Mistisizm
Bilim adamlarının bilimciliği ret ederek daha iyi bir
yaşam felsefesi sanısı ile mistik görüşleri benimsedikleri
görülüyor. Acaba bu davranışlarında haklılar mı? Bu konu mistik
inanc yönelenlerin dayandıkları varsayımları ele alarak
irdelenmeye değer.
Enerji ve Maddenin tekliği
Enerji ve Maddenin tekliği, Elektronların Sarmaşıklığı,
Zaman ve Mekânın Göreli oluşu bilim adamlarını fiziksel evrenin
tek bir sistem olduğunu kabule yöneltmiştir. Peşinen ifade
95
etmek gerekir ki “Modern Fizik, “teklik” ile fiziksel evrenin
tekliğini kasteder. Diğer yandan “Bilincin” hem yaratan hem
yaratılan olduğunu söyleyen fizikçilerin elinde bunu kanıtlayacak
bir bilimsel veri yoktur. Pek çok bilim adamı görelilik ile kuantum
teorisini kapsayan bir Büyük Birleşik alan teorisinin bu konuyu
kökten çözeceğini düşünüyorlardı. Ancak öyle bir teori elde
edilememiştir. Elde edilse idi acaba yalnız fiziksel evreni mi
açıklayacaktı yoksa fiziksel olmayan örtülü, gizemli davranışlar
da çözüme kavuşacak mı idi? Örneğin sevgi ve ahlak fiziksel
enerjinin bir parçası mıdır? Bunun cevabı alınabilecek mi idi?
Gerçek şudur ki bir gün elde edilse bile Büyük alan Teorisinin
alanı mekanik bir evren olacaktır. Mekanik olmayan şeyler
matematik denklemlerle temsil edilemez.
Fiziğin fiziksel yaratılışın tekliğini kanıtlamış olduğunu
kabul etsek bile bu yaratan ile yaratılanın tek olduğunu
kanıtlamaz. Parçacıkları uzaktan ilişkili olduklarını bilsek de bu
insan zihni ve madde dâhil her şeyin ilişkili olduğunu
kanıtlayamaz.
Ömrünün büyük kısmını böyle bir teoriyi kurabilmek
uğruna harcayan Einstein, hem maddi hem de manevi
denebilecek olayları kapsayacak bir çözüm için çalışmayı aklının
ucuna dahi getirmemiştir. O yalnızca fiziksel düzeni çözmeye
uğraşıyordu.
96
Demek oluyor ki modern fizik, fiziksel evrenin
tekliğinden söz eder.
Diğer taraftan kadim inançların sözünü ettiği insanın
ve kutsalın tekliği, maddi vücut ile kutsalın tek oluşunu kast
etmemektedir. Yalnızca bilincin kutsal bilince kavuştuğu
düşünülen bir hal söz konusudur. Upanishadlar maddi vücudun
ölümden sonra dünyada kaldığını ve alt vücudun ayrılarak astral
dünyaya göçtüğünü söylerler. “Alt vücut” “ruh” anlamındadır.
“ruh” kendine özgündür. Ölümden itibaren tenasüh (ruh göçü)
başlar: Ruh diğer maddi vücutlarda dönem dönem yaşayarak
kendisini olgunlaştırır. Bu “karma”dır. Olgunlaştıktan sonra
Ruh’un maddi dünyaya tutsaklığı biter ve o manevi dünyaya
göçer. Bu halde ruh ile kutsal kavuşur.
Bu felsefi anlatım elektronların bağdaşıklığının şahsiyet
dâhil her şeyin tekliğini kabul ettiğini söylemenin mümkün
olmadığını gösterir.
Carroll için vücudumuzun fiziksel yapısının ötesinde bir
ruh olup olmadığı ancak şu sorunun yanıtlanması ile
anlaşılabilir:"Bu ruh enerjisi hangi şekildedir ve bizim olağan
atomlarımızla nasıl bir etkileşim içindedir? Diyor ki: “bu sorunun
cevabını bulabilmek için çok çarpıcı bir yeni fizik gerekir.
Gerçekte şimdi bildiğimiz hiçbir bilimsel bilgi ölümden sonra
97
yaşam olduğu tezini desteklememektedir. Bir “ruh parçacıkları”
kavramının ileri sürülmesine olanak vermez.
Vedanta’dak Barahma Fizik
Hint inancındaki görünmez Brahmada sürekli sükûnet,
boşluk ve daha önemlisi hiçlik vardır. Vedanta görünmeyenin,
Mayanın gücü ile görüş alanına çıktığını söyler. Hareketli olan
taraf; görünen ve değişen Mayadır. Diğer bir deyişle aktif olan
eleman (görünen yüz) Maya, aktif olmayan eleman
(görünmeyen yüz) Brahmadır.
Mistisizm meraklılarının kurduğu paraleli irdelersek
Modern Fiziğin önemli bir keşfinin “maddi evrenin görünmeyen
alanı olan enerjinin sabit kalmakla beraber enerji paketlerinin
sürekli yaratıldığı, yok olduğu ve yeniden yaratıldığı yargısını
görürüz.”
Diğer bir deyişle maddi evrenin görünmeyen yüzü
dinamiktir ve sürekli değişir. Bir bilim adamı kitle ve enerjinin
aynı gerçeğin iki yüzü olduğu bilgisine dayanarak fiziksel enerji
ile psişik enerjinin aynı olduğunu söyleyebilir mi?
Kuantum fiziğinin henüz mantıken açıklanmamış yönleri
olduğu kabul edilebilir. Ama acaba tüm bir dünya görüşünü bu
henüz açıklanamamış malzeme üzerine inşa etmek doğru olur
mu? 1988 yılında yazmış olduğu bir makalede Dr. Frank
98
Stootman bu konuya değinir ve iddiaları “bilim dışı “diyerek ret
eder.
Bilimsel yöntemde önce olaylar gözlenir, sonra bu
olayları açıklayacağına inanılan bir teori geliştirilir ve devamla bu
teori deneylerle sınanır. Teori, deneysel bulgular sonucunda
değiştirilebilir ya da tamamen dışlanabilir. Bu yolu izlememek
bilimsel yaklaşımın reddi olur. Örneğin parçacıkların neden
bağlaşık olduklarını böyle bir bilimsel yolla incelemek yerine
fantezilere kapılmak kanımca bilim adamlığına yakışmaz.
Vedanta, Bilimde Duyular ve Mantık
Vedanta evrenin gerçek yüzünün öğrenilebilmesi için
Duyulara ve Mantığa dayanılmaması gerektiğini söyler. İnsan
aklının cehaletin ve esaretin aracı olduğunu ileri sürer.
Bilimdeki yanılmalar ancak bilimsel yaklaşımlarla ve
akıl aracılığı ile giderilebilir. Maddeyi katı olarak hissederiz ve
bundan ötürü onu oluşturan atomların da katı olduğu sanısına
kapılabiliriz. Gerçek burada da, aklı bir kenara koyarak değil onu
kullanarak, deneyle ve gözlemle bulunmuştur.
Mantıksal Çıkarımlar
“Gerçekler mantığa uymuyorsa mantığı bir kenara
bırak” demek kolaydır. Ancak gerçeklerin neler olduğunu nerden
biliyoruz ki mantığa uymadığını söyleyelim?
99
Kant, mantığın öncel olduğunu ileri sürerken mutlak
haklı idi. Mantığı kabullenmezsek hiçbir gerçeği bulamayız.
Dumanı ve ateşi görebiliriz ancak dumanın ateşten ileri geldiğini
ancak usa vurarak saptayabiliriz. Mantığın temel kuralı
gereğince bir sonucun bir nedeninin olması gerekir.
Işığın hem parçacık hem dalga gibi görünmesi;
çelişmezlik ilkesinin dışlanması ve bir elmanın aynı zamanda bir
muz olabileceği anlamına gelmez. Bu, gözle görülebilir dünyada
örneği olmayacak bir durumdur. Bu nedenledir ki mikroskop altı
dünyada maddenin mekân boyutunu parçacık ve zaman
boyutunu dalga olarak tanımlarız.
Elektronların davranışlarındaki “belirsizlik” yukarıda
anlatıldığı gibi Einstein’in dediği gibi yerel olmayan değişkenlerin
varlığı nedeni ile olabilir. Bu yerel olmayan ilişkiler Kuantum
Fiziğinin esası olarak görülebilir. Ancak, yeterli araştırma
yapılmadan bir yargıya varmak yanlış olur.
Evrenin bir hologram olduğu hakkında David Bohm
tarafından ileri sürülen görüşe ise mistik görüş taraflısı Fritjof
Capra Hologram teorisinin bu mimarı için: “David Bohm
hologramın atom altı seviyesinde var olan düzeni açıklamak için
çok statik bir durum olduğunu anlıyor” eleştirisini yapmış idi.
“Hint Felsefesinin Bilinmeyen İsa’sı” isimli eserin
yazarı Dr. Raimundo Panikkar, Hindu inancındaki kozmik
100
düzenin (rta) ahlak, bilim ve teknolojiyi dışladığını yazmıştır.
Diyor ki: Kozmik düzen (rta) yasası yoktur. Var olan (rta)
ahenktir. Ancak bu ahenk başka bir yasaya bağlı değildir.
Sonuç olarak eğer evren bilinçten ibarettir diyorsak o
zaman akıl ve mantık ötesine geçerek mistik çözümler aramak
gerekir. Yukarıda sergilendiği gibi bu felsefe ilme katkı
sağlayamayacak konumda ve verimsiz bir yol olarak ortaya
çıkmaktadır..
Tüm bunlar düşünüldüğünde akla kimi bilim
adamlarının niçin mistik düşünceleri savunduklarını sormak
geliyor.
Gözlenen Madde ile Gözleyenin Ayrılamaması
Asırlar boyunca bilimin temel kuralı araştırmacının
gözlemlediği nesneyi hiçbir şekilde etkilememesi gereği idi. İlim
tamamen tarafsız gözleme dayanır. Bu ilke deneyenin fiziksel
dünyadan ayrı olmasını gerektirir. Evren bu ikilik ayrımı
sayesinde tarafsızca izlenebilir. Diğer taraftan bu ikilik ilkesinin
mistiklerin teklik düşüncesine darbe vurduğu ortadadır. Onların
görüşü geçerli olsa idi gözleyen ve gözlenen tek oldukları için
tarafsız gözlem mümkün olmayacaktı.
Bilim ile Mistik Düşüncelerin Dünya Görüşü
Arasındaki İlişki
101
Yukarıda II.Kısımda “ İnsanın Evreni Anlama Çabası ”
paragrafında sözü edildiği gibi
doğanın temel yasaları fikri
Judaeo-‐Hırisytiyan inancı içinde yer almış olan mükemmel yasa
yapıcı fikrinden kaynaklanır. Hıristiyan babası Thomas Aquinas
demiştir ki: “Doğanın ezeli, kutsal yasası fikri Hıristiyan felsefe ve
bilim dünyasını etkilemiştir. Robert Boyle, Isaac Newton gibi
Bilim adamları inançlı kişiler idiler. Tanrıyı Bilimsel buluşlarla
anlayabileceklerine
inanıyorlardı.
Bulgularının
İncil’in
söyledikleri ile ters düşmeyeceğini söylüyorlardı. Ancak zamanla
bilim adamları vahiylere inanmayı bırakıp yalnızca bilimsel
yöntemlerin ispatladıklarına önem vermeye başladıklarında
Yaratan’a inanmak da bilime aykırı görülmeye başlandı.
Bilimcilik inancı baş gösterdi ve ön aldı. Bilimcilik akımı akıl ile
imanı ayırmaya karar verince Hıristiyanlık ile Bilim arasında bir
çatışma kaçınılmaz oldu. 20.yüzyıl başına kadar bilimciliğin
üstünlüğü sürdü. 20 yüzyılın başında Bilim karşısında
Hıristiyanlık zayıf düştü. Bu durumda mantığın mantıksal
olmayan bir evreni kavramasının olası olmadığı ve Bilimciliğin
boş bir inanç olduğu gösterilemedi. Devamla özellikle
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi ile beraber bilimsellik akımı kendi
içinde
kendi
inancının
ürünlerini
mantıksal
olarak
savunamamaya başlayınca Mistik görüşler ön aldı. İşin ilginç yanı
bu görüşlerin Hıristiyan dünyasındaki Dinin konumunda olduğu
102
gibi bilim ile hiç savaşmamış olmaları idi. özellikle Böylece
bilimciliğin kaybı, mistisizmin kazancı oldu.
Ne olursa olsun bir mistik olay, bir ilim adamının uğraş
alanı olmasını gerektiren fiziksel gerçeğin kapsadığı bir olay gibi
görünmüyor. Bu kişiyi daha ziyade bilimsel araştırmadan
uzaklaştırma potansiyeli olan bir alan. Bu nedenledir ki modern
ilmin bulgularının mistisizmin söylemlerine eşdeğer olduğu, ya
da mistik felsefenin modern bilim için entelektüel bir temel
teşkil edebileceğini söylemek saflık olur. Yukarıda da açıklandığı
gibi ancak fizik ile mistisizmin söylemleri yüzeysel bir yaklaşımla
ele alınırsa böyle bir yargıya varılabilir
DÖRT : QUO VADİS BİLİM ?
Evrenin Başlangıcı ile İlgili Eleştiriler
Darwin Teorisi
Darwin’in yaşamın orijini hakkındaki evrim teorisi
yalnızca katı dinsel dogmalara bağlı teologlarca değil, ciddi bilim
adamlarınca da eleştirilmektedir. Eleştiriler genellikle evrende
bir yaşam hücresinin hayatı rastlantısal olarak doğurduğu
noktasına yönelir. Eleştirmen bilim adamları çoğunlukla
mikrobiyologlardır. İlginç olan; Darwin teorisi Mikrobiyoloji bilim
dalının doğmasından önceki bir zamanda doğmuş…. Çift sarmal
103
da denilen DNA Molekülünün ve yapısının keşfi ile başlayan
araştırmalar; yaşamın başlangıcı hakkında çok değişik ve ilginç
görüşler sunarlar: DNA molekülü her yaşam türü için aynıdır. Bu
moleküldeki genetik bilgiler A,G,C ve T kodları ile gösterilen dört
kimyasal bileşikte toplanır. DNA molekülü kendi kendisini
yaratamaz. Ancak proteinler DNA kodlamasındaki bilgilere
uyarak bunu yapabilirler. Bu nedenledir ki yaşam bu iki
moleküler sistemin etkileşimi ile devam eder.
Bir insanın vücudunda 20 milyar kilometre
uzunluğunda DNA vardır. Bu, gidiş geliş dünya-‐güneş
mesafesinin 70 katıdır. Kimi biyologlara göre DNA “kadim bir
bilgi depolama organıdır ve bu gün mevcut olan depolama
araçlarının toplamından 100 triyon kez daha fazla veriyi
depolayabilir”. Basit bir bakteri 10 milyon birim genetik
enformasyonu depolar. DNA yalnızca on atom genişliğindedir.
(
İki milyon atom yan yana dizilirse 1 cm uzunluğunu
kapsar.)
Ancak
uzunluğu
ile
yer-‐gök
birleşimini
sembolleştirecek nitelikte olduğu görülmektedir.
Bilindiği gibi “akıl” (Intelligence) Latince ikisi arasında
seçmek
anlamındaki
“inter-‐legere”
deyiminden
gelir.
Vücudumuzda en alt düzeydeki protein ve enzimlere kadar her
bir hücrenin bir akla sahip olduğu ve bu akıl sayesinde seçimler
yapabildiği düşünülmektedir. Burada DNA “genetik kodlamaya”
104
uyarak işlev gören bir “formül” gibi algılanabilir. Kimi enzim DNA
dan algıladığı emirleri (RNA) düzenleyerek onlara yeni harfler
ekler. Bu düzenleme sırasında oluşabilecek yanlışlıklar tüm
sistem için çok kötü sonuçlar yaratabilir. Kanser gibi istenmeyen
olgular meydana gelebilir. Bu nedenle enzimler tutarlı bir
şekilde doğru seçimleri yapmaya çabalarlar. Hücreler
birbirlerine protein ve molekül şeklinde sinyaller yollarlar:
Bölün, bölünme, hareketlen, dur, intihar et, yaşamaya devam et
gibi. Her bir hücre kendisine gelen bu yüzlerce sinyali algılamak,
onları tümleştirerek ne yapacağına karar vermek durumundadır.
Bu “zekâ”nın nasıl çalıştığı bu gün için bir soru işaretidir.
DNA Molekülünü keşfeden ve bu Molekülün bir uzay
aracı içinde dünyaya getirildiğini Icarus dergisinde (Vol. 19, ss.
341-‐346 Temmuz 1973 sayısı) “Directed Panspermia” adı ile
yayımladığı bilinen Nobel sahibi bilim adamı Francis Crick’in
fikirleri üzerinde durmak gerekir. Bu fikirlerinin bir kısmını
“Yaşamın Kendisi” (Life Itself) isimli eserinde açıklayan Crick,
evrim teorisini eleştirmektedir:
Şimdi Darwin’in teorisindeki bir tek proteinin
oluşmasının olasılığına bakalım: Tüm yaşam türlerinde
proteinler küçük moleküller olan 20 ayrı amino grup asitten
meydana gelirler. Ortalama olarak bir protein bu 20 amino grup
asit arasından seçilen ve doğru düzende yerleşen 200 amino
105
grup asitten oluşur. Bir birleşim olasılık hesabı bir proteinin
ortaya çıkabilmesi olasılığının hesaplanması için 1 de 20
olasılığın kendisi ile 200 kez çarpılması sonucunda elde
edilebileceğini gösterir. Bu rakam 20
200
olarak yazılabilir ve onlu
tabanda yaklaşık olarak 10
260
olarak gösterilebilir. (Bir trilyonun
kendisi ile 22 kez çarpımı ile elde edilebilecek bir sayı)
Diğer yandan Borel’in “Şansın Tek Yasası”, (Single
Law of Chance) kozmik ölçekte bir olayın meydana gelme
olasılığının (o olayın meydana gelmesi için gereken zaman ne
kadar uzun olursa olsun) 1 e 10
200
( Bir trilyonun kendisi ile 17
kez çarpımı ile elde edilebilecek bir sayı) olması durumunda sıfır
kabul edileceğini söyler. Yukarıdaki olasılık bundan çok
düşüktür, dolayısı ile sıfır kabul edilir.
Crick, L. M. Murkhin ve Carl Sagan ile beraber yazdığı
kitapta insanın rastlantısal olarak yaratılışının Borel yasasına
göre sıfır olasılığı gösterdiğini açıklamaktadır. Diğer yandan
Cambridge Teorik Astronomi Enstitüsünün kurucusu ve Evrenin
orijini hakkında “Düzgün Durum” teorisinin yaratıcısı Sir Fred
Hoyle evrim teorisi için şöyle diyor:
“Hayat öğelerinin bu şekilde başladığını düşünmek,
bir çöplüğe vuran kasırganın buradaki malzemeden bir Boing
747 uçağı yaratacağını düşünmek gibidir.”
106
Büyük Patlama (Big Bang)
Şimdi Evren’i yoktan yaratan Büyük Patlama teorisine
bir göz atalım. Bu teoriyi irdeleyebilmek için yine olasılık
teorisinin araçlarını kullanmak gerekir.
Şimdilik boşluktaki ilk atomların nereden ortaya
çıktığının inanılabilir bir açıklaması olmadığı konusunu bir yana
bırakalım. Ya da tüm evrenin sonsuzluğu içinde iki tanesinin bu
büyük patlamayı meydana getirmek için nasıl birbirlerini
bulduklarını da geçelim. (Sadece bu, matematiksel bir olasılık
içinde incelenirse bir googleplex değerini geçer. –bir google’un
google kere kendisi ile çarpılması demektir). Bu sayı o kadar
büyüktür ki bir insan ömrü boyunca yazamaz. Burada söyleyelim
ki bir google bir sayısından sonra 100 adet sıfırın konması ile
oluşur.
Bir de şunu düşünelim: Bilinen evrenin içindeki tüm
maddeleri genişletecek kadar büyük bir patlama nasıl olur da
tüm hayat izlerini yok etmez?
Diğer yandan, Büyük Patlama sonucunda dünyamızda
oluşacak insanın yaşamının olasılığını meşhur İngiliz âlimi Roger
Penrose hesaplamış. Bulduğu olasılık 10
10123
e karşı 1. Bu büyük
sayının ne olduğunu açıklamak gerekmiyor kısaca olasılık sıfırdır
diyebiliriz.
107
Demek oluyor ki Darwin Teorisi ile Büyük Patlama
inanılması güç savlar…
İnsanın ve Bilginin Tarihi
Yukarıda Bilimin gelişmesini özetlemiştim. Burada
insanın bilgiyi nasıl bir evrim içinde biriktirdiğini göstermek
isterim.
Darwin teorisi hala gündemde ise iki ayağı üzerine
kalkan bir maymun olan insan teknolojiyi kullanarak
yeteneklerini kısa süreler içinde geliştirmiştir.
Teknoloji; türlerin evrimine koşut kurallar içinde ama
ondan daha hızlı gelişmiştir. İnsanlığa daha uzun yaşama, daha
fazla yeme ve daha rahat yaşama imkânları sunulduktan sonra
insan nüfusu imkânların üstünde arttı. Aynı zamanda teknoloji
çevreye kalıcı zararlar veriyor. Bunun sonucu uygarlığın yok
olmasına kadar gidebilir. Bu, aklın izlemesi uygun olan bir yol
mudur? İnsanlar uygarlık evreni yok olmadan önce bu gidişe dur
diyebilecekler midir?
Aşağıda en erken tarihten başlayarak insanın
gelişmesinin kısa bir tarihçesini sunuyorum?
2 milyon yıl: İnsan bir hayvan ama tüm yaratıkların
içinde akıl geliştirebilen bir tür olmalı… İçgüdüsünden çok
tecrübe birikimine dayanmalı… Sonunda dört ayağının üstünden
108
iki ayağına kalkarak ellerini kullanabilmiş… İlkel aletler yapmaya
başlamış.
1 milyon yıl: Bu aşamada ona humanoid ya da insan
benzeri diyebiliriz. Gruplar halinde yaşamaya başlamış, Sosyal
hünerler kazanarak sonunda konuşmaya eğilim göstermiş. Ateş
yakmayı biliyor…
200,000 yıl: İnsan diyebileceğimiz yaratık dünya
sahnesinde görünür.
100,000 yıl: Lisan gelişir ve yaşam hünerleri geliştirilerek
yaşlılar tarafından çocuklara öğretilir. Toprak edinir ve
savunulur. Bu topraklarda hayvan ve bitkisel ürünler yetiştirilir.
İnançlar önemli bir yaşam sezgisi haline gelir. Çevre tahribatı
başlar.
50,000 yıl: silahlı avcılık gelişir. Çizim, resim, şarkı
söyleme, örgü örme, giyim gelişir. Bunu törensel ritüeller izler.
İnsan şimdi tüm dünyaya yayılabilir hale gelmiştir. Daha ziyade
kıyılarda yerleşilir. Yarı kalıcı evlerde yaşanır. İnsan emeğinin
getirisi nedeni ile yeni alanlar elde etmek için savaşılır. İnsan
artıkları nedeni ile yeni hastalıklar belirir
109
-‐10,000 yıl: yerleşik tarım ve çiftçilik başlar. Sulama, çift
sürme, bitki ayıklama faaliyetleri gelişir. Yönetim için bürokrasi
ve savaş için birlikler kurulmaya başlanır. Evler kalıcı hale gelir.
Sosyal sınıflar belirir. İş bölümü yaygınlaşır. Buna bağlı olarak
sendikal faaliyetler yapan birlikler belirir. Organize din
kuruluşları ortaya çıkar.
-‐5,000 yıl: hayvanlar evcilleştirilir. Tekerlek icat edilir.
Metaller çıkarılır ve işlenir. Ticaret gelişir. Evcil hayvanlar
yüzünden yeni hastalıklar belirir.
-‐3,000 yıl: büyük mabetler, köprüler, yollar yapılır.
Kabileler birleşerek Milletleri oluşturur. Kara ticareti
hareketlenir. Okullar faaliyete geçer. Milletler birbirleri ile
savaşır.
-‐2,000 yıl: güvenilir tarım ve nadas gelişir, felsefe ve
yazılı bilim başlar, gemilerle kıyı ticareti yapılır. Para basılır ve
kapital birikimi baş gösterir. Büyük inşaat faaliyetleri yer alır. Su
ve rüzgâr gücünden yararlanılır. Tarım ürünleri yetiştirildikleri
yerlerde değil şehirlerde tüketilmeye başlar. Hayatı uzatmak için
tıp gelişir ve sağlık önlemlerine önem artar. Ameliyatlar yapılır.
Üniversiteler yaşama geçer. Diğer milletlerin kolonizasyonu ile
110
beraber kölelik gelişir. Bu zenginlik zamanında sanat gelişme
gösterir.
-‐200yıl Fosil Yakıt kullanımı ile beraber fabrikalar gelişir,
Herkes için okullar açılır ve cehalet azalır, temizlik ve insan
sağlığı çalışmaları hızlanır, içme suyu ile kullanma suyu ayrılır.
Kanalizasyon inşaatı gelişir. Halkın bilgiye erişiminin
kolaylaştırılması için çalışmalar yapılır. Madencilik zehir üretir.
Ağaçlar kesildikçe toprak erozyonu görülür. Köleliğe son verilir.
100 yıl: Bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydedilir.
Seri üretime geçilir. Arabalar yapılır. Şehirlerde hava kirlenmesi
başlar. Hayat uzar. Genetik ilminin gelişmesi daha iyi ürün elde
edilmesini sağlar.
-‐50 yıl: Uçaklar, Uzay teknolojisi, Bilgisayar, Doğum
Kontrolü, Suni gübre kullanımı yaygınlaşır. Atık arıtma tesisleri
bu devrin ürünleridir. Kapital birikimi spekülasyona yol açar.
Global pazarlar ve dünya çapında şirketler kurulur.
0 yıl: medeniyet üst seviyesine ulaşır. fazla nüfus artışı
sonucunda çok ciddi çevresel bozulma ortaya çıkar. Mekanize
tarım ile en üst düzeyde ürün elde edilir. Genetik Mühendisliği
devreye girer.
111
+50: Geçmişe hiç benzemeyecek bir zaman… Medeniyet
altından kalkılamayacak bir karmaşıklığa ve savunmasızlığa
düşer? Biyosferin sınırlarına ulaşılır? Şehirlerin büyümeleri
sonucunda dayanım sınırları aşılır.
Acaba aşağıdakilerden hangileri daha etkin olacak:
Ekolojik Çöküşler? Biyolojik türlerin kitlesel yok olması?
Fosil yakıtların tükenmesi? Enerjiye dayanan sistemlerin yok
olması? Tarımsal alanların yorularak az ürün vermesi? Anarşi
hâkimiyeti? Medeniyetin çökmesi? Ulus Devletlerin sonu?
Tekillik (Singulariter)
Yukarıdaki sorulara cevap olabilir mi bilmiyorum ama bu
konulara yıllardır kafa yoran bilim adamlarının görüşlerine yer
vermek istedim: Bilimin ve onun ürünü olan teknolojinin
gelişmesini Ray Kurzweil‘in bir eserinden (“Singularity is Near” 2005
Ray Kurzweil Viking Penguin Group Publishers. ISBN 0670-‐03384-‐7)
aldığım kimi grafik
112
Şekil 3
ile göstermek istedim. Şekil 3.de dünyanın tarihi üzerine
yukarıda sıraladığım olaylar görülüyor. Burada her iki eksen
logaritmik tabandadır. Zamanımızdan önceki olaylar yatay
eksende, yeni bir olaya kadar geçen zaman ise düşey ekseninde
görülüyor. Aşağıda sağda görülen koyu kısım ileride ne
olacağının belirsiz olduğu alandır.
113
Şekil 4.
Şekil 4.de bulunan ikinci grafikte, gösterilen olaylar
arasında geçen süre düşey eksende, seneler yatay eksende
gösterilmiştir. Bu şekilde yalnızca telefon, radyo, bilgisayar TV
gibi her gün kullandığımız araçların hangi yıllarda ortaya çıktığı
görülüyor. Önemli olan nokta gelişmenin hızının gittikçe
arttığıdır.1980 yılından itibaren eğrinin dikleşmesi bunun
göstergesidir.
114
Gerçekte öğrenmenin ilerlemesi ve icatlar-‐keşifler ilk
insanın dünyada görüldüğü yaklaşık bir 200000 yıllık süre içinde
Sümer ve Kadim Mısır medeniyetinin var olduğu 5000 yıl
öncesinden başlamıştır. İnsanın dünyadaki varlığının %2.5u
kadar bir zaman…Acaba o zamanın bir özelliği var mı diye sorası
geliyor insanın…
Kurzweil diyor ki:
“Teknoloji tarihinin analizi, teknolojik değişimin
eksponansiyel olduğunu gösteriyor. (gittikçe artan hızda
sözünün matematikçesi) Bu nedenle 21 yüzyılda 100 yıllık bir
gelişme olmayacak. (bu günün hızı ile gidilirse) bu yüzyıla 20,000
yıllık bir gelişme sığacak.”
Şekil 5. 2000 yılına kadar bilgisayarların işlem
sayısındaki gelişmeyi gösteriyor. Her yıl piyasaya yeni çıkan en
hızlı bir bilgisayarın özellikleri ele alınmış. Bu bilgisayarın imalatı
için her 1000 dolar sarf edilmesi karşılığında bir saniyede
yapabileceği işlem sayısı alınmış ve yıllara karşı çizilmiş.
115
Şekil 5.
Yukarıdaki şekilde bir sineğin beyninin hız düzeyi de
görülüyor. Her sinir hücresinin elektriksel çalışması çok ince
elektrotlarla saptanır. Ancak bir böcek için bu yöntem hücre
küçüklüğü nedeni ile işe yaramaz. Sineğin hareket yeteneği çok
yüksektir. Bu yetenek gözlere yansır. Bu nedenle bilim adamları
116
ölçümü sineğin gözlerinin bir özelliğini yansıtan L-‐2 hücrelerini
hedef alarak gerçekleştirmişlerdir.
Bu günkü buna eşdeğer bilgisayar hızı henüz bir
sineğin beyninin işleyerek yapabileceği işlemlerin hızında değil.
İnsan beyninin düzeyine ulaşması igrafikteki öngörüye bakılırsa
2030-‐2040 yılı civarında…
İstatistiklerin var olduğu 1999 yılının en hızlı işlemcisi
4200 MIPS hızında 700 MHz Pentium idi. Basit bir hesapla
bunlardan en az 24,000 adedini bir araya getirirsek insan
beyninin hızına ulaşabiliyoruz. (Demek ki beyin 16.800.000 MHz
hızındaki bir Pentium Bilgisayara denk. Ona da henüz
ulaşılamamış.)
Ancak gelişmenin ne kadar hızlı olduğu görülüyor. 1
den 100.000 e ulaşması 30 yıl almış. Ancak 100000 den 100
milyara ulaşması 10 yıldan az zamanda olacak. Bu da Kurzweil’in
söylemini destekliyor.
Beklenen Gelişmeler
Yakın gelecekte yer alacağına inandığım birkaç gelişmeyi
aşağıda sıralıyorum:
1. Bir Bilgisayar Turing Testini geçecek.
Turing testi bir Bilgisayarın konuşmasını dinleyen jüri
üyelerinin onun insan olduğuna inanmaları olarak bilinir.
Reading Üniversitesinde yer alan Loebner yarışmasında bir
117
Bilgisayar sistemi doğal bir konuşma ortamında jüri üyelerini
insan konuşuyor yargısına %95 inandırdı.
2. Yapay Yaşam Yaratılacak
Craig Venter bir yıl önce yapay yaşamı yaratmak üzere olduğunu
açıkladı
3. Beyin-‐Bilgisayar ara yüzleri oluşturulacak
Beyin-‐Bilgisayar ara yüzleri henüz emekleme dönemlerinde ise
de beyin dalgalarının analizi ile elde edilen uyarıcıların başarısı,
bu yönde ümit veriyor.
Bu çok hızlı büyüme sonunda matematikçilerin tekillik
(singularity) dedikleri çözümü olmayan bir noktaya götürür.
Günlük lisanda buna “bilinemez” de denilebilir. Bu tekillik
noktasında insan beyni bulanır ve çevresindeki olayları
anlayamaz hale gelir.
d. İnsan beyni işlevsiz kalınca bilgisayarlara ve
makinelere o zamana kadar aktarılmış olan bilgi, diğer bir
deyişle yapay zekâ medeniyetin ilerlemesini devir alacak,
makinalar insanları yönetecektir.
e. İnsan sonsuz bilgi kaynağına varacak
Diğer bir inanç görüşüne göre ise bu zaman kesitinde
insanın gözlerindeki perde sıyrılacak ve evrenin ve yaratılışın
tüm gerçekleri ortaya çıkacaktır.
118
Bakalım Mevla n’yler, n’ylerse güzel eyler…
BİTTİ…………………………….
Mİ
?
EK 1.
Biraz Aritmetik ve Rastlantısal Evren
119
Kuantum Fiziği Max Planck’ın 1900 yılında dalgalardan
oluştuğuna inanılan ışığın gerçekte "quanta" denilen enerji
paketlerinden oluştuğunu göstermesi ile başlar.
Louis de Broglie 1923 yılında parçacıkların dalga
görünümünde olduğunu ortaya atmıştır. Bu tanımda dalga boyu,
, parçacığın momentumu olan p ile ters orantılıdır.
Planck’ın bu olayı tanımlayan formülünde E enerji
paketleri, ışık dalgalarının frekansı olan f ile doğrusal orantılıdır.
Adına Planck katsayısı denilen doğrusal orantı katsayısı h dır. Bu
durumda:
E=h.f olur.
Işık parçacığı olan fotonun enerjisini ele alırsak, Einstein
denklemi uyarınca:
E=m.c
2
=(m.c).c
=p.c (burada p=mc=momentum=kitlexhız)
=p.f.ʎ (parçacığı dalga olarak ele aldığımızda, c=fʎ
Planck’ın yukarıdaki bağıntısından:
E=h.f=p.f.ʎ ve,
ʎ=h/p
İşte şimdi biliyoruz ki bilinen evrendeki hemen her şey
bu tuhaf parçacık/dalga varlıklarından meydana gelmişlerdir.
120
Bunlar yukarıda verilen iki Kuantum davranış denklemine
uyarlar.
Şimdi soralım:
Parçacık/dalga varlıklarının yerlerini saptayabiliyor,
fiziksel özelliklerini ölçebiliyor muyuz?
Cevap şaşırtıcıdır:
Belirsiz Evren: Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi
Şimdi bir deney yaparak belli bir parçacığın yerini
ölçmeye
çalışalım.
Bunu
yapabilmek
için
parçacığı
“görebilmemiz” lazımdır. Bu nedenle onu dalga boyu olan bir
ışık demeti ile aydınlatalım. Ölçüm yapılırken kullanılan ışık
demetinin etkisi ile bu parçacığın gerçek yeri hakkında
kaçınılamaz bir hata olur. Parçacığın konumundaki bu hatayı ışık
demetinin dalga boyuna eşit olarak kabul edebiliriz: Hata ∆x ise
∆x≈ diyebiliriz.
Işık fotonu parçacığa çarptığı zaman onun hızını, dolayısı
ile momentumunu yukarıdaki Louis de Broglie bağıntısı uyarınca
değiştirir:
∆p=h/ʎ
Bu iki denklemi birleştirirsek:
∆x.∆p= h
121
İşte bu, hem bilim hem felsefe dünyasında büyük önemi
olan “Heisenberg Belirsizlik İlkesi”dir.
Burada h sabit olduğu için bu ilkenin anlamı şu oluyor:
bir parçacığın konumunu ne kadar az hata ile saptarsak, diğer bir
deyişle (∆x) değerini ne kadar azaltırsak onun hızını dolayısı ile
momentumunu (∆p), ancak o ölçüdeki bir artış farkı ile
hesaplayabiliriz. Demek oluyor ki bu özelliği saptamakta artış
farkı değeri kadar yanılırız.
Bu da demek oluyor ki hiçbir maddenin hem konumunu
hem hızını (momentumunu) aynı anda doğru olarak bilmek olası
değildir. Diğer bir deyişle, yapılan deneylerde bu iki önemli
özelliğin niceliklerini aynı anda gözlemleyemeyiz.
Deneylerde parçacıkların yerini ve momentumunu aynı
anda bilememek belirsizlik demektir ve “Heisenberg’in Belirsizlik
İlkesi” bir yerde evreni oluşturan parçacıkların, dolayısı ile
evrenin ölçümlerle belirlenemeyeceğini söylemektedir.
Peki bu tuhaf parçacık/dalga ikilemini nasıl
açıklayabiliriz? Bu anda yukarıda sözünü ettiğimiz Einstein-‐
Young tartışmasına dönüyoruz: Enerji parçacıklardan mı
dalgalardan mı oluşur?
İşte burada Kuantum teorisi iyice tuhaflaşır. Çünkü 1926
yıllarında tanınmış bilim adamları olan Erwin Schrödinger ve
Niels Bohr konuyu irdeleyen analizler ortaya koymuşlardır.
122
Sonunda denmiştir ki yukarıdaki Louis de Broglie denklemine
bakın… “enerji hem dalga hem parçacık olabilir”.
Bu araştırmacılar analizlerinde ayrı matematiksel
yöntemler kullanmışlardır. Werner Heisenberg “Matriks Cebri
Yöntemleri”, Erwin Schrödinger ise “Dalga Mekaniği Çözümleri”
kullanarak çözüm getirmişlerdir. İzlenen değişik iki çözüm
yöntemi nedeni ile sonuçta elde edilen bağıntılar benzer
olmamıştır. Bu aşamada “acaba hangisi doğru?” sorusuna cevap
bulmak için epey ter dökülmüştür. Neyse ki Paul Dirac, her
ikisinin sonuçlarının değişik formlar altında aynı olduğunu
göstermiş ve tartışma bitmiştir. (Paul Dirac ölçülebilir değerler
ile fiziksel sistemin durumunu betimleyen vektörler ve Hilbert
uzayına etki eden operatörleri ilişkilendirerek tek çatı altında
toplamış, daha sonra matematikte evrenselleşecek olan bra-‐ket
notasyonu ismi verilen notasyonu ve Dirac delta fonksiyonunu
da ilk kez kullanarak konuya açıklık ve derinlik kazandırmıştır.)
Şimdi Bohr’un Matriks çözümlerine kıyasla biraz daha
basit görünümlü olduğu için Schrödinger’in dalga fonksiyonuna
bir göz atalım.
Schrödinger Denklemi (Dalga Fonksiyonu)
Şimdi Schrodinger’in dalga fonksiyonunu inceleyelim.
Yukarıda:
123
E=hf ve
ʎ=h/p
Denklemlerini ve ayrıca parçacıkların dalga, dalgaların parçacık
şeklinde olabileceklerini görmüştük.
Şu soruyu da sormuştuk: Gerçeği Kuantum düzeyinde
açıklayabilecek kavramlara ulaşabilir miyiz?
Şimdi önce bir parçacığın hareketini bir yürüyen dalga
fonksiyonu ile ifade edelim: Bu formülü kullanarak oldukça basit
bir model kurabiliriz. Sonuçta elde ettiğimiz dalga bir “dalga
fonksiyonu, ψ” olur.
Ψ(x)=A.cos(2.π.x/ʎ-‐ω.t) (i)
Bu bağıntıda x mekân ve t zaman değişkenleri, A bir genlik
katsayısı, ʎ dalga boyu, ω açısal frekanstır. Burada bir parçacığın
dalga fonksiyonunu tüm mekâna yayılıyor gibi kabul edebiliriz.
De Broglie denkleminden:
ћ=h/2.π konularak
ʎ =h/p=2. Π. ћ/p ve
2.π/ʎ=p/ћ (ii)
Planck’dan
E=h.f=h.ω/2.π=ћ.ω ve ω=E/ћ (iii)
Bunları (i) dalga denklemine yerleştirerek:
Ψ=A cos (p.x/ћ-‐E.t/ћ) elde edilir.
Yukarıdaki denklem Euler notasyonu ile şöyle yazılabilir:
124
Ψ=A.e
i(p.x/ћ – E.t/ћ)
Ψ fonksiyonunun konum ve zamana göre kısmi türevleri alınırsa:
∂Ψ/∂x=i.p.Ψ/ћ veya –i.ћ.∂Ψ/∂x=P.Ψ (iv)
ve
∂Ψ/∂t=-‐i.E.Ψ/ћ veya i.ћ.∂Ψ/∂t=E.Ψ (v)
(v) Bağıntısı Schrödinger fonksiyonunun bir basit şeklidir.
Fonksiyonun tamamı, E yerine parçacığın kinetik ve potansiyel
enerji terimlerinin konulması ile elde edilebilir. (iv) ve (v)
bağıntılarında bir parçacığın momentumunu ya da konumunu
saptamak amacına yönelik olarak iki ayrı form bulunmaktadır.
Bunlara “gözlenebilenler” adı verilir. (Bu fonksiyonlardaki
gözlenebilenler: “konum/momentum” ya da “enerji/zaman”
çiftleri “tamamlayıcı” ya “eşlenik” olarak adlandırılırlar çünkü
yukarıda anlatıldığı gibi “Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi” bir
özelliği daha iyi ölçebilmek için diğerinin gerçek değerinden
fedakârlık ederiz demektedir.)
Yukarıdaki
fonksiyonlara
bakıldığında
her
bir
gözlenebilenin bir matematik “operatör” altında olduğunu
görülür.
Örneğin (iv) fonksiyonundaki momentum operatörü, konuma
göre bir türevi gösterir:
125
Bu yolla dalga fonksiyonu şu şekilde de ifade edilir:
Bu denklemin sol tarafında dalga fonksiyonu üzerine
etkiyen momentum operatörü, sağ tarafında ise dalga
fonksiyonu ile çarpılan bir sayı (P) vardır. Bu denklem formatı
matematikte bir “Karakteristik Değer Fonksiyonu” ve sayı da
aynı yerde değinilen “Karakteristik Değer” olarak bilinir.
Dalga fonksiyonunun şekli hangi gözlenebilir değeri ölçmek
istediğimize göre değişir. Dalga fonksiyonunun x ekseni
üzerindeki momentum ölçümü için şu dalga şeklini aldığı
gösterilebilir:
Bu; (vii) denklemindeki değerini bağıntısı Karakteristik
Değer fonksiyonu (vi) nın sol tarafına yerleştirilerek doğru sağ
tarafı elde etmek sureti ile görülebilir:
Terimler Karakteristik Değer fonksiyonu (vi) için aynı.
126
Böylece (vii) Karakteristik Değer fonksiyonu (vi)
denkleminin bir çözümü olmaktadır.
Görüldüğü gibi (vii) denkleminde ifade edilen dalga
fonksiyonu karmaşık sayıları içermekte olup genellikle alışık
olduğumuz Öklid mekânında değil, “Hilbert Uzayı” dediğimiz
karmaşık mekândadır. (i sayısının -‐1 in kare kökü olduğunu
hatırlayalım).
Dalga fonksiyonunu her gün dünyamızda gördüğümüz
bir dalganın matematiksel ifadeleri ile karıştırmamalıyız. (Mesela
denizde oluşan dalgaların basit şekilde sinüzoidal fonksiyonlarla
gösterilmesi gibi…) Bu, karmaşık mekândaki bir dalga olarak
algılanmalıdır. Matematikteki gizlemli karmaşık sayılar ve bu
sayıların yaşadığı Hilbert uzayı, kuantum gerçeğinin bir önemli
göstergesi olarak sahneye çıkmaktadırlar
Document Outline
Dostları ilə paylaş: |