Çizgili Pijamalı Çocuk



Yüklə 0,52 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/23
tarix31.07.2022
ölçüsü0,52 Mb.
#62950
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23
John Boyne - Çizgili Pijamalı Çocuk

Bölüm 2
Yeni Ev
 
Yeni evlerini ilk gördüğünde Bruno’nun gözleri fal taşı gibi açıldı. Ağzı O şeklini aldı ve kolları
yine yanlarında uzadı. Her şeyi ile eski evlerinin tam tersi gibiydi ve gerçekten burada
yaşayacaklarına inanamıyordu.
Berlin’deki ev sessiz bir sokaktaydı ve aynı sırada birkaç tane daha, kendi evleri gibi büyük evler
vardı. Onlara bakmak keyifliydi; çünkü tam olmasa da, neredeyse kendi evleri gibiydi. O evlerde,
eğer arkadaşsalar beraber oynadığı, eğer belalıysalar uzak durduğu başka çocuklar yaşıyordu.
Yeni ev, bomboş bir alanın ortasında tek başına duruyordu. Etrafta görünen başka ev yoktu. Bu da
başka aileler, arkadaş veya belalı, beraber oynayacak başka çocuklar olmayacağı anlamına geliyordu.
Berlin’deki ev devasaydı. Orada dokuz yıldan beri yaşıyor olsa da hâlâ tamamen keşfedemediği
bir sürü köşe bucak vardı. İçini hiç görmediği odalar bile vardı. Babanın Girilmesi Her Şartta Her
Zaman Yasak çalışma odası gibi... Oraya neredeyse hiç girmemişti. Oysa yeni evde sadece üç kat
vardı. Üst kat, üç yatak odası ve sadece bir tek banyodan oluşuyordu. Giriş katında bir mutfak, bir
yemek odası ve babanın yeni çalışına odası -eski yasakların aynen geçerli olacağını düşünüyordu-
vardı ve bir de hizmetlilerin yattığı bodrum katı.
Berlin’deki evin çevresinde, geniş evlerle dolu sokaklar vardı. Şehir merkezine doğru yürüyen,
dolaşan ve birbirleriyle konuşmak için duraklayan insanlar görürdünüz. Bazen de aceleyle koşarken,
yapacak yüzlerce işleri olduğunu ve duramayacaklarını söylerlerdi birbirlerine. Parlak cepheli
dükkânlar; lahana, havuç, karnabahar ve mısırla tepeleme dolu meyve ve sebze tezgâhları vardı.
Bazıları pırasa, mantar, şalgam ve Brüksel lahanası; diğerleri de yeşil salata, taze fasulye, kabak ve
yabani havuçlarla yığılıydı. Bruno bazen bu tezgâhların karşısında durup gözlerini kapatarak
kokularını içine çekmeyi severdi. Karışık kokuların ve hayatın parfümü başını döndürürdü. Ama yeni
evin etrafında sokak yoktu. Çevrede dolaşan veya koşan insanlar yoktu; dükkânlar ve meyve, sebze
tezgâhları da yoktu. Gözlerini kapattığında etrafındaki her şey boş ve soğuk geldi, sanki dünyanın en
ıssız yerindeydi. Hiçliğin ortasında...
Berlin’de yolda masalar olurdu. Bazen Kari, Daniel ve Martin’le okuldan eve yürürlerken
masalarda oturan, köpüklü içkiler içip yüksek sesle gülen kadınlar ve erkekler görürlerdi. Bu
masalarda oturan insanlar çok komik olmalılar, diye düşünürdü hep; çünkü ne dedikleri hiç
anlaşılmasa da birileri hep gülüyordu. Ama yeni evin olduğu yerde öyle bir şey vardı ki Bruno,
burada kimse asla gülmez, diye düşündü. Orada gülünecek bir şey, mutlu olunacak bir durum yoktu.
“Bence bu, kötü bir fikirdi,” dedi Bruno, geldikten birkaç saat sonra, Maria yukarıda valizlerini


boşaltırken. Maria yeni evdeki tek hizmetçi değildi, üç hizmetçi daha vardı. Çok sıskaydılar ve
birbirleriyle fısıldaşarak konuşuyorlardı. Bir de yaşlı adam vardı. Her gün yemekleri hazırlayıp
onlara servis yapmak için burada olduğu söylenmişti. Çok mutsuz ve biraz da öfkeli görünüyordu.
“Düşünme lüksüne sahip değiliz,” dedi anne, evlendiklerinde büyükanne ve büyükbabanın verdiği
64 bardaklık setin bulunduğu kutuyu açarken. “Bazı insanlar bizim için bütün kararları veriyorlar.”
Bruno, annenin bununla neyi kastettiğini anlamadı. Bu yüzden de hiç söylemediğini varsaydı.
“Bence bu kötü bir fikirdi,” diye tekrarladı. “Bence yapılacak en iyi şey tüm bunları unutup eve
dönmek. Bunu deneyimler hanesine yazabiliriz.” diye ekledi. Bu sözü yeni öğrenmişti ve her fırsatta
kullanmaya kararlıydı.
Anne gülümsedi ve bardakları dikkatle masanın üstüne koydu.
“Beğenebileceğin bir söz daha var,” dedi. “Her kötü şeyin iyi bir yanını bulmalıyız.”
“Şey, ne yaptığımızı bilmiyorum,” dedi Bruno. “Bence babaya fikrini değiştirdiğini, yorulduğumuz
için bugün burada kalıp yemek yememizin ve uyumamızın sakıncası olmadığını; ama yarın çay saatine
kadar Berlin’de olmak istiyorsak erkenden kalkıp gitmemiz gerektiğini söyle.” Anne içini çekti.
“Bruno, neden yukarı çıkıp Maria’ nın valizleri boşaltmasına yardım etmiyorsun?” dedi.
“Ama valizleri boşaltmanın anlamı yok, eğer sadece...”
“Bruno, dediğimi yap lütfen!” diye tersledi annesi. Açıkça görülüyordu ki annenin onun sözünü
kesmesi sorun değildi; ama o yapınca kabul edilemezdi.
“Buradayız, geldik, bir süre evimiz burası ve bunu kabullenip elimizden gelenin en iyisini
yapmalıyız. Beni anlıyor musun?”
‘Bir süre’nin anlamını bilmiyordu ve bunu ona sordu. “Burada ne kadar kalmamız gerekiyorsa o
kadar demek Bruno!” dedi annesi. “Ve konu burada kapanmıştır.” Bruno’nun midesinde bir ağrı vardı
ve içinde bir şeyin büyüdüğünü hissediyordu. Bunun, büyük bir haksızlık ve hata olduğunu, bir gün
birinin bunun bedelini ödeyeceğini haykıracaktı. Bu haksızlık onu gözyaşlarına boğacaktı. Bu duruma
nasıl gelindiğini anlayamıyordu. Bir gün önce, son derece keyifle evde oynuyordu, üç tane candan
arkadaşı vardı, tırabzanlardan kayıyordu, Berlin’i bir uçtan bir uca görmek için parmak uçlarında
yükseliyordu; oysa şimdi burada, bu soğuk, sevimsiz evde, üç tane fısıldaşan hizmetçi, mutsuz ve
öfkeli garson ve sanki bir daha asla neşeli olamayacakmış gibi görünen insanlar vardı.
“Bruno, şimdi yukarı çıkıp valizlerini boşaltmam istiyorum. Ve bunu hemen yapmanı istiyorum!”
dedi anne, dostça olmayan soğuk bir sesle.
Bruno onun ciddi olduğunu anladı, arkasını döndü ve tek sözcük dahi etmeden uzaklaştı.
Gözlerinde yaşların biriktiğini hissedebiliyordu, ama akmasına İzin vermemeye kararlıydı.
Yukarı çıktı ve yavaşça dönerek bir daire çizdi. Düzgün bir araştırma yapmaya yetecek küçük bir
kapı veya delik bulmayı umuyordu; ama yoktu. Bu katta sadece dört kapı vardı; iki tarafta, karşılıklı
ikişer kapı. Bir kapı kendi odasına, biri Gretel’in odasına, biri anne ve babanın odasına ve biri de
banyoya açılıyordu.


“Burası evim değil ve asla olmayacak!” dedi. İki nefes arasında söylenerek odasına girdiğinde,
giysilerinin yatağın üzerine dağılmış, oyuncak ve kitap kutularının daha açılmamış olduğunu gördü.
Maria’nın, onun önceliklerinin farkında olmadığı belliydi.
“Annem yardım etmem için gönderdi,” dedi usulca. Maria başını salladı; çoraplarının, iç
çamaşırlarının ve yeleklerinin bulunduğu büyük bir torbayı işaret etti.
“Onları boşaltırsan şuradaki çekmecelere yerleştirebilirsin,” dedi, odanın karşı tarafında, tozla
kaplı aynanın yanındaki çirkin konsolu göstererek.
Bruno içini çekerek torbayı açtı; ağzına kadar iç çamaşırlarıyla doluydu ve tek istediği, torbanın
içine kıvrılıp yatmak, uyandığında kendini yine evde bulmaktı.
Uzun bir sessizlikten sonra sordu;
“Tüm bunlar hakkında ne düşünüyorsun Maria?”
Maria’yı severdi ve onu aileden biri olarak görürdü, babası sadece bir hizmetçi olduğunu ve hak
ettiğinden fazla para aldığını söylese bile.
“Tüm ne?” diye sordu kadın.
“Bu...” dedi, sanki dünyadaki en açık şeymiş gibi. “Böyle bir yere gelmek. Sence büyük bir hata
yapmadık mı?”
“Bunu söylemek bana düşmez Bay Bruno,” dedi Maria. “Annen sana babanın görevini açıkladı
ve...”
“Babanın görevini duymaktan bıktım!” dedi Bruno, sözünü keserek. “Bana sorarsan tek
duyduğumuz bu. Babanın görevi şu, babanın görevi bu... Eğer görevi, evimizden taşınıp hayat boyu en
iyi üç arkadaşımdan ve kayma tırabzanlarımdan uzaklaşmam anlamına geliyorsa babam, görevi
hakkında bir kez daha düşünmeli, öyle değil mi?”
Tam o anda koridorda bir tıkırtı duyuldu. Bruno baktı, anne ve babanın oda kapısının aralandığını
gördü. Bir an kımıldamadan dondu kaldı. Anne hâlâ aşağıdaydı, bu da babanın içeride olduğu ve
Bruno’nun söylediklerini duymuş olabileceği anlamına geliyordu. Nefes almaya zor cesaret ederek
kapıya baktı, baba gelip onu ciddi bir konuşma için aşağı indirir mi, diye merak ediyordu.
Kapı biraz daha açıldı ve Bruno geri geri giderken bir adam belirdi; ama baba değildi. Çok daha
genç biriydi ve baba kadar uzun değildi. Aynı tip üniforma giyiyordu, ama üstünde o kadar madalya
yoktu. Çok ciddi görünüyordu ve şapkası sıkıca başını kavrıyordu. Bruno, şakaklarında sapsarı
saçları olduğunu görebiliyordu. Neredeyse doğal olmayan bir sarıydı. Elinde bir kutu taşıyordu ve
merdivenlere doğru yürüyordu. Ama Bruno’nun orada dikilmiş onu izlediğini görünce durdu.
Bruno’yu baştan aşağı süzdü. Sanki daha önce hiç çocuk görmemiş ve çocuklara nasıl davranacağını
bilmiyormuş gibi bakıyordu: Yese mi, görmezden mi gelse yoksa merdivenlerden aşağıya mı
iteklese... Bunların yerine Bruno’ya başıyla acele bir selam verip yoluna devam etti.
“Kimdi bu?” diye sordu Bruno. Genç adam o kadar ciddi ve meşgul görünüyordu ki çok önemli
biri olduğunu düşündü.


“Babanın askerlerinden biri, sanırım.” dedi Maria, genç adam ortaya çıktığı anda dimdik durmuş
ve ellerini dua eder gibi önünde kaldırıp kavuşturmuştu.
Yüzüne bakmaktansa gözlerini yere dikmiş, sanki doğruca ona bakarsa taşa dönüşeceğinden
korkmuştu. Ancak o gidince rahatladı. “Zamanla onları tanıyacağız.”
“Ondan hoşlandığımı sanmıyorum,” dedi Bruno, “fazla ciddiydi.”
“Baban da çok ciddi.” dedi Maria.
“Evet, ama o baba,” diye açıkladı Bruno. “Babaların ciddi olmaları gerekir. Manav, öğretmen, şef
veya komutan olmaları önemli değil!” dedi, babaların yaptığı ve düzgün olduğunu bildiği işleri ve
binlerce kez düşündüğü unvanları sıralayarak. “Hem bence o adam bir baba gibi görünmüyordu. Ama
çok ciddiydi, bu kesin.”
“Çok ciddi görevleri var,” dedi Maria içini çekerek, “veya en azından öyle düşünüyorlar. Ama
yerinde olsam askerlerden uzak dururdum.”
“Bundan başka yapacak bir şey göremiyorum.” dedi Bruno üzülerek. “Gretel dışında oynayacak
kimse bulabileceğimi sanmıyorum ve bu ne kadar eğlenceli olabilir ki? O umutsuz vaka.”
Tekrar ağlayacağını hissetti, ama Maria’nın önünde bebek gibi görünmek istemediği için kendini
tuttu. Gözlerini yerden kaldırmadan odaya bakındı, bulacak ilginç bir şey var mı diye araştırdı. Yoktu
ya da varmış gibi görünmüyordu. Sonra bir şey dikkatini çekti. Odanın bir köşesinde, kapının karşı
tarafında, tavandan aşağı uzanan bir pencere vardı. Berlin’deki evin çatı odasındakine benziyordu;
ama o kadar yüksek değildi. Bruno baktı ve belki parmak uçlarında yükselmeden dışarıyı
görebileceğini düşündü.
Yavaşça pencereye doğru yürüdü; oradan Berlin’i, evini ve evinin etrafındaki sokakları,
masalarda oturan, köpüklü içkilerini içerken komik hikâyeler anlatan insanları görebilmeyi umuyordu.
Yavaşça ilerledi; çünkü hayal kırıklığına uğramak istemiyordu. Fakat burası yalnızca küçük bir çocuk
odasıydı ve pencereye ulaşması pek uzun sürmedi. Yüzünü cama dayadı ve dışarıda olanları gördü.
Bu defa gözleri fal taşı gibi açılıp ağzı O şeklini alınca, kolları uzamadan, yanında kaldı. Çünkü bir
şey onun, soğuk bir ürperti ve güvensizlik hissetmesine neden olmuştu.



Yüklə 0,52 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin