Çizgili Pijamalı Çocuk


Bölüm 7 Annesi Yapmadığı Bir Şeyi Nasıl Sahiplendi



Yüklə 0,52 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə7/23
tarix31.07.2022
ölçüsü0,52 Mb.
#62950
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   23
John Boyne - Çizgili Pijamalı Çocuk

Bölüm 7
Annesi Yapmadığı Bir Şeyi Nasıl Sahiplendi
 
 
Bruno, ailesi ile Out-With’e geldikten birkaç hafta sonra Kari, Daniel ve Martin’i ziyaret etme
olanağı ufukta görünmediği için kendisini oyalayacak bir şeyler bulmaya karar verdi; yoksa yavaş
yavaş delirecekti.
Bruno, hayatı boyunca deli olarak kabul edebileceği bir tek kişi tanımıştı; o da Bay Roller’di.
Baba yaşlarında bir adamdı. Berlin’deki evlerinin sokağında yaşıyordu. Günün veya gecenin her
saatinde sokakta ileri geri yürüyüp kendisiyle korkunç tartışmalar içindeyken görülüyordu. Bazen bu
tartışmaların ortasında, hararetli bir kavga patlar ve duvara yansıyan gölgeyi yumruklamaya çalışırdı.
Zaman zaman o kadar çok kavga eder, tuğla duvarlara öyle çok yumruk atardı ki elleri kanardı. Sonra
yere diz çöküp yüksek sesle ağlamaya başlar, bir yandan da kafasına tokatlar indirirdi. Birkaç kez
Bruno, kendisine yasaklanan sözcükler söylediğini duymuş, kıkırdamamak için kendini zor tutmuştu.
“Zavallı Bay Roller’e gülmemelisin,” demişti annesi, bir akşamüstü Bruno, onun yaptıklarını
anlattığında.
“Hayatında nelerle karşılaştığı hakkında hiçbir fikrin yok.”
“O deli,” demişti Bruno. Parmağını şakağına dayayıp çevirerek ve ıslık çalarak ne kadar deli
olduğunu göstermek istemişti. “Geçen gün sokakta bir kedinin yanma gidip onu akşamüstü çayına
davet etti.”
“Kedi ne dedi?” diye sormuştu, mutfağın köşesinde bir sandviç yapan Gretel.
“Hiçbir şey,” diye açıklamıştı Bruno, “sadece bir kediydi.”
“Ciddiyim,” diye ısrar etmişi annesi. “Franz çok sevimli bir gençti. Onu tanıdığımda küçük bir
kızdım. Nazik ve düşünceliydi ve Fred Aslaire gibi dans ederdi. Ama büyük savaşta korkunç bir
şekilde sakatlandı; başından yaralandı. O yüzden bu şekilde davranıyor. Gülünecek bir şey değil.
Gençlerin o zamanlar neler yaşadığı hakkında hiçbir fikriniz yok. Çektikleri acıları bilmiyorsunuz.”
Bruno o zaman sadece altı yaşındaydı ve annesinin nelerden söz ettiğini anladığından pek emin
değildi. “Çok uzun yıllar önceydi,” diye açıklamıştı sorduğunda. “Sen doğmadan önce. Franz, bizim
için siperlerde savaşan gençlerden biriydi. Baban onu o zamanlar çok iyi tanırdı. Sanırım orduda
birlikte hizmet ettiler.”
“Peki ona ne oldu?” diye sormuştu Bruno.
“önemi yok,” demişti annesi. “Savaştan bahsetmek güzel bir şey değil. Korkarım yakında bunu
çok konuşacağız.”


Out-With’e
gelmeden yaklaşık üç yıl önce olmuştu bu ve Bruno bunca zamandır Bay Roller’i pek
sık düşünmemişti. Aniden bir şeyin bilincine vardı; eğer kafasını meşgul edecek, beynini çalıştıracak
mantıklı bir şeyler yapmazsa yakında sokaklarda kendisiyle kavga edip evcil hayvanları sosyal
etkinliklere davet ediyor olacaktı.
Bruno, oyalanmak için bir cumartesi sabahını kendisine yeni bir eğlence yaratarak geçirdi. Evden
biraz ileride -Gretel’in tarafında ve kendi yatak odasından görülmesi imkânsız bir yerde- büyük bir
meşe ağacı vardı; çok geniş gövdesi olan bir ağaç. Küçük bir çocuğu taşıyacak kadar güçlü, iri
dalları olan yüksek bir ağaç. O kadar yaşlı görünüyordu ki Bruno, Ortaçağ’ın sonlarında dikilmiş
olduğuna karar verdi. Son zamanlarda öğrendiği ve ilginç bulduğu bir dönemdi Ortaçağ, özellikle
değişik ülkelere giden ve ilginç şeyler keşfeden şövalyeler ilgisini çekmişti.
Bruno’nun yeni eğlencesi için sadece iki şeye ihtiyacı vardı: Biraz ip ve bir araba lastiği. İpi
bulması çok kolaydı; çünkü evin bodrumunda balyalar dolusu vardı. Çok tehlikeli bir şey yaparak
keskin bir bıçak buldu. Hemen, ihtiyaç duyabileceği uzunluklarda ipler kesti.
Onları meşe ağacına götürdü ve sonra kullanmak üzere yere bıraktı. Araba lastiği ise bir sorundu.
O sabah ne anne ne baba evdeydi. Anne, sabah erkenden çıkıp yakın bir şehre giden trene binmiş,
bir günlük hava değişimi yapmıştı. Baba ise en son Bruno’nun yatak odasının penceresinden görünen
barakaların ve insanların olduğu yere doğru giderken görülmüştü. Ama her zamanki gibi, evin etrafına
park etmiş birçok askeri kamyon ve cip vardı. Onların herhangi birinden lastik çalmanın
imkânsızlığını bilse de bir yerlerde yedek bir tane bulma ihtimali olabilirdi.
Dışarı çıkarken Gretel’i, Teğmen Kotler’le konuşurken gördü ve içinden gelmese de onun,
sorabileceği doğru insan olduğuna karar verdi. Teğmen Kotler, Bruno’nun Out-With’deki ilk gününde
gördüğü genç subaydı. Evlerinin üst katında belirmiş ve başı ile selam verip yoluna devam etmişti.
Bruno onu, o zamandan beri birçok defa görmüştü -sanki evin sahibiymiş gibi girip çıkıyordu ve
babasının çalışma odası ona kesinlikle yasak değildi- ama pek sık konuşmamışlardı. Bruno nedenini
açıklayamasa da Teğmen Kotler’den hoşlanmadığını biliyordu. Çevresinde öyle bir hava vardı ki
Bruno, onu görünce buz gibi bir soğukluk hissediyor ve kazak giyme ihtiyacı duyuyordu. Yine de
soracak başka kimse yoktu ve olabildiğince kendine güvenen bir şekilde merhaba demeye gitti.
Genç teğmen çoğu zaman şık görünüyor, sanki üstündeyken ütülenmiş gibi duran bir üniformayla
dolaşıyordu. Siyah çizmeleri her zaman cilalı, her zaman pırıl pırıldı. Yandan ayrılmış açık sarı
saçlarına, tarak izlerini olduğu gibi gösteren bir şey sürülüydü. Ayrıca o kadar çok kolonya
sürüyordu ki geldiği, çok uzaktan anlaşılıyordu. Bruno onun rüzgâr yönünde durmamayı öğrenmişti,
yoksa her an düşüp bayılabilirdi.
Bugün, her nasılsa, bir cumartesi sabahı ve hava güneşli olduğu halde, o kadar bakımlı değildi.
Pantolonunun üstüne beyaz bir yelek giymişti ve saçları dağınık bir biçimde alnına iniyordu. Kolları
şaşırtıcı şekilde bronzlaşmıştı ve kasları, Bruno’nun sahip olmak istediği gibiydi. O gün çok daha
genç görünüyordu. Bu hali Bruno’yu şaşırtmıştı; aslında ona her zaman uzak durduğu, okuldaki büyük
çocukları hatırlatıyordu. Teğmen Kotler, Gretel’ le derin bir muhabbete dalmıştı ve her ne anlatıyorsa
çok komik olmalıydı. Çünkü Gretel kahkahalarla gülüyor, parmağına sardığı saçlarını lüleler halinde
kıvırıyordu.
“Merhaba,” dedi Bruno onlara yaklaşırken. Gretel sinirlenerek baktı.


“Sen ne istiyorsun?” diye sordu.
“Hiçbir şey istemiyorum!’’ diye tersledi Bruno, ona bakarak. “Sadece merhaba demeye geldim.”
“Küçük kardeşimi bağışlamalısın Kurt,” dedi Gretel, Teğmen Kotler’e. “Biliyorsun daha dokuz
yaşında.”
“Günaydın küçük adam,” dedi Kotler, elini ürkütücü bir şekilde Bruno’nun saçlarına sokup
karıştırdı. Bu hareket Bruno’da onu yere itip kafasında zıplama duygusu uyandırdı. “Cumartesi sabahı
bu kadar erkenden neler yapıyorsun?”
“Erken sayılmaz,” dedi Bruno. “Saat neredeyse on oldu.”
Teğmen Kotler, omuzlarını silkti. “Senin yaşındayken annem beni yemek saatine kadar yataktan
çıkartmaz, uyumazsam asla büyük ve güçlü olamayacağımı söylerdi.”
“Bu konuda fazlasıyla yanıldı, öyle değil mi?” diye sırıttı Gretel. Bruno, hoşnutsuzlukla baktı ona.
Sanki kafasının içinde hiçbir şey yokmuş gibi çıkan gülünç bir sesle konuşuyordu. Bruno’nun o anda
tek istediği çekip gitmek, ikisinden ve konuştukları her şeyden uzak durmaktı. Ama önce çıkarını
kollayıp Teğmen Kotler’den imkânsızı istemesi gerekiyordu: Bir iyilik.
“Acaba sizden bir iyilik isteyebilir miyim?” dedi Bruno.
“İsteyebilirsin,” dedi Teğmen Kotler, ortada komik bir şey olmasa da Gretel yine gülmüştü.
“Acaba etrafta yedek lastik var mıydı?” diye devam etti Bruno. “Belki ciplerden veya
kamyonlardan birinde? Kullanmadığınız bir tane?”
“Son zamanlarda gördüğüm tek yedek lastik. Çavuş Hoffschneider’e ait ve onu belinde taşıyor,”
dedi Teğmen Kotler, dudakları gülümsemeyi andıran bir şekil alırken. Bu, Bruno’ya hiçbir anlam
ifade etmedi; ama Gretel’in öyle hoşuna gitti ki neredeyse dans etmeye başlayacaktı.
“Onu kullanıyor mu?” diye sordu Bruno.
“Çavuş Hoffschneider mi?” dedi Teğmen Kotler. “Evet, korkarım öyle. Yedek lastiğine çok
bağlı.”
“Kes şunu Kurt,” dedi Gretel, gözlerini kurulayarak. “O seni anlamıyor. Sadece dokuz yaşında.”
“Ah, sessiz olur musun lütfen!” diye bağırdı Bruno, ablasına öfkeyle bakarak. Buraya kadar gelip
Teğmen Kotler’den iyilik istemek zaten yeterince zordu. Kendi ablasının baştan beri onu alaya alması
durumu daha da kötüleştiriyordu. “Sen de sadece on iki yaşındasın zaten,” diye ekledi, “olduğundan
büyük görünmeye çalışmaktan vazgeç.”
“Neredeyse on üç yaşındayım Kurt!” diye bağırdı kız. Gülmesi kesilmiş, yüzü dehşetle donmuştu.
“Birkaç haftaya kadar on üç olacağım, tıpkı senin gibi genç bir insan.”
Teğmen Kotler gülümsedi, başını salladı; ama bir şey söylemedi. Bruno ona baktı. Karşısında
başka herhangi bir yetişkin olsaydı, kızların saçına şeyler olduğunu ve özellikle ablasının gülünç
davrandığını ikisinin de bildiğini ifade etmek için gözlerini yuvarlardı, ama bu başka bir yetişkin


değildi. Teğmen Kotler’di.
“Her neyse,” dedi Bruno, Gretel’in kızgın bakışlarını görmezden gelerek. “Onun dışında yedek
lastik bulabileceğim başka bir yer var mı?”
“Elbette,” dedi Teğmen Kotler, artık gülümsemeyi bırakmıştı. Tüm bu olaydan sıkılmış gibiydi.
“Ama ne için istiyorsun?”
“Bir salıncak yapmayı düşündüm,” dedi Bruno. “Bilirsiniz, bir lastiği iple ağacın dallarına
bağlayarak yapılır.” “Kesinlikle,” dedi Teğmen Kotler, başını akıllıca sallayarak. Gretel’in belirttiği
gibi henüz bir delikanlı olmasına karşın, sanki bu tür şeyler onun için uzak bir anıymışçasına. “Evet,
ben de çocukken çok salıncak kurmuştum. Arkadaşlarımla salıncakta oynayarak birçok mutlu hafta
sonu geçirmiştik.”
Bruno, onunla herhangi bir ortak noktaları olmasından tedirgin oldu, aynı zamanda Teğmen
Kotler’in arkadaşları olmasına da çok şaşırdı.
“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Yakınlarda hiç var mı?
Teğmen Kotler ona baktı, açık bir cevap mı vereceğine yoksa her zaman yaptığı gibi onu
kızdırmaya mı çalışacağına karar vermeye çalışır gibiydi. Sonra Pavel’i gördü. Her gün öğleden
sonra mutfakta sebzelerin soyulmasına yardım etmeye gelen, sonra da beyaz ceketini giyip masada
servis yapan yaşlı adam, eve doğru yürüyordu ve bu, bir karara varmasını sağlamıştı.
“Hey sen!” diye bağırdı, sonra Bruno’nun anlamadığı bir sözcük ekledi. “Buraya gel, seni...”
sözcüğü tekrar söyledi ve sesindeki kabalık Bruno’nun bu işin parçası olmaktan utanmasına ve başka
yöne bakmasına neden oldu.
Pavel, onlara doğru geldi. Kotler, torunu olacak yaşta olmasına rağmen onunla küstah bir tavırla
konuştu:
“Bu küçük adamı evin arkasındaki depo olarak kullanılan barakaya götür. Yan duvara dayanmış
bazı eski lastikler var. Bir tane seçecek ve her nereye isterse taşıyacaksın. Anlaşıldı mı? Sonra,
mutfağa döndüğünde, yiyeceklere dokunmadan önce ellerini yıkadığından emin ol seni iğrenç...”
Teğmen Kotler daha önce iki kez kullandığı sözcüğü tekrarladı ve bunu yaparken biraz tükürdü.
Bruno, Teğmen Kotler’in saçında oynaşan güneş ışıklarına tapınırcasına bakan Gretel’e bir göz attı.
Şimdi o da küçük kardeşi gibi biraz rahatsız görünüyordu. İkisi de daha önce Pavel’le
konuşmamışlardı; ama çok iyi bir garsondu ve babaya göre onlar ağaçta yetişmiyordu.
“Hadi git bakalım,” dedi Teğmen Kotler. Pavel dönüp depoya doğru ilerledi. Peşinden giden
Bruno, arada bir dönüp ablasına ve genç askere doğru bakıyor, oraya gidip Gretel’i çekip
uzaklaştırma isteği hissediyordu; Gretel’i genelde can sıkıcı ve bencil bulmasına, onun, kendisine
kötü davranmasına rağmen... Ne de olsa bu onun göreviydi. Kız, ablasıydı. Onu Teğmen Kotler gibi
bir adamla yalnız bırakma fikrinden nefret ediyordu. Bunu söylemenin başka yolu yoktu; O kötü bir
adamdı.
Kaza, Pavel’in Bruno’nun istediği lastiği bulup Gretel’in odasından görünen büyük meşe ağacının
altına getirmesinden birkaç saat sonra meydana geldi. Bruno, ipleri dallara ve lastiğe güvenli bir


şekilde bağlamak için ağaca çıkıp indikten, çıkıp indikten, çıkıp indikten sonra... O ana kadar bütün
operasyon çok başarılıydı. O daha önce de bir salıncak yapmıştı; ama o zamanlar ona yardım eden
Kari, Daniel ve Martin vardı. Bu defa tek başına yapıyordu ve bu, her şeyi çok zorlaştırıyordu. Ama
yine de başardı.
Birkaç saat içinde, mutlu bir şekilde lastiğin ortasına yerleşmiş, sanki dünya umurunda değilmiş
gibi ileri geri sallanıyordu. Hayatında bindiği en rahatsız salıncaklardan biri olduğu gerçeğini
görmezden geliyordu.
Lastiğin üzerine yüzükoyun yattı ve ayaklarıyla yerden destek alarak kendisini itti. Lastik ne
zaman geriye doğru sallansa havalanıyor ve ağacın gövdesini son anda ıskalıyordu. Ancak yine de
tehlikeli biçimde yakından geçiyordu. Bruno, bir sonraki seferde daha hızlı ve daha yükseğe
sallanmak için ayaklarını kullanıyordu. Ağacı tekmelediği anda lastiğe tutunan elleri hafifçe gevşedi
ve daha ne olduğunu anlamadan ters dönüp paldır küldür yüzüstü düştü.
Bir an için her şey karardı, sonra tekrar netleşti. Doğrulup oturdu ve sallanan lastik gelip kafasına
çarpınca bir çığlık atıp kaçtı. Ayağa kalktığında kolu ve bacağı çok acıyordu. Çok sert düşmüştü, ama
kırılmış kadar acımıyorlardı. Eline baktı, çiziklerle doluydu, dirseğini çevirince kötü bir kesik gördü.
Bacağı daha berbat haldeydi ve dizinde, tam şortunun bittiği yerde, sanki onun bakmasını bekleyen
derin bir kesik vardı, çünkü dikkatini oraya verir vermez çok kötü kanamaya başlamıştı.
“Vay canına,” dedi Bruno yüksek sesle, yarasına bakıp sonra ne yapınası gerektiğini düşünerek.
Uzun uzun endişelenmesine gerek kalmadı. Yaptığı salıncak, evin mutfağı ile aynı taraftaydı ve Pavel,
lastiği bulmasına yardım eden garson, patatesleri soyarken pencerede duruyordu. Kazayı baştan sona
izlemişti. Bruno tekrar yukarıya baktığında Pavel’in hızla ona doğru geldiğini gördü. O gelince
kendini yeterince güvende hissedip çevresini saran sersemletici duygunun onu tamamen teslim
almasına izin verdi. Tekrar düşüyordu; ama bu defa yere yığılmadan Pavel onu kucakladı.
“Ne olduğunu bilmiyorum,” dedi çocuk. “Hiç tehlikeli görünmüyordu.”
“Fazla yükseldin,” dedi Pavel, Bruno’nun kendini hemen güvende hissetmesini sağlayan yumuşak
bir sesle. “Olacakları görebiliyordum. Her an başına bir kaza geleceğini düşündüm.”
“Geldi de,” dedi Bruno.
“Evet, geldi.”
Pavel, onu çimlerden eve taşıyıp mutfağa götürdü ve tahta sandalyelerden birine yerleştirdi.
“Annem nerede?” diye sordu Bruno, kaza geçirdiğinde genelde aradığı ilk insanı görmek için
etrafına bakarak.
“Korkarım annen daha dönmedi,” dedi Pavel, onun önünde eğilmiş, dizini incelerken. “Burada
bir tek ben varım.”
“Ne olacak o zaman?” diye sordu Bruno, birazcık paniklemeye başlayarak, gözyaşlarını
körükleyecek bir duyguydu bu. “Kan kaybından ölebilirim.”
Pavel
nazikçe güldü ve başını salladı. “Kan kaybından ölmeyeceksin,” dedi ve bir tabure çekip


Bruno’nun ayağını üstüne yerleştirdi.
“Bir süre kımıldama. Burada bir ilkyardım çantası var.”
Adam mutfakta gidip gelirken Bruno onu izledi. Bir dolaptan yeşil ilkyardım kutusunu alışını, çok
soğuk olmadığından emin olmak için önce parmağıyla kontrol ederek küçük bir kâseye su
dolduruşunu...
“Hastaneye gitmem gerekecek mi?” diye sordu Bruno.
“Hayır, hayır,” dedi Pavel tekrar yanına gelip önünde diz çökerken. Kuru bir bezi kâseye batırıp
yavaşça Bruno’nun dizine bastırdı. Bu canını fazla yakmamasına rağmen acıyla kıvranmasına neden
oldu. “Sadece küçük bir kesik. Dikişe gerek yok.”
Pavel, yaradaki kanı temizleyip sonra da başka bir bezi birkaç dakika sıkıca üstüne bastırırken
Bruno, biraz kaşlarını çattı, gergin bir şekilde dudaklarını ısırdı. Pavel, bezi tekrar nazikçe çektiğinde
kanama durmuştu. İlkyardım çantasından küçük bir şişe aldı ve içindeki yeşil sıvıyı yaranın üstüne
hafifçe sürdü. Bu oldukça yakınıştı, Bruno üst üste birkaç kez “Ah!” diye bağırdı.
“O kadar kötü değil,” dedi Pavel, yumuşak ve nazik bir sesle. “Olduğundan fazla acı verdiğini
düşünerek daha da kötüleşmesine neden olma.”
Bu, Bruno’ya mantıklı geldi ve ah deme isteğine karşı koydu. Pavel, yeşil sıvıyı uygulamayı
bitirince ilkyardım çantasından sargı bezi aldı ve yaranın üstüne bantladı. “İşte,” dedi, “daha iyi,
değil mi?”
Bruno, başını salladı ve istediği kadar cesur davranamadığı için biraz utandığını hissetti.
“Teşekkür ederim,” dedi.
“Bir şey değil,” dedi Pavel. “Tekrar üstüne basıp yürümeden birkaç dakika orada oturmalısın,
tamam mı? Yara biraz rahatlasın. Bugün, bir daha o salıncağın yanına gitme.”
Bruno başını salladı ve bacağını taburenin üstünde tuttu. Pavel lavaboya gidip dikkatlice ellerini
yıkadı. Tel bir fırça ile tırnak içlerini bile fırçaladı, sonra kurulayıp yine patateslere döndü.
“Anneme olanları söyleyecek misin?” diye sordu Bruno, son birkaç dakikayı, kazayı hayatta
kalarak adatan bir kahraman mı, yoksa ölüm tuzağı kuran bir cani olarak mı görüneceğini düşünerek
geçirmişti.
“Sanırım kendisi görür,” diyen Pavel, havuçları alıp Bruno’nun karşısına oturdu ve eski bir
gazetenin içine soymaya başladı.
“Evet, sanırım öyle,” dedi Bruno. “Belki beni bir doktora götürmek isteyecektir.”
“Sanmıyorum,” dedi Pavel usulca.
“Hiç belli olmaz,” dedi Bruno, kazasının bu kadar kolayca görmezden gelinmesini istemiyordu.
Ne de olsa buraya geldiğinden beri başına gelen en heyecanlı olaydı. “Göründüğünden kötü olabilir.”
“Değil,” dedi Pavel. Bruno’nun dediklerini pek dinlemiyormuş gibiydi, havuçlar dikkatinin


çoğunu alıyordu.
“Nereden biliyorsun?” diye sordu Bruno çabucak. Karşısındaki, koşup onu yerden kaldıran,
kucaklayıp içeri taşıyan, onunla ilgilenen adam olduğu halde fena öfkelenmişti. “Sen doktor değilsin!”
Pavel, havuçları soymaya bir an ara verdi ve masanın karşısındaki Bruno’ya baktı. Başı
aşağıdaydı, gözleri yukarı bakıyordu ve sanki böyle bir şeye ne demesi gerektiğini düşünür gibiydi.
Vereceği cevabın üstünde uzun zaman düşünmüşçesine içini çekti. “Evet, öyleyim.”
Bruno, ona şaşkın bir şekilde baktı. Bu, ona mantıklı gelmiyordu.
“Ama sen bir garsonsun,” dedi usulca. “Yemek için sebzeleri soyuyorsun. Aynı zamanda nasıl
doktor olabilirsin?”
“Genç adam,” dedi Pavel. Bruno, onun. Teğmen Kotler gibi küçük adam yerine genç adam deme
nezaketini göstermesini takdir etmişti. “Ben gerçekten doktorum. Bir adamın geceleri gökyüzüne
bakınası onu astronom yapmaz, biliyorsun.”
Pavel’in
ne demek istediği hakkında Bruno’nun hiçbir fikri yoktu; ama söylediği şey ona ilk kez,
daha yakından bakmasını sağladı. Ufak tefek bir adamdı, çok da zayıftı, uzun parmakları ve köşeli
hatları vardı. Babasından yaşlıydı, ama büyükbabasından daha gençli. Bu yine de yaşlı olduğu
anlamına geliyordu. Bruno, Out-Witlı’e gelmeden önce onu hiç görmemiş olsa da yüzünde bir şey,
geçmişte sakallı olduğunu düşündürüyordu.
Ama artık değildi.
“Anlamıyorum,” dedi Bruno, bu konuyu sonuna kadar öğrenmek isteyerek. “Eğer bir doktorsan
neden garsonluk yapıyorsun? Neden bir yerlerde, bir hastanede çalışmıyorsun?”
Pavel
cevap vermeden önce uzun zaman tereddüt etti ve o bunu yaparken Bruno bir şey söylemedi.
Nedenini bilmiyor; ama yapılacak en terbiyeli şeyin, Pavel konuşana kadar beklemek olduğunu
hissediyordu.
“Buraya gelmeden önce doktor olarak mesleğimi icra ediyordum,” dedi sonunda.
“İcra etmek mi?” diye sordu Bruno, bu sözcüğü bilmiyordu. “Yani iyi değil miydin?”
Pavel
gülümsedi. “Çok iyiydim,” dedi. “Hep doktor olmak istemiştim, anlıyor musun?
Küçüklüğümden beri. Senin yaşlarından beri.”
“Ben kâşif olmak istiyorum,” dedi Bruno çabucak. “Sana şans dilerim,” dedi Pavel.
“Teşekkür ederim.”
“Şimdiye kadar bir şey keşfettin mi?”
“Berlin’deki evimizde keşfedilecek çok şey vardı,” diye hatırladı Bruno. “Ama orası çok büyük
bir evdi, hayal edebileceğinden daha büyük. O yüzden de araştırılacak çok yer vardı. Burası aynı
değil.”
“Burada hiçbir şey aynı değil,” diye ona katıldı Pavel. “Out-With’e ne zaman geldin?” diye sordu


Bruno. Pavel, havucu ve soyucuyu bir süre masaya bıraktı ve bunu düşündü.
“Sanırım hep buradaydım,” dedi sonunda alçak bir sesle.
“Burada mı büyüdün?”
“Hayır,” dedi Pavel başım sallayarak. “Hayır, burada büyümedim.”
“Ama şimdi dedin ki...”
Devam edemeden dışarıdan annesinin sesi geldi. Onu duyar duymaz, Pavel sandalyesinden fırladı.
Havuçlar, soyucu ve kabuk dolu eski gazetelerle lavabonun önüne gitti ve Bruno’ya sırtını döndü.
Başını öne eğdi, bir daha konuşmadı.
“Tanrı aşkına, ne oldu sana?” diye sordu annesi, mutfakta belirdiği anda ve eğilip Bruno’nun
yarasını örten bandaja baktı.
“Bir salıncak yaptım, sonra ondan düştüm,” diye açıkladı Bruno. “Sonra da salıncak kafama
çarptı ve neredeyse bayılıyordum. Pavel geldi, beni içeri taşıdı, yaramı temizledi, ilaç sürdü ve
sardı. Çok acıdı ama ağlamadım, bir kez bile ağlamadım, değil mi Pavel?”
Pavel, vücudunu hafifçe onlara doğru çevirdi; ama başını kaldırmadı. “Yara temizlendi,” dedi
usulca, Bruno’nun sorusuna cevap vermeden. “Endişelenecek bir şey yok.”
“Odana git Bruno,” dedi annesi, o anda belirgin bir şekilde rahatsız görünüyordu.
“Ama ben...”
“Benimle tartışma, odana git,” diye ısrar etti. Bruno, sandalyeden indi, ağırlığını, kötü bacağım
demeye karar verdiği bacağına verdi. Bu biraz canını acıttı. Dönüp dışarı çıktı, ama hâlâ annesini
duyabiliyordu.
O merdivenlere doğru yürürken annesi Pavel’e teşekkür etti. Bu, Bruno’yu mutlu etti; çünkü o
olmasaydı kan kaybından öleceği çok açıktı.
Yukarıya çıkmadan bir şey daha duydu. Bu, doktor olduğunu iddia eden garsona annesinin son
sözüydü: “Eğer Kumandan sorarsa Bruno’nun yarasını benim temizlediğimi söyleyeceğiz.”
Bruno’ya çok bencilce geldi bu, annesinin, yapmadığı bir şey için övgü toplaması çok yanlıştı.



Yüklə 0,52 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin