "üstünlük" və "hikmet" sıfatları değil. Çünkü, "izzet=üstünlük" və "hikmet" (birincisi, yüce Allah'ın zatının başkalarının sahip olmadığı və layiq olduğu şeylere sahip olması, ikincisi də, yüce Allah'ın işlerini sağlam yapması demektir) hayat bahşetmeyle ilintilidir, maddenin hayatı edinmesi ilə değil. Buna dikkat edib anlayınız.
Şimdiye kadar anlattıklarımızdan, bazı müfessirlerin değerlendirmelerinin yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Diyorlar ki: Hz. İbrahim (ə.s) "Rabbim bana... göster." derken, diriltmenin meydana gelişinin niteliğini bilmeyi istemişti, diriltmenin niteliğini bizzat gözlemeyi değil. Ayette ona cevap olarak iştirak edən ifadede də bundan fazlasına işaret edilmiyor.
Onların bu değerlendirmelerinin özü şudur: Ayette, yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e diriltmeyi emrettiğine və onun da bu emri yerine getirdiğine dair bir kanıt yoktur. Çünkü hər "əmr"lə, onun uygulanması kastedilmez. Nitekim bazen haber, əmr tarzında sunulabilir. Örneğin: Biri sana: Mürekkep nasıl elde edilir? diye sorsa, sən də ona bu cevabı verebilirsin: "Bu bu maddeleri al/götür və onları şöyle şöyle et, mürekkebi elde edersin." Bunu söylerken, mürekkebin nasıl elde edildiğini kastediyorsun, bizzat onun da gidip mürekkep yapmasını emretmiyorsun.
Quranı Kerim'de, haberin əmr tarzında sunulduğunun örnekleri çoktur. Bu ayetteki ifade də ölülerin diriltilmesine bir örnek niteliğindedir və anlamı şudur: Dörd tane quş tut və bunları bir süre yanında bulundur ki sən onlara, onlar də sana alışsınlar. Ki onları çağırdığın zaman sana gelsinler. Çünkü bütün hayvanlar içinde ən/en fazla kuşlar böyle bir eğitime yatkındırlar. Sonra bunların hər birini bir dağın tepesine bırak, arkasından onları çağır. Aranızdaki məkan farklılığına və mesafe uzaklığına rağmen uçub sana geleceklerdir. İşte Rabbinin işi də böyledir. Ölüleri diriltmek istediği zaman, onları bu varoluş sözüyle çağırır: "Dirilin" Onlar də, tıpkı yaratılışın başında olduğu gibi, diriliverirler. Nitekim, "Göklere və yere də isteyerek veya istemeyerek, gelin, demiş, onlar də isteyerek, geldik, demişlerdi." (Fussilet, 11)
Bunun kanıtı; birincisi, Ayette geçen "onları kendine alıştır." anlamına gelen "fe-surhunne" kelimesidir. Yani, sana meyletmelerini və alışmalarını sağla. Kelimenin "elə" hərfi cerriyle geçişli yapılması də bunu gösterir. "Sare" fiili "elə" hərfi cerriyle geçişli yapıldığı zaman, "meyletme" anlamını ifade edər. Dolayısıyla tefsir bilginlerinin, kelimeye "parçalama" yani "boğazladıktan sonra parçalara ayırma" anlamını vermiş olmaları, kelimenin geçişli oluşuyla bağdaşmıyor. Bir də şunu diyorlar: İfadede geçen "ileyke (=sana)" sözü, "tut" ifadesiyle ilintilidir, "kendine alıştır" anlamına gelen "fe-surhunne" ifadesiyle değil. Dolayısıyla, "Kendine dörd tane quş tut və onları parçala " şeklinde bir anlam vermek, ayetin zahirine aykırıdır.
İkincisi: Şurası açıq bir gerçektir ki: "Fe-surhunne (=Onları kendine alıştır)", "minhunne (=her bir parçasını)", "ved'uhunne (=onları çağır)", "ye'tineke (=sana koşarak gelirler)" ifadelerindeki zamirler, "kuşlar" kelimesine dönüktür. Halbuki, "Burada kuşların parçalanması, hər bir parçasının bir dağın tepesine bırakılması, sonra onların çağrılması kastedilmiştir." diyenlerin bu değerlendirmeleri doğru olsaydı, zamirlerde farklılık olacaktı, ilk ikisi "kuşlar"a, üçüncü və dördüncüsü də "parçalar"a dönük olacaktı. Fakat ayette bunu haklı çıkaracak bir durum söz mövzusu değildir.
Ayetin anlamı hususunda yukarıda aktardığımız bu değerlendirmeleri onaylayan bazı müfessirler, diğer bir takım kanıtlar sunmuşlardır. Ki bunlardan ibarettir:
Üçüncüsü: Heç şüphesiz, yaratılışın niteliğini göstermek, əgər dağılan beden parçalarının bir araya getirilişini və ilk canlı şekline doğru bir değişime uğratılışının niteliğini gözlemek anlamını ifade ediyorsa, bu sonuç tefsir bilginlerinin Hz. İbrahim'in kuşları parçalara ayırdığı, bu parçaları birbirine karıştırıp hər bir parçasını uzaq bir dağın zirvesine bıraktığı şeklindeki değerlendirmelerden çıkmaz. Bu durumda, bedenin parçalarını oluşturan zerrelerin değişik hareketlerinin və çeşitli değişimlerinin gözlemlenişi tasavvur edilebilir mi? Şayet, diriltmenin niteliğini göstermekle, varoluş kelimesinin künhünü kuşatmak anlamı kastediliyorsa, heç şüphesiz bu, yüce Allah'ın eşyanın varoluşuyla ilintili və eşyaya söylettiği iradesidir. Quranın zahirine göre -ki bütün Müslümanlar bu kanaattedir.- bir insan üçün böyle bir gözlem mümkün değildir. Çünkü yüce Allah'ın sıfatları nitelikten münezzehtir.
Dördüncüsü: "Sonra bırak..." ifadesi, erteleme anlamına işaret etmektedir ki bu da "alıştırma" anlamına uygun düşen bir durumdur. Dolayısıyla, "fe-surhunne" kelimesi tefsir bilginlerinin ileri sürdüklerinin aksine, kesme və parçalama anlamını ifade etmemektedir.
Beşincisi: Əgər tefsir bilginlerinin bu değerlendirmeleri doğru olsaydı, ayetin "əziz" və "hakim" isimleri yerine "kadir" ismiyle son bulması daha uygun düşerdi. Çünkü "əziz" erişilmez galip demektir. Bazı müfessirlerin iddiaları bu şekildedir.
Ancak, şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde iyice düşündüğünüz zaman, yukarıdaki değerlendirmelerin yanlışlığını fark edeceksin. Çünkü ayəs(n)i kerimede "bana göster" sözüyle bir sorunun yer/yeyər alması, ayrıca "nasıl diriltiyorsun?" şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması, bir də daha önce söylediğimiz gibi, işin Hz. İbrahim'in eliyle gerçekleşmiş olması bu anlamla bağdaşmamaktadır. Kaldı ki, ayəs(n)i kerimenin bir yerinde geçen, "Hər bir dağın üzerine onlardan birer parça qoy." ifadesindeki "birer parça" ilə kuştan bir parçanın kastedildiği, kuşlardan birinin kastedilmediği açıktır.
Bir də ileri sürülen bazı açıklamalar var. Bunlardan ilkine ilişkin cevabımız şudur: Ayetin orijinalinde geçen "surhunne" kelimesi "onları parçala" demektir. Kelimenin "elə" hərfi cerriyle geçişli kılınması, kelimenin ayrıca kendine doğru çekme anlamını də içermesinden dolayıdır. Tıpkı, "Kadınlarınıza yaklaşmak..." (Bakara, 187) ayetinde olduğu gibi. Burada də "rafas" kelimesi "elə" harfi cerriyle geçişli kılınmış, böylece "cinsel birleşme" anlamını içermesi sağlanmıştır.
İkincisine ilişkin cevabımız şudur: Ayetteki zamirlerin dördü də kuşlara dönüktür. Kuşlar cüzleri və şekilleriyle birlikte var olmadıkları, sadece cüzleriyle varoldukları halda "onları çağır" və "sana gelecekler" ifadelerindeki zamirlerin kuşlara dönük olmasının izahına gelince, bu tıpkı "Fussillet Surəsinin; 11. ayetinde, zamirin madde olarak var olan göğe dönük olmasına benzer. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sonra duman halında olan göğe yöneldi. Ona və arza: İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler." (Fussilet, 11) Bir də bu ayəs(n)i kerime örnek verilebilir: "ONun işi, bir şeyin olmasını istedi mi ona sadece 'Ol' demektir, o da hemen oluverir." (Yasin, 82) İşin aslı şudur: Lafzi hitapta aslolan, hitabın muhatabın varlığından sonra olmasıdır. Ancak varoluşsal hitapta isə, bunun aksi söz konusudur. Burada muhatabın varlığı hitaptan sonra gelir, onun bir ayrıntısı konumundadır. Bu bağlamda hitap, meydana getirmek və icad etmek demektir. Bilindiği gibi var olma, var etmeden sonra gelir, onun bir ayrıntısıdır. Nitekim bu ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir: "...Sadece ona 'Ol' deriz. O da derhal oluverir." (Nəhl, 40) Dolayısıyla "derhal oluverir." sözü, əmr hitabı olan "Ol" sözünün ayrıntısı, bir feri konumundaki "şeyin varlığı"na yönelik bir işaret niteliğindedir.
Üçüncüsüne ilişkin cevabımız isə şudur: Biz ikinci şıkkı tercih ediyoruz və diyoruz ki, soru, yüce Allah'ın fiilinin və ölüleri diriltişinin niteliğine ilişkindir. Maddenin hayatı kabul edişinin niteliğine ilişkin değildir. Əgər: "Qurandan açıkça anlaşıldığı və bütün Müslümanların də görüş birliği içinde ifade ettiği gibi, insan, ilahi sıfatlardan biri olan ilahi iradenin özünü kavrayamaz." denilirse buna ilişkin cevabımız şudur: İrade tıpkı "yaratma" və "diriltme" vs. sıfatlar gibi, ONdan çıkan fiilin sıfatıdır. İnsanın kavrayamadığı isə, ONun yüce zatıdır. Bu ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir: "Onlar bilgice onu kavrayamazlar." (Taha, 110)
Bu halda irade fiilden çıkar. Fiil isə "şey"in varlığıyla birleşik halda bulunan "var etme"dir. Yani "Sadece ona 'Ol' demesidir o da hemen oluverir." ayetindeki "Ol" sözüdür. Yüce Allah, ayetin sonunda "Ol" kelimesinin, hər şeyin mələyi idi olduğunu vurgulamıştır: "Hər şeyin mələyi idi elinde bulunan Allah, nə yücedir." Yüce Allah Hz. İbrahim'e yaratmasına əsas oluşturan mələyi idi gösterdiğinden söz etmiştir. "Böylece İbrahim'e göklerin və yerin melekutunu gösteriyorduk ki… və qəti inananlardan olsun." (Ən'am, 75) Tefsirini sunduğumuz ayette sözü edilen "kuşların diriltilmesi" olayı də yukarıdaki ayette, Hz. İbrahim'e gösterildiği belirtilen "melekut"un kapsamına girer.
Adı geçen araştırmacıların dille getirdikleri bu cür şüphelerin kaynağı şudur: Onların zanlarına göre, kuşların diriltilişinin də Hz. İbrahim'in onları çağırışı, ölüyü diriltirken Hz. İsanın ona, "Allah'ın izniyle qalx." deyişi və rüzgarın Hz. Süleyman'ın emriyle esişi gibi Quran və sünnette işaret edilen olaylar, yüce Allah'ın onların hece harflerinden oluşan lafızlarına yerleştirdiği bir etki (əsər)dir. Ya da tahayyüli kavrayışlarına yerleştirdiği bir etkidir ki, lafızları buna delalet ediyor. Tıpkı bizim sıradan sözlerimizle onların anlamları arasındaki ilişki gibi... Amma onlar: sözü edilen zatların gösterdikleri bu etki ilə mağlup edilemez sonsuz güc arasında batıni bir ilişkinin varlığını göz ardı ediyorlar. Gerçekte etki sahibi olan, bu faal güçtür.
Dördüncüsüne ilişkin cevabımız isə şudur; "Sonra" ifadesinin işaret ettiği "erteleme" onların də söyledikleri gibi "eğitme" və "alıştırma" anlamıyla uyuştuğu gibi, parçalama və parçalarıyla ayrı ayrı dağların başına koyma anlamıyla də uyuşur. İfadenin zahirinden də bu anlaşılıyor.
Beşincisine ilişkin cevabımız isə şudur: Aynı problem kendi yaptıkları yoruma göre də karşılarına çıkıyor. Çünkü onların dedikleri şudur: Yüce Allah, Hz. İbrahim'e ölülerin diriltilişinin niteliğini teorik ilmi açıklamayla göstermiştir, somut gözlemle değil..." O zaman onlara şunu demek gerekir: Şayet dediğiniz gibi olsaydı, ayəs(n)i kerimenin "üstün irade (izzet)" və "hər yaptığının yerinde olması (hikmet) sıfatları yerine "kudret" sıfatına göndermede bulunarak son bulması gerekirdi. Önceki açıklamalarımızın ışığında şunu biliyorsun ki, ayetin açıkladığımız anlamına ən/en uygun olanı, ayetin "əziz və hakim" isimlerini içeren bir değerlendirme cümlesiyle son bulmasıdır. Nitekim öyledir də.
Bu açıklamalarımızla, bazı müfessirlerin bu növ değerlendirmelerinin də yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Diyorlar ki: Ayette sözü edilen istekten maksat, dirilişin niteliğini gözlemlemedir. Cüzlerin hayatın şeklini kabul edişlerinin niteliği yani.
Özetle şunu diyorlar: Hz. İbrahim'in bu isteği dinsel bir meseleyle ilgili değildi. (Allah'a sığınırız.) Sadece dirilişin nasıl gerçekleştiğine ilişkindi və amacı də olayı bilgice kuşatıp kavramaktı. Ölülerin nasıl dirildikleri meselesi də bu olayın şeklini kuşatmaya ilişkin imanın bir şartı değildir. Bu halda Hz. İbrahim (ə.s) yüce Allah'tan iman üçün vazgeçilmez olan bir bilgi istemiş değildir. Sorunun "nasıl" edatıyla sorulmuş olması də bunu gösteriyor. Bu edatsa, sorunun "hal" ilə ilgili olduğu ifadelerde kullanılır. Bu söz gelimi bir adam: "Zeyd, insanlar arasında nasıl hükmediyor?" diye sorsa onun Zeydin insanlar arasında hükmettiğinden kuşku duymadığı açıktır. Sorduğu soru, varlığı bilinen hükmünün niteliğiyle ilgilidir. Əgər hükmedişin olub olmadığını sormuş olsaydı: "Zeyd, insanlar arasında hükmediyor mu?" şeklinde bir ifade kullanırdı.
Bundan sonra, "inanmıyor musun?" açıklamasının yer/yeyər almış olmasının gerekçesi şudur: Bildiğin gibi bu cür bir ifade tarzı, zahiren niteliğe ilişkin sorularda kullanılıyor olsa də, zaman zaman "acizliği vurgulamak" üçün də kullanılır. Söz gelimi, bir kimse bir ağırlığı kaldırabileceğini iddia etse, sən də, onun bu ağırlığı kaldıramayacağını bilirsen, ona dersin ki: "Göster bakayım nasıl kaldırıyorsun?" Bunu derken senin söylemek istediğin: "Sən bunu kaldıramazsın" dır. Yüce Allah, Hz. İbrahim'in bu cür bir anlamı kastetmiş olmaktan uzaq olduğunu bildiği üçün cevap niteliğindeki ifadesinde, bu cür bir lafzi ihtimali bertaraf etmeyi amaçlamıştır. Çünkü ilk ifade hər şeye rağmen bu cür bir ihtimal içermektedir. Böylece imanının hər türlü yanlış ihtimalden beri olması kastedilmiştir. Bu bağlamda öyle bir ifade kullanılmıştır ki, bunu dinleyen kimse, içinde ən kiçik bir kuşku uyanmadan anlayacaktır.
Bu durumda, ayette geçen "tatmin" kelimesi, gözlemlenen tasvirin açıktan gerçekleşmesi suretiyle kalbin muhtemel diriliş nitelikleri arasında dolaşmaktan kurtulup sükun bulması anlamını ifade edər. Daha önce bu "tatmin"in olmaması, ölüleri ən/en mükemmel bir şekilde diriltme gücüne (ilahi kudrete) imanın olması ilə bir çelişki oluşturmaz. Dirilişin gözlemlenmesi də, kendisinden istenen imanın olması ilə bir çelişki oluşturmaz. Dirilişin gözlemlenmesi də, kendisinden istenen imanı arttırmış olmaz. Yalnızca inanılması zorunlu olmayan bir işi etmiş olar.
Adı geçen müfessir uzun açıklamasından sonra şunu söylüyor: "Ayəs(n)i kerime Hz. İbrahim'in (ə.s) üstünlüğünü gösteriyor. Çünkü yüce Allah istediği şeyi ən/en kolay yoldan və aynı anda gerçekleştirmiştir. Hz. Üzeyir'e isə gösterdiği şeyi, onu yüzyıl ölü bırakıp dirilttikten sonra göstermiştir."
Ayəs(n)i kerime və bundan önceki açıklamalarımızın üzerinde etraflıca düşündüğün zaman, onun bu açıklamalarının yanlışlığını görürsün. Çünkü soru, yüce Allah'ın ölüleri diriltişinin niteliği hakkında sorulmuştur, vücut parçalarının hayatı kabul edişlerinin niteliği hakkında değil. İkincisi: Dikkat edilirse "keyfe tuhyi" (nasıl diriltiyorsun) denilmiştir "keyfe tehyi" (nasıl diriliyor) değil. Ayrıca işin Hz. İbrahim'in (ə.s) eliyle gerçekleştirilmiş olması də buna delalet ediyor. Əgər soru, vücut parçalarının hayatı kabul edişleriyle ilgili olsaydı, bu durumda yüce Allah'ın dirilttiği bir ölünün durumunun ona gösterilmiş olması yeterli olacaktı. Önceki ayette işaret edilen, bir ıssız beldeye uğrayan zatın kıssasında olduğu gibi: "Kemiklere bir bax, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra də onlara et/ət giydiriyoruz?" Əgər durum böyle olsaydı, işin Hz. İbrahim'in eliyle gerçekleştirilmesine gerek olmayacaktı.
Az önce işaret ettiğimiz buydu: Bunlar, ilahi marifetleri və olağanüstü gelişmelere kaynaklık edişlerini algılamaları bağlamında peygamberlerin nefislerini kendi normal nefisleriyle karşılaştırdıkları üçün böyle bir sonuca varıyorlar. Örneğin: Hz. İbrahim'in durumuna göre, hayatın İbrahim'in eliyle oluşması ilə objeler dünyasında oluşması arasında fərq yoktur. Böyle bir şey, haberdar olduğu gerçekleri araştıran bir kimsenin aklına gelmez. Fakat bunların derdi gerçekler olmadığı üçün, böylesi bir fesadın içine düşüyorlar. Çırpındıkça də haktan uzaklıkları artıyor. Görmüyor musun ki, bu adam, ayette geçen "tatmin" kavramını muhtemel oluşum şekilleri və tasavvur edilen biçimler ilə ilgili olarak zihinde beliren düşüncelerin ortadan kaldırılması olarak açıklıyor. Oysa, anlamsız bu cür bir düşünsel get gellerin Hz. İbrahim'e yakışmadığı ortadadır. Kaldı ki, ayette nakledilen cevapta, bu değerlendirmeyi haklı çıkaracak bir ipucu yoktur. Hz. İbrahim orada şöyle buyuruyor: "Ölüleri nasıl diriltiyorsun?" Dikkat edilirse "ölüler" şeklinde genel bir ifade kullanılmıştır. O isə, ölü insanlar mı yoksa bundan daha genelini mi ya da başka bir şeyi mi kastediyordu? Kesin olarak ifade edilmemiştir. Yüce Allah isə, hayatın var oluşunu sadece dörd ədəd/adət kuşun şahsında ona göstererek örneklendirmiştir.
Müfessir, yaptığı açıklamalarla Hz. İbrahim'in Üzeyrdən (önceki ayette kıssası anlatılan şəxs) üstün olduğunu vurgularken, hər iki ayetteki kıssaları aynı kategoriye sokuyor. Bu da onun kendisinin açıklayıp cevabını da verdiği gibi "hayatı kabul ediş"in niteliğine ilişkin sorudur. Dolayısıyla hər iki ayetin anlamını birbirine karıştırıyor. Oysa hər iki ayə də olağanüstü ifade tarzları və ince anlamlarıyla müfessirin sözünü ettiği anlamda "niteliğe ilişkin" sorudan uzaktırlar. Hər iki ayete ilişkin açıklamalarımıza bakıldığında bu gerçek açıq bir şekilde görülecektir.
Kaldı ki, əgər maksat keyfiyetin açıklaması olsaydı, ayəs(n)i kerimenin "izzet" və hikmet" sıfatları yerine "kudret" sıfatıyla son bulması uygun düşerdi. Bu ayeti kerimede olduğu gibi: "ONun ayetlerinden biri də, senin gerçekten yeryüzünü huşu içinde (solmuş və kupkuru) görmendir. Amma biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, hərəkətə keçib kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri də elbette dirilticidir.Çünkü o her şeye güc yetirendir." (Fussilet, 39)
Gördüğün gibi ayə, keyfiyetin açıklanmasıyla ilgilidir və dolayısıyla mutlak kudret sıfatıyla son buluyor.
Bunun bir benzeri də bu ayettir: "Onlar görmüyorlar mı ki, gökleri və yeri yaratan və onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri də diriltmeye güc yetirir. Hayır; gerçekten O, hər şeye güc yetirendir." (Ahkaf, 33) Bu ayette də örnekler gösterilmek suretiyle keyfiyet açıklanıyor. Bu yüzden ifade kudret sıfatına göndermede bulunularak son buluyor.
Allah ona, "İnanıyor musun?" deyince, "Hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması üçün." dedi.
Ayetin orijinalinde geçen "bela" edatıyla olumsuz soruya cevap verilir, böylece olumsuzluk olumluluğa dönüştürülür. Bu ayəs(n)i kerimede olduğu gibi: "Mən sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti də onlar, "Hayır (Rabbimizsin)" demişlerdi. (Ə'RAF, 172) Əgər, bu anlamda "neam (=evet)" edatını kullanmış olsalardı, kafir olacaklardı. "et-Tume'nine" və "el-itminan" sözləri, nefsin kararsızlık və huzursuzluktan sonra huzura ermesi, sükunet bulması demektir. Bu mastar Arapların bu kullanımından kaynaklanır: "İtmeannet'il-arzu." Yəni yer/yeyər sakin və sabit oldu. "Arzun mutmainne" yəni "Axan suyun gelip birikeceği və yükseklerden yuvarlanan taşın duracağı şekilde düz və basık yer/yeyər."
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e hitap ederken, "İnanmıyor musun?" ifadesini kullanıyor "inanmadın mı?" demiyor. Bu kullanımdan maksat, so-ru və isteğin yerinde olduğunu, ancak bunu ölümden sonra dirilmeye inanmamakla ilintilendirilmesi gerektiğini vurgulamaktır. Əgər: İnanmadın mı?" şeklinde bir karşı soru yöneltilmiş olsaydı, bu soruya muhatap olan kişinin bu isteğinin iman etmemişlikten kaynaklandığını gösterecekti. Dolayısıyla karşı soru, bu cür bir istekle bulunmaya yönelik bir azarlama və yasak mahiyetinde olacaktı. Şöyle ki: "Vav" harfi bağlaçtır. Sorunun onunla birlikte yöneltilmiş olması, bu isteğin gerisinde imansızlık var olub olmadığının ortaya çıkarılmasına yöneliktir. Yoksa isteğin amacı ilə ilgili değildir, dolayısıyla azarlama və yasaklama niteliği yoktur.
Yüce Allah'ın buyurduğu sözde ki "iman" kavramı genel niteliklidir. Bu da gösteriyor ki, ölümden sonra diriliş meselesi ilə ilgili bir kuş-ku olduğu sürece Allah'a iman gerçekleşemez. İfadenin ölülerin diriltilişine özgü olması, böyle bir genel çıkarsama yapmaya engel değildir. Çünkü meselenin belli bir olguyla ilintili olması, lafzın genelliğini xüsusi kılmayı və mutlaklıklığı də kayıtlandırmayı gerektirmez.
Aynı şekilde, Hz. İbrahim (ə.s), "kalbimin tatmin olması üçün" sözünün də mutlak olması gösteriyor ki, onun bu isteğinin arkasındaki məqsəd, mutlak sükunetin, iç huzurun gerçekleşmesi, kalbe gelen hər türlü olumsuz düşünce və kuruntuların kaynağının kurutulmasıdır. Çünkü vehim, cüzü kavrama və yargılarında hisse dayanır. Bu yüzden yargı və onaylarının önemli bir kısmı duyu organları aracılığıyla algıladığı hususlarla ilgilidir. Dolayısıyla nefis inansa və ikna olsa də aklın onayladığı şeyleri benimsemekten kaçınır. Aynı şekilde, duyu organlarıyla algılanamayan fizik ötesi olgulara ilişkin ağılı, külli gerçeklerle ilgili hükümleri də kabule yanaşmaz, bunları doğuran öncülleri onaylasa də. Dolayısıyla bunlarla çelişen yargıları zihinlerde uyandırmaya devam edər. Ardından bu kaçışına uygun psikolojik durumlar meydana getirerek, konumunu pekiştirir, karşıt etkisini sağlamlaştırma yönünde çabalar. Bu vehim, əgər nefis ağıl açısından yargıya inanıyor, olguyu kesin kabul ediyorsa, ona sadece əza ederek zarar verir. Tıpkı karanlık bir odaya girip də orada bir cesetle karşılaşan kimse gibi. Bu kimse, şuursuz, iradesiz soğuk cesedin kendisine zarar veremeyeceğini bilir. Fakat vehim bu sonuçtan kaçar və zihinde, ölümle ilgili ürkütücü, korkunç şekiller canlandırır. Sonra korkuyu bütün nefse egemen kılacak şekilde tahrik edər. Bu durum insanın aklını yitirmesi ya da canından olması ilə də sonuçlanabilir.
Buradan bu sonuç çıkıyor: Kesin inançlarla çelişen vehim menşeli kuruntuların varlığı hər zaman üçün imanla, tasdikle çelişmez. Ancak bu durum nefse eziyettir. Sükunet bulmasını, yatışmasını engeller. Bu cür kuruntular də ancak duyumsama ya da somut gözlemle ortadan kalkabilir. Bu yüzden, "Gözlemin insan üzerinde bıraktığı etki, bilgiyle o-luşmaz." denmiştir. Nitekim yüce Allah, kendisiyle buluşma üçün gelen Hz. Musa'ya kavminin kendisinden sonra yoldan çıktığını buzağıya taptığını haber verdiğinde Hz. Musa o anda kızgınlığı göstermemişti. Amma kavminin yanına gelip də durumlarını bizzat gözlemlediğinde öfkelenmiş, elindeki levhaları yere atarak kardeşinin saçını başını çekmeye başlamıştı.
Bundan önceki açıklamamızdan hareketle şuraya varıyoruz: Hz. İbrahim (ə.s) hayat unsurunu yitiren ölünün vücut parçalarının tekrar hayatı kabul edişleriyle ilintili somut gözlemi istemiyordu. Onun istediği yüce Allah'ın fiilini və ölülere hayat verişini gözlemlemekti. Bu isə, maddi cüzlerin bir araya gelmek və canlı şeklini almak suretiyle hayat unsurunu kabul edişleri olan somut olgudan ayrı olmasa də kendisi somut olgu değildir. Dolayısıyla o (ə.s) yakinin son merhalesi olan "hakk'ul-yakin"i istiyordu. Yani kesin, pürüzsüz və gözlemlenebilen yakini istiyordu.
Allah dedi ki: "Öyleyse kuşlardan dördünü tut. Onları kendine çək. Sonra onları parçalayıp hər bir dağın üzerine onlardan birer parça bırak, sonra də onları çağır, sana koşarak gelirler."
Ayetin orijinalinde geçen "surhunne" kelimesi, bilinen iki kıraatten (okunuş tarzı) birine göre "sare, yesuru" kökünden geliyor. Bu durumda "parçalamak" və "meylettirmek" anlamını ifade edər. "Sirhunne" diye okunan diğer bir kıraate göre də "sare, yesiru" kökünden gelir. Bu durumda də iki anlamdan birini ifade edər. İfade tarzının sağladığı ip uçlardan "parçalama" anlamının kastedildiği anlaşılıyor. Ancak kelimenin "elə" harfi cerriyle geçişli kılınması, aynı zamanda "alıştırma və meylettirme" anlamını də kapsadığını vurgulamaya yöneliktir. Bu halda karşımıza şöyle bir anlam çıkıyor: "Kuşları kendine meylettirdiğin halda parçala" ya da "onları parçaladığın halda kendine meylettirmiş bulun." Bu iki farklı anlam, bir kelimenin diğer bir anlamı kapsaması kuralına ilişkin ifade açılımı və takdiri hakkında bulunan görüş farklılığından kaynaklanmaktadır.
Bu anlamlardan hangisi takdir edilmişse edilsin, "kuşlardan dördünü tut." ifadesi, Hz. İbrahim'in, "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster." şeklindeki isteğine yönelik bir cevap niteliğindedir. Bilindiği gibi, soru ilə cevabın uyuşması zorunludur. Çünkü söz söyleme sanatı və bir konuşmacıda olması gereken tutarlılık və hikmet, konuşma ilə amaçlanan ana fikre dönük olmayan, yararsız, fazlalık və saçma ifadelerin kullanılmasını onaylamaz. Özellikle ən/en hayırlı konuşmacının (ulu Allah) ən/en hayırlı dinleyici və kavrayıcıya (Resulullah) indirdiği ən/en hayırlı kəlam olan Quranı Kerim böyle bir münasebetsizlikten uzaktır. Aslında kıssa, ilk bakışta sanıldığı gibi, bu kadar yalın və basit değildir; şayet böyle olsaydı, herhangi bir ölünün, bir şekilde diriltilmesiyle, Hz. İbrahim'in (s. a) isteği yerine getirilmiş olurdu. Bu durumda, bundan fazlası, gereksiz və anlamsız olarak belirirdi. Amma böyle olmadı.
Görüyoruz ki, əsl anlama əlavə olarak bir takım kayıtlar və özellikler də göz önünde bulundurulmuştur; söz gelimi, diriltilmesi istenen varlığın quş olması, kuşların canlı olması, sayılarının dörd olması, bunların öldürülüp parçalarının birbirine karıştırılması, sonra birbirine karıştırılan parçaların kısımlara ayrılması, hər bir kısmın diğerinden uzaq bir yere bırakılması, hər birinin bir dağın zirvesine bırakılması və diriltme işleminin istekte bulunan Hz. İbrahim'in eliyle, kuşların çağırılması şeklinde gerçekleşmesi və çağrı üzerine bütün kuşların onun yanına gelmesi gibi kayıtlar ifade içinde önemli birer olgu olarak ön plana çıkıyorlar.
Görüldüğü gibi, bunlar kıssada fazlalık türünden özelliklerdir. Dolayısıyla bunların də vurgulanmak istenen anlama katkıları və bu hususta rolü oldukları kaçınılmazdır. Bununla ilgili olarak tefsir bilginleri araştırma yapacak bir kimsenin şaşkınlığını arttıracak nitelikte birçok nükte üzerinde durmuşlardır. (Geniş açıklamalı tefsirlerde iştirak edən ayrıntılara baş vurulduğunda anlattıklarımızın doğruluğu anlaşılacaktır.)
Hər halukarda, bu özelliklerin, soru ilə ilintili olmaları kaçınılmazdır. "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster." şeklindeki soruda isə, iki husus önemlidir:
Birincisi: "Diriltiyorsun" ifadesinin kapsadığı anlamdır. Dolayısıyla soruya konu olan, dirilişin gözlenmesidir. Ancak yüce Allah'ın bir vasfı olarak, hayatı taşıyan madde parçalarının değil.
İkincisi: "Ölüler" şeklindeki çoğul ifadenin kapsadığı anlamdır. Bu isə, fazlalık bir özelliktir.
Birincisine gelince; bu işin, bizzat Hz. İbrahim'in eliyle gerçekleştirilişi, verilen cevapta birinci hususla ilintili istiqamət olarak algılanabilir. Çünkü ifadede, Tut onları parçala... sonra bırak... gibi əmr sıygası ilə direktifler veriliyor. Ardından şöyle buyuruluyor: "Sonra də onları çağır; sana koşarak gelirler." Burada yüce Allah, kuşların koşarak gelişinin başka bir ifadeyle hayat olgusunun çağrıyla ilintili, onun bir ayrıntısı olduğunu vurgulamıştır. Bu halda çağrı, diriltilmesi istenen şeye hayat kazandıran bir sebeptir. Diriltme isə, ancak Allah'ın emriyle olabilir. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in kuşları çağırması, Allah'ın emri sonucu gerçekleşmiştir. Bu çağrı, bir şekilde yüce Allah'ın emriyle bağlantılıdır. Ki canlıların hayatı bu emirden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde Hz. İbrahim, ilahi emrin hayat bahşedişinin niteliğini gözlemlemiş, somut olarak görmüştür.
Şayet Hz. İbrahim'in kuşlara yönelttiği çağrı, Allah'ın dilediği bir şeye "ol" demesi və onun da "hemen oluvermesi" demek olan emriyle bağlantılı olmasaydı və tıpkı Allah'ın emriyle olan ilintisi sadece düşünce və hayale dayalı olan sözlerimiz gibi olsaydı, tıpkı bizim boş sözlerimiz gibi varlık üzerinde bir etki göstermeyecekti. Çünkü biz bir şeye "ol" dediğimizde, o şey olmaz. Velhasıl varlık aleminde boş və sebepsiz yere etki bırakma görülmez.
İkincisine gelince; Hz. İbrahim'in, "Ölüleri nasıl diriltiyorsun?" sözü, ölülerin çokluğunun və fazlalığının soruda əhəmiyyət taşıdığını və rolü olduğunu gösterir. Şöyle ki bedenler ölüb çürüdükten, şekli değiştikten və başkalaşıma təbii/tabe olduktan sonra, farklılık və ayırt edilme durumu və yine parçaları arasındaki bağlantı niteliği ortadan kalkar, aralarındaki farklılık və bağlantı yönleri yox meydana gəl karanlığına gömülür, hepsi birer unutulan olaylar gibi olurlar ki, nə zihin içinde nə də xarici dünyada onlardan bir haber olar. Bu halda, pratikte kuşatılacak bir şey bulunmazken, kuşatıcı kuvvet bunları nasıl kuşatır?
Firavun də Hz. Musa'ya (ə.s) bu soruyu yöneltmişti. Hz. Musa də ona, bu kuşatmanın bilgiyle gerçekleşeceğini söylemişti. Yüce Allah bu dialoqu şöyle aktarır: "Firavun dedi ki: İlk çağlardaki nesillerin durumu nedir öyleyse? Dedi ki: Bunun bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz və unutmaz." (Taha, 51-52)
Konuyu toplayacak olursak: Yüce Allah, Hz. İbrahim'in isteğine bu karşılığı veriyor: Yapılması gereken iş, dörd quş tutması (belki də kuşların tercih edilmesinin sebebi, işin daha kolay və daha az zaman almasıdır.) bunların canlı olduklarını gözlemlemesi, beden və şekillerinin farklı olduğunu görmesi və onları ən/en başta tam olarak tanımasıdır. Sonra bunları öldürmesi, bedenlerinin parçalarını özenle birbirine karıştırması, sonra bunları kısımlara ayırması, farklılık, ayrı bedenlere sahip olma və tanınma durumu ortadan kalksın diye hər bir kısmı bir dağın üzerine bırakması və onları çağırmasıdır. Bunu yapınca onlar ona koşarak geleceklerdir.
O zaman farklılaşma və hayat suretine bürünme gibi olguların, onların nefislerine yöneltilen bir çağrıya təbii/tabe olduğunu görecektir. Yani, onların bedenleri nefislerine tabidir, nefisleri bedenlerine değil. Çünkü beden ruha təbii/tabe bir ayrıntıdır, bunun aksi doğru değildir. Daha doğrusu bedenin ruhla olan münasebeti, bir bakıma gölgenin cisme olan münasebetine benzer. Cisim var olduğu zaman, gölgenin varlığı onun varlığını izler. Cisim veya parçaları hangi hala girerlerse gölge də onları izler. Yox olsalar, gölge də yox olar.
Yüce Allah hər hangi bir canlıyı var ettiği veya daha önce yaşamış cüzlere yeniden hayat verdiği zaman, bu icadı, hayatı var olan ruha taalluk edər. Sonra, onu maddi cüzler izler və Allah'ın bilgisi kapsamında olan cüzler arasındaki bağlantı, yeniden kurulur ki, bizim bilgimiz bunu kuşatamaz. Dolayısıyla bir axtar/ara verme və engel söz konusu olmaksızın, ruh belirginleşince beden də belirginleşir. Yüce Allah'ın bu sözü bunu çağrıştırmaktadır: "Sonra onları çağır. Sana koşarak gelirler." Yani çabuk və acele ederek gelirler.
Bu anlamı bu ayetten də algılayabiliriz: Dediler ki: "Biz yerde yox olub gittikten sonra, gerçekten yeniden yaratılış içinde mi olacağız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir. Də ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." (Secde; 10-11) Nefsin soyutluğu meselesini incelerken bu ayə hakkında bazı açıklamalara yer/yeyər verdik. İnşaallah yeri gelince daha detaylı açıklamalarda bulunacağız.
"Öyleyse kuşlardan dördünü tut." Hz. İbrahim'e bu emrin yöneltilmesi onun kuşları tanımasını, dolayısıyla, yeniden canlandırıldıkları zaman onların kendi tuttuğu kuşlar olub olmadığı hususunda bir kuşkuya kapılıp olayı inkar etmesini önleme amacına dönüktür. Bir də kuşların farklılıklarını, ardından bu farklılık və ayrılıkların ortadan kaldırılışını görmesi amacı güdülmüştür.
"Onları kendine çək. Sonra onları parçalayıp hər bir dağın üzerine onlardan birer parça bırak." Yani, onları boğazla, parçalara ayır. Ardından birbirine karıştır. Sonra kısımlara ayırarak hər bir kısmı, orada bulunan bir dağın üzerine bırak. Böylece, birbirinden ayırt edilemez halda bulunan parçalar iyice uzaklaşsınlar... Bu da gösteriyor ki, kıssa, Hz. İbrahim'in (ə.s) Babil topraklarından Suriye'ye hicret etmesinden sonra gerçekleşmiştir. Çünkü Babil topraklarında dağ yoktur.
"Sonra onları çağır." Kuşları, "Ey tavus kuşu, ey falan quş" veya "ey filan diye çağır. (Hz. İbrahim kuşları çağırdı, parçalarını değil) Bunu "Onları çağır." ifadesindeki kuşlara dönük olan "hunne (=onları)" zamirinin yanında udu (=çağır və davet et/ət)" kelimesinden anlayabiliriz. Çünkü, əgər "çağrı" kuşların kendilerine değil, parçalarına yönelik olsaydı, "Sümme nadihinne (=sonra onlara seslen)" denilmesi daha uygun olurdu. Çünkü kuşların parçaları, Hz. İbrahim'in bulunduğu yerden uzaq dağların üzerinde bulunuyordu. Uzaktaki varlıkları çağırmak anlamında özellikle "nida (=seslenme)" fiili kullanılır "dua (=çağrı)" değil.
"Sana koşarak gelirler." Bedene bürünerek, geliş və koşuş niteliğine sahip olarak sana doğru gelirler.
Bil ki: Heç şübhəsiz Allah, üstün və güçlü olandır, hikmet sa-hibidir.
Ayetin orijinalinde kullanılan "əziz" kelimesi, üstün iradeli və güclü demektir ki, heç bir şey onun gücünün kapsamı dışında kalmaz. "Hikmet sahibidir." Bir şeyi ancak ən/en uygun şekilde yapar. Hər yaptığı yerindedir. Söz gelimi, bedenleri, ruhların hazır edilişi və icadı ilə mey-dana getirir. Bunun tersi olarak değil.
"Heç şüphesiz Allah..." yerine "Bil ki: Heç şüphesiz Allah..." şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması gösteriyor ki, Hz. İbrahim'in kendi açısından kalbinin yatışması üçün Rabbinden ölülerin diriltilişini gözlemlemeyi istemesine əsas olan düşüncesi, "Əziz" və Hakim" isimlerinin ifade ettikleri gerçeklikle ilintiliydi. Bu yüzden yüce Allah bu isimlerin gerçekliklerine ilişkin bilgiyi ortaya koyan cevapla meseleyi ifade etmiştir.