Bölüm 8
Büyükanne Neden Öfkeyle Çıkıp Gitti
Bruno, büyükbabası ve büyükannesini çok özlüyordu. Birlikte, meyve ve sebze pazarının
yakınındaki küçük bir dairede yaşıyorlardı. Bruno’nun Out-With’e taşındığı sıralarda büyükbaba
neredeyse yetmiş üç yaşındaydı. Bu da Bruno’nun gözünde, onu dünyanın en yaşlı adamı yapıyordu.
Bir akşamüstü Bruno hesap yapmıştı. Eğer bütün hayatını tekrar ve tekrar sekiz kez bile yaşasa yine
de büyükbabasından bir yaş genç olurdu.
Büyükbabası, tüm hayatını şehrin merkezinde bir restoran işleterek geçirmişti. Elemanlarından
biri, arkadaşı Martin’in babasıydı. Orada aşçıbaşı olarak görev yapıyordu. Büyükbabası artık
restoranda yemek ve garsonluk yapmasa da günlerinin çoğunu orada geçiriyordu. Akşamüstleri barda
oturup müşterilerle konuşur, akşamları yemeğini orada yer ve gece kapanış saatine kadar orada kalıp
arkadaşlarıyla eğlenirdi.
Büyükannesi, diğer çocukların büyükanneleri kadar yaşlı görünmüyordu. Bruno, onun kaç yaşında
olduğunu öğrendiğinde -altmış iki- inanamamıştı. Büyükbabasıyla genç bir kadınken, bir konser
sonrası tanışmışlardı ve büyükbaba bütün kusurlarına rağmen nasıl olduysa onu evlenmeye ikna
etmişti. Şaşırtıcı şekilde gelininin saçlarına benzeyen uzun, kızıl saçları ve yeşil gözleri vardı; ailede
bir yerlerde İrlanda kanı olduğu için, diye açıklardı bunu. Bruno, bir aile partisinin ne zaman
hareketleneceğini hep bilirdi, çünkü büyükanne, biri piyanonun başına oturup, ondan şarkı
söylemesini isteyene kadar oralarda dolaşıp beklerdi.
“Bu da nesi?” diye bağırırdı, sanki bu fikir nefesini kesiyormuş gibi elini göğsüne bastırarak. “Bir
şarkı mı istiyorsun? Korkarım bunu yapmam mümkün değil genç adam, şarkıcılık günlerim çok
gerilerde kaldı.” “Söyle... söyle!”
Partideki herkes bağırırdı. Uygun bir aradan sonra -bazen on, on iki saniye kadar sürerdi- sonunda
pes eder ve piyanodaki genç adama dönüp, çabuk ve şakacı bir sesle şöyle derdi:
“La Vie en Rose, mi-bemol minör. Değişimlere ayak uydurmaya çalış.”
Bruno’nun evindeki partilere hep büyükannesinin şarkıları hâkim olurdu ve nedense annesinin,
partinin yapıldığı salondan mutfağa geçtiği zamana denk gelirdi. Arkadaşları da onu izlerdi. Babası
dinlemek için kalırdı. Bruno da kalırdı; çünkü en çok sevdiği şey, büyükannesinin bağıra bağıra şarkı
söyleyip misafirlerin alkışlarını kabul etmesiydi. Ayrıca La Vie en Rose tüylerini diken diken ederdi
ve ensesindeki küçük tüyler bile dikilirdi.
Büyükanne, Bruno veya Gretel’in onun izinden giderek sahneye çıkacağını düşünmekten
hoşlanırdı ve her Noel veya doğum günü partisinde anneleri, babaları ve büyükbabaları için üçünün
katıldığı bir oyun hazırlardı. Oyunları kendisi yazardı. Bruno’nun düşüncesine göre, en iyi sözleri hep
kendisine ayırırdı; ama Bruno’nun buna pek aldırdığı yoktu. Genellikle oyunda bir de şarkı olurdu.
Şarkı mı istiyorsunuz, diye sorardı önce. Ayrıca Bruno için sihir yapma ve Gretel için dans etme
fırsatı doğardı. Oyun her zaman Bruno’nun, büyük şairlerden birinin şiirini okuması ile sona ererdi.
Sözcükleri anlamakta zorluk çekerdi; ama okudukça kulağına daha da güzel gelirdi sanki.
Bu küçük gösterilerin en iyi yanı, büyükannenin Bruno ve Gretel için kostümler hazırlamasıydı.
Rolü ne olursa olsun, Gretel ve büyükannesine oranla ne kadar az konuşursa konuşsun, Bruno hep bir
prens veya bir Arap şeyhi gibi giyinirdi. Hatta bir defasında Romalı bir gladyatör bile olmuştu.
Taçlar vardı, taçlar olmadığında mızraklar, mızraklar olmadığında da kırbaçlar veya türbanlar...
Kimse, büyükannenin bir sonrakinde ne hazırlayacağını bilmezdi. Noel’den bir hafta önce Bruno ve
Gretel her gün prova için onun evine çağrılırlardı.
Son oynadıkları oyun felaketle sonuçlanmıştı ve sorunun ne olduğu, tartışmanın nasıl başladığı
konusunda hiçbir fikri olmamasına karşın Bruno bunu hâlâ üzüntüyle hatırlıyordu.
Yaklaşık bir hafta önce evde büyük heyecan yaşanmıştı. Maria, aşçı. Kâhya Lars ve durmadan
gelip giden -Bruno’nun gördüğü kadarıyla, sanki kendilerinin değil de onlarınmış gibi- evi kullanan
askerlerin bundan sonra babaya “Kumandan” diye hitap etmeleri gerektiğiyle ilgili bir şeydi.
Haftalarca süren bir heyecan yaşamışlardı. Önce Fury ve güzel sarışın kadın yemeğe gelmişler, bu da
bütün evde hayatı durdurmuştu. Sonra şu, babaya Kumandan deme meselesi çıkmıştı. Annesi,
Brüno’ya, babayı tebrik etmesini söylemiş ve o da bunu yapmıştı. Ama kendisine karşı dürüst
olacaksa -hep olmaya çalışıyordu- onu ne için kutladığından pek emin değildi.
Noel günü baba, artık hep giydiği kolalı ve ütülenmiş yepyeni üniformasını giymişti. Onunla ilk
ortaya çıktığında bütün aile alkışlamıştı. Gerçekten özel bir şeydi. Eve gelip giden diğer askerlerle
kıyaslandığında, çok daha farklıydı. Askerler artık ona daha fazla saygı duyuyor gibiydiler. Anne
yanına gitmiş, yanaklarından öpmüş ve elini üniformanın önünde gezdirerek kumaşın ne kadar iyi
olduğu hakkında yorum yapmıştı. Bruno’yu en çok etkileyen şey üniformanın göğsündeki
madalyalardı. Ellerinin temiz olması şartıyla, kısa bir süre kasketi takmasına izin verilmişti.
Büyükbaba, oğlunu yeni üniformasıyla gördüğünde çok gururlanmıştı; ama büyükanne pek
etkilenmemiş görünüyordu. Yemek servisi bitip Gretel ve Bruno yeni gösterilerini yaptıktan sonra o,
üzgün bir şekilde koltuklardan birine oturmuş, sanki onun için büyük bir hayal kırıklığıymış gibi
babaya bakmıştı.
“Merak ediyorum, seninle ilgili nerede hata yaptım Ralf?” demişti. “Acaba sana küçükken
yaptırdığım gösteriler mi ipin ucundaki bir kukla gibi giyinmeye itti seni?” “Yapma anne,” demişti
baba sabırlı bir sesle. “Şimdi bunun zamanı değil biliyorsun.”
“Orada üniformanla dikilmiş duruyorsun,” diye devam etmişti büyükanne, “sanki seni özel bir şey
yapıyormuş gibi. Gerçekten ne ifade ettiği, neyi temsil ettiği umrunda değil.”
“Nathalie, bunu daha önce tartıştık,” demişti büyükbaba. Ama büyükannenin bir şey söylemeye
karar verdiği zaman, hoş karşılanmasa bile bunu söylemenin yolunu bulacağını herkes biliyordu.
“5en tartıştın Matthias,” demişti büyükanne. “Ben her zamanki gibi, karşısına geçip konuştuğun
boş bir duvardım.”
“Bu bir parti anne,” demişti baba içini çekerek, “üstelik Noel, lütfen her şeyi mahvetmeyelim.”
“Büyük savaşın başladığı zamanı hatırlıyorum,” demişti büyükbaba ateşe bakıp başını gururlu bir
şekilde sallayarak. “Eve gelerek bize askere yazıldığını açıklayışını ve başına bir şey gelmesinden
nasıl korktuğumu hatırlıyorum.”
“Zarar gördü Matthias,” diye ısrar etmişti büyükanne. “Kanıtını görmek için ona bakman yeter.”
“Şimdi ulaştığın yere bak,” diye devam etmişti büyükbaba, onu duymazdan gelerek. “Bu kadar
sorumluluk isteyen bir mevkiye yükselmen beni gururlandırıyor. Ülkene yapılan onca haksızlıktan
sonra, onurunu geri kazanmasına yardım ediyorsun. Bütün cezalandırmaların ötesinde...”
“Söylediklerini bir düşünür müsün?” diye bağırmıştı büyükanne. “Hanginiz daha budalasınız,
merak ediyorum!”
“Ama Nathalie,” demişti anne, ortalığı birazcık sakinleştirmeye çalışarak,
“sence Ralf yeni üniformasıyla çok yakışıklı görünmüyor mu?”
“Yakışıklı mı?” diye sormuştu büyükanne, ileriye uzanıp gelinine sanki mantığını yitirmiş gibi
bakarak. “Yakışıklı mı dedin? Seni aptal kız! Sence dünyada tek önemli olan şey bu mu? Yakışıklı
görünmek mi?”
“Ben sirk sunucusu üniformamla yakışıklı görünüyor muyum?” diye sormuştu Bruno, o gece parti
için giydiği kostümü -sirkte gösterileri sunan yöneticinin kırmızı siyah kıyafeti- kastederek. Onun
içinde kendisiyle çok gurur duymuştu. Konuştuğu an pişman olmuştu, çünkü bütün yetişkinler orada
olduklarını unutmuş gibi dönüp Gretel ve kendisinden yana bakmışlardı.
“Çocuklar, yukarı,” demişti anne çabucak, “odalarınıza gidin.”
“Ama gitmek istemiyoruz,” diye itiraz etmişti Gretel. “Burada oynayamaz mıyız?”
“Hayır çocuklar,” diye ısrar etmişti anne. “Yukarı çıkın ve kapılarınızı kapatın.”
“Zaten siz askerleri ilgilendiren tek şey bu!” demişti büyükanne, çocukları tamamen görmezden
gelerek. “Güzel üniformalarınızla yakışıklı görünmek. Giyinip kuşanıp o çok kötü, korkunç şeyleri
yapıyorsunuz. Bundan utanç duyuyorum. Ama kendimi suçluyorum Ralf, seni değil.”
“Çocuklar, hemen yukarı!” demişti anne ellerini çırparak ve bu defa kalkıp istediğini yapmaktan
başka çareleri yoktu. Ama doğruca odalarına gitmektense kapıyı kapatıp aşağıdaki yetişkinlerin ne
dediğini duymaya çalışarak merdivenlerin üstünde oturmuşlardı.
Anne ve babanın sesleri boğuktu ve anlaşılması zordu. Büyükbabanın sesi hiç duyulmuyordu.
Büyükanneninki ise şaşırtıcı şekilde hakaret doluydu. Sonunda, birkaç dakika sonra kapı hızla açılmış
-Gretel ve Bruno hemen merdivenlerden yukarıya fırlamışlar- büyükanne holdeki portmantodan
mantosunu almıştı.
“Utanıyorum!” diye bağırmıştı büyükanne gitmeden önce. “Benim oğlumun böyle bir...”
“Bir vatansever!” diye bağırmıştı baba, annenin sözünün asla kesilmeyeceği kuralını belki de
öğrenmemişti.
“Vatansever, öyle mi?” diye bağırmıştı büyükanne. “Bu eve yemeğe davet ettiğin insanlar... Bu
beni hasta ediyor. Ve seni bu üniforma içinde görmek, gözlerimi söküp atma isteği uyandırıyor.” diye
eklemişti, hızla evden fırlayıp arkasından kapıyı çarpmadan önce.
Bruno, ondan sonra büyükannesini pek görmemişti ve Out-With’e taşınmadan önce veda etme
fırsatı olmamıştı. Onu çok özlüyordu ve bir mektup yazmaya karar verdi.
O gün kâğıt, kalem alıp oturdu ve ona burada ne kadar mutsuz olduğunu, Berlin’deki eve dönmeyi
ne kadar çok istediğini anlattı. Evi, bahçeyi, üstünde yazılı plaket olan bankı, yüksek tel örgüyü,
ahşap telgraf direklerini, dikenli telleri ve ardındaki çorak topraklan, barakaları, küçük binaları,
duman kümelerini, askerleri anlattı. Ama ona en çok orada yaşayan insanlardan söz etti; çizgili
pijamalarını, aynı kumaştan takkelerini anlattı, sonra onu ne kadar özlediğini söyledi ve imzaladı:
“Seni seven torunun Bruno.”
|