İçimizde Bir Yer


Şehvet, Tutku, Kıskançlık



Yüklə 0,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə7/31
tarix24.01.2023
ölçüsü0,64 Mb.
#80440
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   31
İçimizde Bir Yer - Ahmet Altan

Şehvet, Tutku, Kıskançlık...
İnsanlarda olağanüstü yeteneklerin ve güçlerin, şaşırtıcı
zaaflarla birlikte var olması herkes gibi benim de her zaman
ilgimi çekti.
Belki de edebiyatı bu yüzden sevdim.
Yüzlerce hayat yaratabilecek kadar güçlü ve yetenekli
insanların kendi özel hayatlarını cehenneme çeviren birçok
zaafı bünyelerinde barındırmalanndaki şaşırtıcılık... Ve
kuvvetli çelişkilerle zedelenmiş bu insanların zihinlerinin
ürünü olarak hayat bulan zaaflarla dolu güçlü kahramanları.
Rengârenk flamaları, iri siyah atlan olan tuhaf süvarilerin
resmi geçidi.
Ben de önce kitapları ve beni o kitapların içine, yanlarına
çeken kahramanları keşfettim. Epeyce dolaştım onların
yanında, savaşlarda kılıçlarını taşıdım, terk edildiklerinde
dertlerini dinledim, onlarla kadınları ve kaleleri fethettim,
karmaşık ruhlarının verdiği tepkilere onlarla birlikte şaştım,
zaferlerine sevindim, yenilgilerine üzüldüm.
Sonra, beni maceradan maceraya sürükleyen bu büyük
kalabalığın ardında yüzleri gölgeli birilerinin durduğunu fark
ettim.
Yazarlar yazıyordu bunları.
İnsan yaratan insanlar.
Hayatı, duygulan, acıları, zaafları herkesten daha iyi bilen,
herkesten daha iyi anlatan birileri vardı.


Kitapların oluşturduğu dikkat çekici sahnenin kulislerinde
onlar geziniyordu ve onların hayatları romanlarından,
hikâyelerinden daha karmaşıktı.
Birçok gizli kapısı olan güçlü duvarlarla çevrilmiş kaleler
gibiydiler; kapılarının anahtarları onların zaaflarından
yapılmıştı ve bana ulaşılmaz gibi görünen bu insanların
hayatları, zaaflarının açtığı kapılardan içeri sızan acılarla
doluydu.
Kahramanlarının duygularını çok iyi tanıyorlar, onların
hayatlarını yönetiyorlar, bütün zaaflarını en ince ayrıntılarına
kadar anlatabiliyorlardı ama kendi zaaflarına ve hayatlarına
yön veremiyorlardı.
Binlerce kristal parçasından oluşan görkemli avizeler
gibiydiler, ışıkları yetenekleri ve güçleri yakıyor, zaafları o
ışıkları parçalayıp bin bir değişik renge ve parıltıya
dönüştürüyordu.
Belki de yaratabilmek için insanın büyük bir güç kadar
büyük bir güçsüzlüğe de ihtiyacı bulunuyordu, belki onların
güçsüz yanlan onları insanların ruhlarına karşı böylesine
hassas kılıyordu.
Yaratıcılıkla hastalık arasında uğursuz bir ilişki olduğunu
herkesin sezmesine rağmen kimse bu yaratıcıların sırrını
çözemedi ve onlar da garip bir içgüdüyle kendi hastalıklarını
tedavi etmekten kaçındılar, hattâ onlara sıkı sıkıya sarıldılar.
Hayatı yaratan tanrının, yarattığı bu hayatı değerli
kılabilmek için ölüme muhtaç olması gibi belki onlar da
yarattıklarını değerli kılabilmek için kendi ruhlarının
zaaflarına, hattâ ölümüne muhtaçtılar.


Bazılarının yüzüne baktığınızda, hastalığın işaretlerini
çizgilerinde görebiliyordunuz.
Ama bazıları çok şaşırtıcıydı.
Onların hastalıklarını yüzlerinden okuyamıyordunuz.
İnce yüzlü, tel çerçeveli gözlükler takan, mütevazı bir
entelektüelin bakışlarına sahip o zayıf, naif James Joyce'un
şehvetle dolu, kıskançlıkla kanayan bir ayyaş olduğunu
anlayabilmeniz için birinin size onun hikâyesini anlatması
gerekiyordu.
Onun hikâyesini, Dublinliler'i yazdığı gençlik dönemini
anlatan bir filmde izledim.
Cinsellik mabedinin kapısından henüz girmemiş genç bir
yazar adayıyken bu mabedi iyi tanıyan bir otel hizmetçisine
rastlayıp âşık olmuştu.
Onunla şehvetle, tutkuyla sevişmiş, onunla birlikte
Trieste'ye göç etmiş, onunla evlenmişti.
Seçtiği kadın, kendisi kadar huzursuzdu.
Neredeyse hastalıklı bir tutkuyla, zevkten kıvranarak
şehvetle sevişiyorlar ve her sevişmeden sonra Joyce'un
kıskançlığı biraz daha artıyordu. Karısının kendisinden önce
tanıştığı erkeklerle nasıl seviştiğini merak ediyordu, bazen
sevişmenin ortasında, "Onlar da sana böyle mi yaptılar?" diye
soruyor, ısrarla cevabı duymak istiyordu.
Şehvet ve zevk onu karısına bağlıyor ama aynı şehvet ve
zevk büyük bir kıskançlık yaratarak onu karısından
uzaklaştırıyor, hattâ ona düşman ediyordu.
Sanki karısına her dokunduğunda, onun vücudunun
kıvrımlarında başka erkeklerin izlerini görüyordu.


Kıskançlığın yarattığı o hastalıklı merak içini yiyordu,
"öbür erkeklerle nasıl sevişiyordu", nasıl bağırıyordu, nasıl
inliyordu, neler yapıyordu onlarla, onların neler yapmasından
hoşlanıyordu.
Tutkuyla bağlı olduğu o vücudun başka vücutlara da
dokunduğunu biliyor, onu tümüyle sahiplenmek istemesine
rağmen sahiplenemiyor ve sadece kendisine ait olan bir yer,
bir dokunuş arıyordu.
Tutkunun kaçınılmaz sonucu olan mutlaklık talebi cevapsız
kaldığından, hiç olmazsa mutlak olarak kendisinin olduğuna
inandığı küçük bir alanı bulmaya uğraşıyordu.
Şehvet ve tutku büyüdükçe kıskançlık da büyüyor,
karısının geçmişini silemeyeceği için korkunç bir çaresizliğin
içine kısılıyordu.
Mutlak bir sahipliğe ulaşamamış, başka insanların
gölgesiyle yaralanmış tutkusundan vazgeçemiyor, hayatındaki
gölgelerle kendisine acı çektiren karısını bırakamıyor, hiçbir
zaman dinmeyecek bir acı çektiği için de utanıyordu.
Karısını, "Bu adam senden hoşlanıyor" diye başka
adamlarla baş başa bırakıyor, daha sonra, "Seviştiniz mi?"
diye soruyor, kendi acısını kendi davranışlarıyla arttırıyor,
böyle utandırıcı bir acı çektiği için kendisini bu davranışlarla
hem cezalandırıyor hem de gizliden gizliye acının dayanılmaz
bir noktaya ulaşıp kendiliğinden yok olmasını bekliyordu.
Ama bütün bu karmakarışık davranışlara, duygulara
rağmen aralarındaki bağ kopmuyor, aksine hastalıklı bir
şekilde güçleniyordu.
Karısını, ya bırakması, ya gerçeği kabul etmesi gerektiğini
bildiği halde ikisini de yapamıyordu. Karısının bedenini hiç


dokunulmamış bir beden olarak sahiplenmek istediğinden,
karısını kendisi için asla ulaşılamayacak bir hedef haline
getirmişti. Bunun imkânsız olduğunu bilmesine rağmen
geçmişi düzeltmeye çabalıyordu.
Aradığına ulaşmanın imkânsızlığını kavradığında uzaklara
kaçıyor ama özlemden kurtulamayıp geri dönüyordu. Karısı,
ona kimsenin tattırmadığı bir acıyı tattırıyor ama kimsenin
veremediği zevki ve mutluluğu da verebiliyordu.
Ne kaçabildiği, ne yenebildiği vahşi bir hayvanla yaşar gibi
her gün, her an ruhunda vahşi ısırıklarla dayanılmaz ıstıraplar
hissederek yaşıyordu.
İçiyordu. Yazıyordu.
Kendisini ve karısını aşağılıyordu.
Bir keresinde karısı ona, "Yazdıklarından ve içkiden başını
kaldırsan gerçekleri göreceksin" dediğinde, "Sen benim
yazdıklarımı okusan benim bütün ayrıntıları, bütün
davranışları, bütün duyguları gördüğümü anlardın" diyordu.
Başkalarıyla 
ilgili 
duygulan 
görüyor, 
nedenlerini
anlayabiliyordu.
Göremediği ve tedavi edemediği kendisiydi.
Kendisinin böylesine büyük bir aşkla bağlandığı bedenin
diğer insanların ulaşamayacağı kadar yüce, kıymetli,
dokunulmaz olmasını isterken aslında yüceltmek istediği
şeyin kendisi ve kendi bencilliği olduğunu göremiyor, kendi
tutkusu, mutlak olarak kendisinin olduğuna inandığı bir
vücuda duyduğu özlemi, kıskançlığı, şehveti ve şişelerce
içkisiyle sarhoşlaşıyordu.
Zevkin ve acının kaynağı aynıydı.
Birinden kopamadan öbüründen kopamıyordu.


Karısından hep kaçmaya çalıştı ve hiçbir zaman kaçamadı,
yaşadığı gerçeği değiştiremedi ama yeryüzünün roman
anlayışını ve ingiliz dilinin kullanılış biçimini değiştirdi.
Yeryüzü edebiyatını değiştirmeye yeten gücü, kendini
değiştirmeye hiçbir zaman yetmedi.
***



Yüklə 0,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin