Gözleri ilişince aralık kapıya, az daha nefesi duracaktı.
Mehmet, ocağın başındaki alçak sandalyeye çökmüş, bir dizine Eleni’yi, bir dizine Gülter’i
oturtmuş, kalın kollarını ikisinin bellerine sarmıştı. Hatice Hanım, bu
rezâlet i görmemek
için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı için, konuştuklarını
duymamazlık edemedi.
Mehmet:
—
Gülter, artık sen şeker filan getirmiyorsun?
Gülter:
—
Her taraf kitli, ne yapayım?
Mehmet, Eleni’ye de:
—
Gece niçin gelmiyorsun? Sana helva yapıp saklıyorum!
Eleni:
—
Yakalanacağız! Sonra hanım bizi kovacak, diye çırpınıyordu.
Aralarında çıtır pıtır bir hasbihâl başladı. Hatice Hanım, gözünü açmıyor, yüreği
çarparak merâkla dinliyordu.
Gülter:
—
Ah o terlikler! Her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne
yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst
katında kımıldadığını duyardık.
Sohbet uzadıkça, kendi göremediği başka önceki rezâletlerin hikâyelerini işitiyordu.
Dayanamadı, “Sizi alçak, hırsız, nâmûssuzlar! Defolun şimdi evimden!” dedi. Dokuz
senelik
sâdık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.
Aşçı, işçi artık eve ne kadar adam aldıysa, hepsi arsız, hırsız, yüzsüz, namussuz
çıkıyordu. Tam iki sene bir adam akıllısına
rast
gelmedi. Malı mülkü varken, hiçbir sıkıntısı
yokken, bu hizmetçiler yüzünden zayıflıyor,
sararıp sol uyordu. Baktı olmayacak! Yine
yüksek ökçeli iskarpinlerini (
A
yakkabılarını) giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını,
uğursuzluklarını ve nâmussuzluklarını görmez oldu.
Benzine kan gel di. Yine başı
dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlikler giymemek için doktora
gitmiyordu. Hatice Hanım, “Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya” diyordu.