150
ancak beni rahatsız eden birileri var ki İstanbul’un
şiirlere
ve resimlere konu olan
martıları… İstanbul’u gezmek için geldiğim zamanlarda bu manzarada en çok hoşuma
giden onlardı. Vapurla seyâhat ederken onlara simit ve ekmek atıyordum, sürü hâlinde
vapurun arkasından gelmeleri ve bağırmaları bana büyük zevk veriyordu.
Öğretmenliğimin ilk yıllarında öğrencilerimi yönlendirmek için anlattığım,
Richard
Bach’ın yazdığı, bir martının kendini aşarak martı sürüsünden sıyrılma ve özgürlüğe
ulaşma mücadelesini anlatan “Mart’ı
Jonathan Livingston” isimli bir öykü vardı. Martı
Jonathan çok hırslı, azimli ve çalışmayı seven bir martıdır. Bu martı her zaman daha ileriyi
hedefleyen, umutsuzluğa düşmeyen, sınır tanımayan, kendini tanıyan ve kendisini her
an geliştirme çabasında olan
bir martıdır. İşte zihnimdeki
bu güzel martılar zaten hafif
olan uykumu bölen canavar
martılara dönüştüler. Bu yaygaracı
kuşlar gece gündüz
bağırıyorlar. Aynı zamanda biz yemek yerken masadan
yiyecek çalacak kadar cüretkârlar.
Martılar insanların onları beslemesinden dolayı çöpçülüğü bırakıp
dilenci olmuşlar,
insanlar onları besledikleri için zamanla avlanmayı bırakıp kilo alıp uçamıyorlarmış. Ama
benim gördüklerim ne avcı ne de dilenciler, onlar çöpçü ve hırsızlar ve hâlâ uçabiliyorlar.
Her neyse martılar
sabahın o sessizliğinde uykumu böldüklerinde onların çığlıkları bana
konusunu değil, yalnızca görüntülerini hatırladığım ve korktuğum “Mart’ı
Adası” filmini
hatırlatıyor.
Dostları ilə paylaş: