günü-.
Yahudi!erin kutsal günü. Cumartesi; Hıristiyan
ların dinlenme günü. Pazar. (Ç. Notu).
YURT — Birçok zamanlarda ve birçok yerlerde y u rt
severlik tutkulu bir inanç olagelmiş ve en iyi kafalar bu
inancı tamamiyle onaylamışlardır.
Bu, Shakespeare zamanında İngiltere’de de böyley-
di, Fichte zamanında Almanya’da da böyleydi, Mazzini
zamanında İtalya’da dâ böyleydi. Daha hâlâ Polonya’da,
Çin’de, Dış Moğolistan’da böyledir. Bu inanç, Batı ulus
ları arasında hâlâ son derece güçlüdür; bu inanç, siyase
ti, kamu harcamalarını, askeri hazırlıkları vb. kontrolün
de tutmaktadır. Ne var ki, aydm gençlik bunu elverişli
b ir ülkü olarak kabul edememektedir; gençlik bu inancın,
baskı altındaki uluslar için uygun olduğunu, ama baskı
altmdaki uluslar baskıdan kurtulur kurtulmaz, daha ön
ce kahramanca olan milliyetçiliğin hemen baskıcı hale
geldiğini anlamış bulunuyor. ‘Ağlayan, ama istediğini
alan’ Maria Teresa’dan beri ülkücülerin sempatisini ka
zanmış olan PolonyalIlar, özgürlüklerini Ukrayna’da bas
kı kurma yolunda kullanmışlardır. İngilizlerin sekiz yüz
yıldan beridir uygarlığı zorla öğrettiği İrlandalIlar, özgür
lüklerini birçok iyi kitabın yayınlanmasını önleyecek ya
salar çıkarma yolunda kullanmışlardır. Polonyalılarm
UkraynalIları, İrlandalIların da edebiyatı katledişleri kar
şısında milliyetçilik, ufak bir ulus için bile biraz uygun
suz bir ülkü olarak görünmektedir. Ama iş güçlü bir ulu
sa geldi mi, kanıt daha da güçlenir. Versailles Andlaşma-
sı, hükümdarlarının ihanet ettiği ülküleri savunurken öl
memek talihine erenler için hiç de cesaret verici değil
dir. Savaş sırasında militarizme karşı savaştıklarını bas
baş bağırarak ilan edenlerin her biri, savaşın sonunda,
kendi ülkelerinin en önde gelen militaristleri kesilmişler
dir. Bu gibi gerçekler, yurtseverliğin çağımızın başlıca
belası olduğunu ve eğer yumuşatılamazsa uygarlığı sona
erdireceğini, bütün aydm gençler için apaçık kılmakta
dır.
İLERLEME — Bu, aydın gençler için, çevresinde faz
la gürültü koparılan, on dokuzuncu yüzyıldan kalma bir
ülküdür. Üretilen otomobil sayısı gibi, tüketilen yer fıs
tığı sayısı gibi önemsiz şeylerde ölçülebilir ilerleme za
ten zorunludur. Gerçekten de önemli olan şeyler ise öl
çülemez, dolayısıyla da propagandacının yöntemlerine uy
gun değildir. Aynca, birçok modem icatlar insanları şaş
kına çevirmektedir. Radyoyu, telsizleri ve zehirli gazı ör
nek gösterebilirim. Shakespeare bir çağın mükemmelli
ğini o çağın şiir üslubuyla ölçerdi, (bak. Sonnet XXXII),
ama bu ölçü tarzının /modasının geçtiği anlaşılıyor.
GÜZELLİK — Gerçi nedendir bilinmez, ama güzel
likte insana eski moda gibi gelen bir şey var. Modem bir
ressamı, güzelliği aramakla suçlayacak olsalar, adam öf
kesinden küplere binerdi. Şimdi sanatçıların çoğunun
dünyaya karşı duyulan şiddetli bir öfkeden ilham aldık
ları, dolayısıyla da her türlü tasadan uzak bir doymuş
luk sağlama yerine, anlamlı bir acı verme isteğini taşı
dıkları görülüyor. Bundan başka, çeşitli güzellikler, insa
nın kendini, modern aydınların yapabileceğinden daha
çok ciddiye almasmı gerektirir. Atina gibi, Floransa gi
bi küçük bir site Devletinin ileri gelen bir vatandaşının
kendini önemli bir kişi gibi hissetmesi o kadar zor olmaz
dı. O samanlarda dünya Evrenin merkezi, insanoğlu da
yaratılışın amacıydı; o çağda yaşayan insan ise kendi si
tesinin en mükemmel insanları barındırdığını, kendisinin
ise, kendi sitesinin en mükemmel insanları arasında ol
duğunu düşünebiliyordu. Bu durumda Aeskilos ya da Dan-
te, kendi sevinç ya da üzüntülerini ciddiye alabilirdi.
Aeskilos da, Dante de, tek tek insanların
d u y g u la rın ın
önem taşıdığı ve trajik olayların ölümsüz şiirle yüceltil-
meye layık olduğu inancını besleyebilirdi. Halbuki mo
dem insan, bahtsızhğa uğradığı zaman, kendini istatistik
toplamın bir parçası gibi hisseder; geçmiş ve gelecek
onun önünde, saçma ve önemsiz yenilgilerin meydana ge
tirdiği ürkütücü alaylar halinde uzar. İnsanoğlunun ken
di de, sonsuz sessizlikler arasında kısa bir süre için bağı
rıp çağıran, yaygaralar koparan az çok saçma, çalımlı bir
hayvan gibi görünür. Kral Lear, ‘Gerekli ihtiyaçları sağ
lanmamış insan, zavallı, çıplak, oklanmış bir hayvandan
farksızdır’, der ve bu fikir alışılmamış b ir şey olduğun
dan onu deliliğe sürükler. Ne var ki, bu fikir modem in
san için alışılmış bir şeydir ve onu sadece saçmalığa sü
rükler.
GERÇEK — Eskiden gerçek salttı, ölümsüzdü ve in
sanüstüydü. Ben de gençliğimde bu görüşü kabul etmiş,
gençlik yıllarımı gerçeğin araştırılmasına adayarak bu yıl
la n yanlış yolda harcamıştım. Halbuki gerçeği boğazla
mak isteyen sürüyle düşman ortaya çıkmış bulunuyor:
pragmatizm, behaviyorizm, psikolojizm ve bağıllık fiziği.
Galileo ile Enkizisyon, güneşin mi dünya çevresinde dön
düğü, yoksa dünyanın mı güneşin çevresinde döndüğü
konusunda ayrılıyorlardı. Ama gerek Galileo, gerek En
kizisyon, bu her iki görüş arasında dağlar kadar fark bu
lunduğu düşüncesinde birleşiyorlardı. Her ikisinin de üze
rinde birleştikleri nokta, her ikisinin de yanıldıklan nok
taydı: aradaki fark sadece kelimeler arasındaki bir fark
tan ibarettir. Eskiden gerçeğe tapınmak mümkündü; ger
çekten de, bu tapınıştaki içtenliği insan kurban etme alış
kanlığı göstermekteydi. Ne var ki, sadece insanoğluna ait
ve bağıllı olan bir gerçeğe tapınmak zordur. Eddington’a
göre yerçekimi yasası, ölçme konusunda alınmış kullanış
lı bir karardan ibarettir. Metrik sistem nasıl kadem ve
yarda sisteminden daha doğru değilse, yerçekimi yasası
da öteki görüşlerden daha doğru değildir.
Doğa ve Doğa’nm yasası gece karanlığında gizliydi;
Tann, ‘Newton olsun’, dedi ve ölçme kolaylaştı.
Bu düşünce yücelikten yoksun görünüyor. Spinoza
bir şeye inandığı zaman, entellektüel Tanrı sevgisinin ta
dına vardığını düşünürdü. Modern insan ya Marx’la b ir
likte, kendisini iktisadi güdülerin yönettiği inancındadır,
ya da Freud’la birlikte, rakamların cebrik kuvvetleri teo
remi veya Kızıl Deniz’deki direy dağılışı hakkındaki inan
cının temelinde herhangi bir cinsel güdünün yattığı ka
nısındadır.
Şu ana kadar modern kinizmi, beyinden gelen neden
leri bulunan bir şey gibi, ussal b ir yoldan ele aldık. Ne
var ki, inanç, modem psikologların bize anlatmaktan hiç
usanmadıkları gibi, ussal güdüler tarafından nadiren be
lirlenir ve aynı şey, şüphecilerin bu olguyu sık sık gör
mezlikten gelmelerine rağmen, inançsızlık için de doğru
dur. Yaygın bir şüpheciliğin nedenleri ansal olmaktan çok
toplumsaldır. Yaygın şüpheciliğin başlıca nedeni h er za
man, iktidarsız rahatlıktır. İktidar sahipleri kinik değil
lerdir, zira onlar kendi fikirlerini başkalarına zorla kabul
ettirebilirler. Baskı kurbanları kinik değillerdir,
çünkü
onların yürekleri nefretle doludur ve nefret, herhangi
başka bir güçlü tutku gibi, kendiyle birlikte bir sürü yan
inanç getirir. Eğitimin, demokrasinin ve toplu üretim in
ortaya çıkışına kadar her yerde, entellektüellerin işlerin
gidişi üzerinde önemli etkileri vardı ve bu etki, o entel
lektüellerin kafaları kesilse de yine azalmazdı. Modem
entellektüel kendini tamamiyle farklı b ir durumda bul-
maktadır. İster bir propagandist, ister bir Saray soytarısı
olarak hizmetini budala zenginlere satmaya razı olduğu
sürece, modem entellektüelin yağlı b ir kuyruk bulması,
bol gelir sağlaması hiç de zor değildir. Toplu üretim in
verdiği sonuç budalalığın, uygarlığın gelişmesinden bu ya
na herhangi bir dönemdekine oranla çok daha sağlam bir
temele oturmasını sağlamak olmuştur. Çarlık Hükümeti
Lenin’in kardeşini öldürdüğü zaman, bu olay Lenin’i bir
kinik yapmadı, zira o, kendisine hayat boyu sürecek ve
en sonunda başanya ulaşacağı bir uğraş ilham eden nef
retle doluydu. Ama Batı’nın daha sağlam ülkelerinde ne
böylesine güçlü nefret yaratacak b ir neden vardır, ne de
böylesine gösterişli bir öç alabilme olanağı. E ntelektüel
lerin yapacağı işi, amaçlan bu entellektüellere —tehlikeli
değilse bile— saçma görünebilen Hükümetler ya da zen
ginler emreder ve ücretlerini de yine onlar öder. Ne var
ki, kinizm b u entellektüellerin vicdanlarım duruma uy
durabilmelerini sağlar. Gerçi iktidar sahiplerinin her ba
kımdan hayranlık duyulacak cinsten bir uğraş istediği za
manlar da olduğu doğrudur; bu uğraş türleri içinde en
önemlisi bilim, İkincisi de, Amerika’da, kamu mimarisi
dir. Ama bir adamın eğitimi sadece kitap sınırları içinde
kalmışsa — ki çoğunlukla böyle olmaktadır— o adam y ir
mi iki yaşma geldiğinde, epeyce bilgili olduğu halde, bil
gisini kendince önemli bir yolda uygulayamadığım görür.
Bilim adamlan Batı’da bile kinik değillerdir, zira bunlar
akıl, zekâ ve bilgilerinin en değerli yanlannı toplumun
tam onayı ile uygulayabilmektedir; ne var ki, onlar bu
anlamda, modem entelektüeller arasında olağanüstü de
necek kadar talihli sayılırlar.
Eğer bu tanı doğruysa, modem kinizm sadece vaaz
vermekle ya da gençlerin önüne, bu gençlerin vaizleriyle
hocalannın fersude kör inançlar deposu içinden seçtikle
ri daha iyi ülküler koymakla sağaltılamaz. Sağaltım, an
cak entellektüellerin yaratıcı dürtülerini cisimlendirecek
bir meslek bulabilmeleriyle gerçekleşecektir. Bunun için
de, Disraeli’nin savunduğu şu eski reçeteden başka bir
reçete göremiyorum: ‘Hocalanmızı eğitiniz’. Ama yine de
bu, günümüzde proleterlere de plütokratlara da genellik
le verilmekte olandan daha tam b ir eğitim, aynı zaman
da da, hiç kimsenin yararlanabilmek için yeterli zaman
bulamayacağı kadar çok mal üretmeye yönelmiş yararcı
istekle yetinmeyen, gerçek kültürel değerleri de hesaba
katan bir eğitim olmak zorundadır. Bir insan, insan bede
ni hakkında belirli birtakım bilgilere sahip olmadıkça o
insana hekimlik yaptırmazlar, halbuki b ir finansiyer, ça
lışmalarının banka hesabı üzerindeki etkisi dışında k a
lan çok yönlü etkilerden tamamiyle habersiz olmasına
rağmen, serbestte çalışabilir. İktisat ve Yunan şürinden
sınava girip, • bu sınavda başarı kazanmadıkça kimsenin
Borsa Oyunları oynamasına izin verilemeyen bir dünya;
politikacıların tarih ve modem romanlar üzerine tam bir
bilgi sahibi olmak zorunda bulunacakları bir dünya, ne
tatlı bir dünya olurdu! Bir para babasımn şöyle bir so
ruyla karşılaştığını aklınıza getirin: «Buğday piyasasını
tekelinize alacak olsaydınız, bunun Alman şiiri üzerindeki
etkisi ne olurdu?» Büyük örgütlerin artışı dolayısıyla, za
manımızda nedensellik eski zamanlardakinden çok daha
karmaşıktır, hele nedenselliğin sonuçlarla birlikte düşü
nülmesi çok az rastlanan bir şeydir; ama bu örgütleri
kontrolleri altında bulunduranlar, eylemlerinin doğura
cağı sonuçların yüzde birini bile bilmeyen cahil insanlar
dır. Rabelais, üniversitedeki yerini kaybetmek korkusuy
la kitabım imzasız yayımlatmıştı. Modem bir Rabelais
ise o kitabı hiçbir zaman yayımlatmazdı, zira imzasını at-
masa bile, mükemmelleştirilmiş haberalma yöntemleri
sayesinde kimliğinin nasıl olsa öğrenileceğini bilirdi. Dün
yaya hükmedenler öteden beri hep budalalar olagelmiş
tir, ne var ki, bu budalalar, eski zamanlarda şimdiki k a
dar güçlü değillerdi. Bu bakımdan, bu gibi insanların
akıllı olabilmesini sağlamak için b ir yol bulunması zorun-
luğu, eskisine oranla çok daha fazladır. Bu sorun çözüle
mez mi? İmkânsız olduğunu sanmıyorum, ama bunun ko
lay olduğunu da aşla iddia edemem.
BÖLÜM X
MODERN TÜRD EŞLİK '
Amerika’da dolaşan Avrupalı gezgin —hiç değilse
kendimden pay biçebilirim— iki tuhaflık karşısında şa
şırır: birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin her tara
fında (eski Güney hariç) dikkati çeken aşın derecedeki
düşünüş benzerliği, İkincisi de, oranın türü kendine özgü
ve başka her taraftan farklı .bir yer olduğunu ispatlamak
için her yöresinde görülen şiddetli arzu. Bu tuhaflıklar
dan İkincisinin nedeni hiç kuşkusuz, birinci tuhaflıktır.
Her yerde, yerel bir gurur nedenine sahip olma arzusu
vardır, dolayısıyla da her yer, coğrafya, tarih ya da gele
nek yönünden seçkin neyi varsa ona çok büyük değer ve
rir. Gerçekte var olan birömeklik ne kadar büyük olur
sa, bu birömekliği yumuşatacak ayrılıkların peşinde koş
maya Amerikan insanı o derece hevesli görünmektedir.
Gerçekte eski Güney, Amerika'nın geri kalan tarafların
dan çok ayrıdır, o kadar, ayrıdır ki, insan kendini adeta
başka ülkede sanır. Eski Güney tarımsaldır, aristokratik
tir ve geçmişe dönüktür, buna karşılık Amerika'nın öbür
bölgeleri endüstriyel, demokratik ve ileriye dönüktür.
Eski Güney dışındaki Amerika endüstriyeldir derken, ta-
mamiyle tanm la uğraşılan bölgeleri bile bu kavram için-
1 1930'da yazılmıştır.
de düşünüyorum, zira Amerika’da tarımla uğraşan insan
ların bile düşünüş biçimi endüstriyeldir. Amerikalı tarım
cı pek çok modem makina kullanır; demiryolu ve telefo
na sıkı sıkıya bağlıdır; ürünlerinin gönderildiği uzak pa
zarlarla çok ilgilenir; aslında o, herhangi başka b ir işte de
görebileceğiniz bir kapitalisttir. Avrupa ve Asya’da bili
nen köylü tipini Amerikalı hiç bilmez. Bu, Amerika için
eşsiz b ir nim ettir ve belki de Amerika’nın eski Dünya’ya
olan üstünlüklerinin en önemlisidir, zira köylü h er yerde
zalim, açgözlü, tutucu ve yetersizdir. Ben Sicilya’da da
portakal bahçeleri gördüm, Kaliforniya’da da; aradaki zıt
lık aşağı yukarı iki bin yıllık bir zaman bölümünü tem
sil etmektedir. Sicilya’daki portakal bahçeleri trenlerden,
gemilerden uzaktır; orada ağaçlar yaşlı, budaklı ve gü
zeldir; orada kullanılan yöntemler klâsik antikiteden kal
madır. Orada Romalı kölelerle Arap istilâcıların cahil ve
y an vahşi soyu yaşar; bu insanlar noksanlarını, hayvan
la n kullanışlanndaki zalimlikleriyle kapatırlar. İnsana
sürekli olarak Teokritos’u ya da Hesperides’in Bahçesi
efsanesini hatırlatan içgüdüsel bir güzellik anlayışı ora
da törel alçalış ve iktisadi yeteneksizlikle atbaşı gider.
Kaliforniya’daki bir portakal bahçesinde ise Hesperides’
in Bahçesi çok uzaklarda kalır. Burada, son derece ba
kımlı, birbirinden eşit uzaklıklarla dikilmiş bütün ağaç
lar birbirinin tıpatıp aynıdır. Gerçi portakallann hepsi
aynı irilikte değildir, ama duyarlı makinalar bunlan irilik
lerine göre öyle aym r ki, aynı kutuya giren bütün porta
kallar tıpatıp aynı olur. Bu portakallar, uygun noktalar
da kendilerine uygun makinalar tarafından uygun işlem
ler uygulanarak, uygun bir frigorifik kamyona girince
ye kadar oradan oraya dolaşır, sonunda da uygun paza
ra gider. Makinalar bu portakallann üzerine, ‘Güneş öp
müş' damgasını basarlar, ama bu portakallann üretilme
sinde güneşin öpüşü dışında doğanın başkaca bir rolü bu
lunduğunu hatırlatacak hiçbir şey yoktur. İklim bile ya
paydır, zira don olacağı zaman portakal bahçesi baştan
başa dumandan bir örtü altına alınarak yapay olarak sı
cak tutulur. Bu tip tarımla uğraşan kişiler, eski zaman
lardaki çiftçilerin aksine kendilerini doğa güçlerinin sa
bırlı uşakları gibi hissetmezler; onlar kendilerini, doğa
güçlerinin efendileri hissederler. Bundan dolayı Amerika’
da endüstricilerle tarımcılar arasında, Eski Dünya’daki gi
bi bir düşünüş ve anlayış farkı yoktur. Amerika’da çev
renin önemli bölümünü insan meydana getirir; buna oran
la, insan dışındaki bölüm hemen hemen hiçtir. Güney Ka
liforniya’da bulunduğum sırada bana sık sık, iklimin bura
insanlarını uyuşuk hale getirdiğini söyleyip durdular,
ama itiraf ederim ki, buna dair en ufak bir kanıt görme
dim ben. Her ne kadar Kaliforniya ile Minneapolis ya da
Winnipeg arasında iklim, manzara ve doğal koşullar ba
kımından dağlar kadar fark varsa da, KaliforniyalIlar da
bana tıpkı Minneapolisliler ya da Winnipegliler gibi gö
ründü. İnsan bir Norveçli ile bir Sicilyalı arasındaki far
kı düşünüp de bu farkı (mesela) Kuzey Dakotalı bir adam
la Güney KaliforniyalI bir adam arasındaki farksızlıkla
ölçüştürdüğü zaman insanoğlunun içinde bulunduğu fizik
sel ortamın kölesi olacağına o ortamın efendisi oluşunun
yine insanoğlunun işlerinde meydana getirdiği muazzam
devrimi algılıyor. Norveç’in de, Sicilya’nın da çok eski za
manlardan kalma gelenekleri vardır; her iki ülkede de, in
sanların iklime gösterdikleri tepkileri yansıtan Hıristi
yanlık— öncesi dinler vardı ve Hıristiyanlık geldiği za
man bu iki ülkede ister istemez birbirinden çok başka bi
çimler aldı. Norveçliler buzdan ve kardan korkarlardı;
SicilyalIların korkulan ise lavlardan ve depremlerden idi.
Cehennem güney ülkelerinde icat edilmişti; eğer Norveç*
te icat edilmiş olsaydı, bu cehennem soğuk olurdu. Hal
buki Kuzey Dakota’da da, Güney Kaliforniya’da da ce
hennem bir iklim koşulu değildir: h er iki yerde de ce
hennem, piyasadaki para darlığıdır. Modern hayatta ikli
min önemsizliğini göstermeye bu yeter.
Amerika insan yapısı bir dünyadır; daha da önemli
si, Amerika, insanların makinalarla yaptıkları b ir dünya
dır. Bunu söylerken sadece fiziksel çevreyi değil, aynı
zamanda ve en aşağı fiziksel çevre kadar, düşünceleri,
duygulan da hesaba katıyorum. Heyecan verici bir cina
yeti düşününüz: gerçi cinayeti işleyenin kullandığı yön
tem çok ilkel olabilir, ama o cinayeti işleyenin bunu na
sıl yaptığıyla ilgili haberi yayanlar, bu yayma işini tek
nolojinin en son yeniliklerinden, olanaklarından yararla
narak yaparlar. Yalnız büyük şehirlerde değil, aynı za
manda %n ıssız çiftliklerde, dağ başlarındaki madenci
kamplarında bile radyo en son haberlerin hepsini yayar,
bu yüzden de falan ya da filan gün bütün ülke yüzeyin
deki her evdeki konuşma konuları aynıdır. Bir trenle
Kaliforniya ovalannı geçerken bir sabun reklamının ho
parlörden yükselen gürültüsünü duymamaya çalışıyor
dum; o sırada yaşlı bir çiftçi güleç bir yüzle yamma yak
laşarak, ‘Bu zamanda nereye gidersen git, uygarlıktan
yakanı kurtaramazsın’, dedi. Heyhat! Ne kadar doğru!
Virginia Woolf’u okumaya çalışıyordum ama sabun rek
lamı galip geldi ve günümü yedi.
Hayatın fiziksel aparatında birörneklik pek vahim
bir sorun olmayabilir, ama düşünce ve fikir alanlannda
birörneklik çok daha tehlikelidir. Bununla birlikte, düşün
ce ve fikir birömekliği, modem icatlann hemen hemen
kaçınılmaz bir sonucudur. Üretim, birleşmiş ve büyük öl
çüde olduğu zaman, ufak ünitelere böjünmüş durumda-
kinden daha ucuzdur. Bu kural toplu iğne üretim i için
ne derece geçerliyse, fikir üretiminde de aynı derecede
geçerlidir. Bu aygıttan gittikçe daha çok yararlanıldığı
için, ilkokullardaki öğretim de ister istemez gitgide daha
çok standart hale getirilmek zorunda kalıyor. Öyle sanı
yorum ki, gerek sinemanın, gerek radyonun yakın gele
cekte okul eğitiminde oynadığı rolün hızla artacağı düşü
nülebilir. Bu demektir ki, dersler bir merkezde hazırla
nacak ve bu merkezde hazırlanan malzemelerin kullanıl
dığı bütün okullarda tamamiyle aynı olacaktır. Bana söy
lediklerine göre, bazı Kiliseler, az eğitim görmüş bütün
papazlarına her hafta bir vaaz örneği yolluyorlannış; eh,
eğer doğanın bilinen yasaları bu papazlar için de geçer
liyse, bunların, kendilerini vaaz kaleme alma derdinden
kurtaran bu vaaz örneği için müteşekkir kaldıklarına hiç
kuşku yoktur. Bu model vaaz, pek tabii, günün en can
alıcı konularına eğilmekte ve bir ucundan öteki ucuna ka
dar bütün ülkede belirli b ir yığın heyecanı yaratmayı h e
def tutmaktadır. Aynı şey daha da fazlasıyla basmda ol
maktadır; basın her yerde aynı telgraf haberlerini almak
ta olup, geniş çapta sendikalaşmıştır. Kitaplarımla ilgili
eleştirme yazılarının, kaymak tabakadan gazeteler dışın
da New York’tan San Francisco’ya ve Maine’den Texas’a
kelimesi kelimesine birbirinin aynı olduğunu gördüm,
yalnız şu farkla ki, kuzey-doğu’dan güney-batı’ya doğru
gidildikçe yazıların boyu kısalıyordu.
Modern dünyada birömekliği meydana getiren bütün
güçler içinde belki de en büyüğü sinemadır, zira sinema
nın etkileyiciliği sadece Amerika sınırlan içinde kalma
yıp, dünyanın dört bir yanma girebilmektedir; gerçi Ame
rikan sinemasının etkileyiciliği dışında kalan bir ülke var
dır ve o ülke Sovyetler Birliği’dir, ama Sovyetler Birli-
ği’nin de kendine göre başka türlü birömekliği bulunmak
tadır. Geniş anlamda sinema, Orta Doğu’da halklann ne
lerden hoşlandığı konusunda Hollywood’un görüşünü tem
sil eder. Aşk ve evlilikle ilgili duygulanınız hep bu reçe
teye göre standartlaştınlmaktadır. Hollywood, gerek zen
ginlerin zevklerini, gerek zengin olmak için benimsenme
si gereken yöntemleri gösterişiyle, gençlerin gözünde
çağdaşlığın son sözünü temsil etmektedir, ö y le sanıyo
rum ki, sesli sinemalar çok geçmeden evrensel bir dilin
benimsenmesine yol açacak ve bu evrensel dil Hollywood
dili olacaktır.
Amerika’da biröm eklik sadece az çok cahil kişiler
arasında değildir. Aym şey, bir parçacık daha az da olsa,
kültür alanmda da görülmektedir. Ülkenin h er yanında
kitapçı dükkânlarım dolaştım ve her tarafta aynı bestsel-
lerlerin göze batacak biçimde vitrine konduğunu gördüm.
Kanımca, Amerikalı kültürlü hanımlar h er yıl b ir düzi
ne kitap satm almaktadırlar ve her yerde aynı düzine sa
tılmaktadır. Bir yazar için doğrusu hoşa gidecek bir du
rum dur bu, yeter ki, kitabı o düzmenin içinde bulunsun.
Ne var ki, bu durum hiç kuşkusuz Avrupa ile Amerika
arasındaki bir farkı ortaya koymaktadır. Avrupa’da çok
satışlı birkaç kitap yerine, az satışlı pek çok kitap vardır.
Birömeklik eğiliminin tamamiyle kötü ya da tam a-
miyle iyi bir şey olduğu varsayılmamalıdır. Birörnekli-
ğin birçok avantajları bulunduğu gibi, bir sürü de deza
vantajları vardır; bellibaşlı avantajı, hiç kuşkusuz, barış
içinde işbirliği yapabilen bir ulus meydana getirmesinde-
dir; büyük dezavantajı ise, azınlıktakilerin suçlamaları
karşısında boynu bükük bir ulus meydana getirmesidir.
Bu kusur muhtemelen geçicidir, zira kısa b ir süre sonra
azınlık diye bir şeyin kalmayacağı düşünülebilir. Pek ta
bii, birömekliğin nasıl elde edildiği büyük b ir önem taşır.
Mesela, okulların güney İtalya’dan gelen göçmenlere ne
yaptığını ele alalım. Bütün tarih boyunca güney Italyalı-
lar cinayet, soygunculuk ve estetik duyarlıklarıyla ün k a
zanmışlardır. Ücretsiz okullar, güney Italyalılann üçüncü
niteliğini, yani estetik duyarlığım yoketme konusunda
tam anlamıyla etkili olmakta ve onları bu ölçüde yerli
Amerikan nüfusu içinde eritmektedir, ama öbür iki belir
gin niteliklerine gelince, anladığım kadarıyla okulların
bu konudaki başarılan o kadar etkili olmamaktadır. Bu
örnek, bir amaç olarak düşünüldüğü zaman, birömekliğin
tehlikelerinden birini gösterir: iyi nitelikleri yoketmek,
kötü nitelikleri yoketmekten kolaydır, bundan ötürü de
birömeklik, bütün ölçüleri düşürmek suretiyle daha ko
lay sağlanır. Geniş çapta yabancı nüfus banndıran bir ü l
kenin, okullan yoluyla, göçmenlerin çocuklannı kendi po
tası içinde eritmeye çalışmak zorunda olduğu, pek tabii,
apaçık bir gerçektir, bundan dolayı da bir dereceye ka
dar Amerikanlaştırma, kaçınılmaz bir şeydir. Bununla
birlikte bu sürecin böylesine büyük bir bölümünün az
çok kaba bir milliyetçilikle gerçekleştirilmesi üzünüle-
cek bir durumdur. Amerika şimdiden dünyanın en güçlü
ülkesidir ve üstünlüğü sürekli olarak artmaktadır. Bu ol
gu, pek tabii, Avrupa’nın gözünü korkutmakta ve mili
tan milliyetçilik yönündeki her belirti bu korkuyu daha
da artırmaktadır. Amerika’nın alnında Avrupa’ya politik
sağduyu dersi vermek yazılı olabilir, ama korkarım ki,
öğrenci büyük ihtimalle inatçı çıkacaktır.
Amerika’da biröm eklik eğilimiyle birlikte, buna pa
ralel, kanımca yanlış bir demokrasi anlayışı vardır. Öy
le görünüyor ki, Amerika’da genellikle, demokrasinin, bü
tün insanların aynı olmasını gerektirdiği ve eğer birisi
ötekilerden şu ya da bu şekilde farklıysa, farklı olan ki
şinin ötekilere «üstünlük tasladığı» kabul edilmektedir.
Fransa’da en aşağı Amerika kadar demokratiktir, ama bu
anlayış orada yoktur. Fransa’da doktor, avukat, papaz,
memur hep ayn ay n tiplerdir; her mesleğin kendine öz
gü gelenekleri, ölçüleri vardır, ama bu, o
mesleklerin
ötekilere üstünlük tasladıkları anlamını taşımaz. Ameri
ka’da bütün meslek adamları tipi, bir tip içinde, iş ada
mı tipi içinde toplanmıştır. Bu adeta, bir orkestranın sa
dece kemanlardan ibaret olmasını emretmeye benzemek
tedir. Amerika’da, toplumun bir organizmaya benzediği,
bu organizmada çeşitli organların çeşitli roller oynadık
ları gerçeği yeteri kadar algılanmamış görünüyor. Göz
ile kulağın, görmenin mi, yoksa işitmenin mi daha iyi ol
duğu konusunda tartıştıklarını ve hiçbiri her iki işi b ir
den yapamayacağına göre, her ikisinin de hiçbirini yap
mamaya karar verdiklerini tasavvur ediniz. Bana öyle
geliyor ki, Amerika’da demokrasiden bu anlaşılmaktadır.
Aristokrasinin hâlâ büyük bir hevesle el üstünde tutul
duğu atletizm ve spor alanları dışında, bir kişinin başka
larına oranla, hangi bakımdan olursa olsun, bir mükem
mellik kazanmasına karşı garip bir kıskançlık duyulmak
tadır Amerika’da. Öyle anlaşılıyor ki, ortalama Ameri
kan insanı, kafa alanından çok kasları alanında alçakgö
nüllü olabilmek yetkinliğine sahiptir; bunun nedeni de
belki, Amerikan insanının kafadan çok kasa hayranlık
duymasıdır. Artıerikada popüler bilimsel kitapların büyük
tirajlara ulaşmasının nedeni, tamamiyle değilse bile kıs
men, Amerikalıların bilim alanında uzmanlardan başka
sının anlayamayacağı herhangi bir şey bulunduğunu ka
bul etmek istemeyişleridir. Mesela bağıllık kuramım an
layabilmek için özel bir eğitimin gerekebileceği fikri or
talama Amerikan insanını adeta sinirlendirdiği halde, bi
rinci sınıf bir rugby oyuncusu olabilmek için özel eğiti
min gerektiği fikri hiç kimseyi sinirlendirmemektedir.
Bir başarıyla ulaşılmış seçkinliğe Amerika’da belki
de bütün öbür ülkelerde olduğundan daha çok hayranlık
duyulmaktadır, ama bazı seçkinliklere giden yollar genç
ler için çok zorlaştırılmıştır, zira insanlar, falanın ya da
filanın veya herhangi bir şeyin, «Başkalarına üstünlük
taslamak»la nitelendirilebilecek her türlü tuhaflığım hoş
görüsüzlükle karşılamaktadır; bunun dışında kalan biri
cik durum, söz konusu kişiye ‘seçkin’ etiketinin daha ön
ceden yapıştırılmış bulunması durumudur. Bunun bir so
nucu olarak, en çok hayranlık duyulan parlak kişilerin
birçoğu Amerika’da yetiştirilemeyip, bunları Avrupa’dan
ithal etmek zorunda kalınmaktadır. Bu olgu, standartlaş
tırm a ve biröm eklik ile sıkı sıkıya bağlıdır. Herkesten,
başarılı bir yapıcının ortaya attığı herhangi bir örneğe,
uyması beklenildiği sürece, özellikle artistik alanlarda
olağanüstü yetenekler, gençlik döneminde ister istemez
büyük engellerle karşılaşacaktır.
Standartlaştırmanın olağanüstü bireyler için belki
bazı dezavantajları vardır, ama bu ortam içinde ortala
m a Amerikan inşam düşüncelerini, karşısındakinin dü
şünceleriyle aynı olacağından emin bulunarak ifade ede
bileceği için, standartlaştırm a ortalama Amerikan insa
nını mutlu edebilir. Daha önemlisi, standartlaştırma ulu
sal bağdaşımı pekiştirdiği gibi, politikayı da, daha belir
gin ayrılıkların bulunduğu yerlerdekine oranla yumuşa
tır. Bu konuda bir kâr-zarar bilançosu çıkarmanın müm
kün olabileceğini sanmıyorum, ama bence şimdi Ameri
ka’da var olan standartlaştırma, dünya mekanize hale gel
dikçe aynen Avrupa’da da yer alacaktır. Bundan dolayı,
bu konuda Amerika’ya kusur bulan AvrupalIlar, gelecek
teki kendi ülkelerine kusur bulmakta ve uygarlık alanın
da kaçınılmaz, evrensel bir akıma karşı çıkmakta olduk
larını .anlamalıdırlar. Uluslar arasındaki ayrılıklar azal
dıkça enternasyonalizmin kolaylaşacağı kuşkusuzdur ve
enternasyonalizm bir kere yerleştikten sonra, iç banşın
korunması bakımından toplumsal bağdaşım çok büyük
b ir önem kazanacaktır. Burada inkâr edilmemesi gere
ken muhtemel bir tehlike vardır ki, bu da, Roma İmpa
ratorluğu^’minkini hatırlatan bir hareketsizliktir. Ne var
ki, buna karşılık biz de, modem bilim ve modem tekni
ğin devrimci güçlerini ileri sürebiliriz. Tümel entellektüel
bozulmadan uzak olan ve modem dünyada yeni bir. gele
ceği temsil eden bu güçler, hareketsizlik olanağını orta
dan kâldıracak ve geçmişte birçok imparatorlukları m ah
va sürüklemiş bulunan çürümeyi önleyecektir. Bilimin
doğurduğu büyük değişimler karşısında, tarihten kanıt
lar getirip, bunları şimdiki zamana ve geleceğe uygula
mak tehlikelidir. Bu balamdan ben gereksiz bir karam
sarlık için hiçbir neden görmüyorum, bununla birlikte
standartlaştırma, buna alışık olmayanların ince zevkleri
ne aykırı düşebilir.
BÖLÜM XI
BÖCEKLERE KARŞI İN SA N LA R’
«Silahsızlanma» önerilerinin saldırmazlık paktlarının
insan ırkını eşi görülmemiş felâketlerle tehdit etmekte ol
duğu bir sırada, savaşlar ve savaş söylentileri arasında,
belki daha da önemli bir mücadeleye lâyık olduğu dikkat
gösterilmemektedir — insanlarla böcekler arasındaki m ü
cadeleden söz ediyorum.
Biz insanlar, «Eşrefi Mahlûkat» olmaya alışmışızdır;
mağara adamı gibi arslanlardan, kaplanlardan, mamutlar
ve yaban domuzlarından korkmamıza neden kalmamıştır
artık. Sadece birbirimizden korkar, bunun dışında kendi
mizi güvenlik içinde hissederiz. Ne var ki, büyük hay
vanlar her ne kadar artık varlığımızı tehdit etmiyorsa da,
küçükleri yönünden durum bunun tersinedir. Bu gezege
nin üstündeki canlıların tarihinde, daha önce bir kere
büyük hayvanlar yerlerini ufaklarına bırakmışlardı. Dina-
zorlar bataklık ve ormanlarda, birbirlerinden başka hiçbir
şeyden korkmaksızm ve imparatorluklarının şahlığından
şüphe etmeksizin gerine gerine yüzyıllarca dolaştılar.
Ama sonra ortadan kaybolup, yerlerini mini mini meme
lilere — farelere, ufacık kirpilere, tarla faresi boyunda
minyatür atlara ve bunlar gibi hayvanlara bıraktılar. Di-
1 lB33'de yazılmıştır.
nazor soyunun neden tükendiği bilinmiyor, ama ortadan
kalkışlarının varsayımlı bir nedeni olarak, bunların min
nacık beyine sahip bulunmaları ve bütün varlıklarını sa
yısız boynuzlar biçimindeki saldın silahlarım geliştirme
ye adamış olmalan ileri sürülebilir. Her ne olursa olsun,
hayatın gelişmesi bu iri cüsseli hayvanlar soyu yoluyla
olmamıştır.
Memeliler, üstünlük kazandıktan sonra irileşmeye
koyuldular. Ne var ki, kara hayvanlan içinde en irisi olan
mamutun soyu tükenmiş, insan ve insanın evcilleştirdiği
hayvanlar dışında geri kalanlar da çok seyrekleşmiştir.
İnsanoğlu, cüssesinin küçüklüğüne rağmen, zekâsı saye
sinde büyük nüfuslan besleyebilme olanağım bulmuştur.
İnsanoğlu böcekler ve mikroorganizmalar dışında her şe
ye karşı güvenlik içindedir.
Böcekler insanlara karşı önce sayı üstünlüğüne sa
hiptir. Küçücük bir orman, bütün dünyadaki insan sayısı
kadar kannca barındırabilir. Böceklerin bir başka üstün
lükleri daha vardır, o da, bizim besinlerimizi, bu besinler
henüz bizim yiyebileceğimiz kadar olgunlaşmadan yeme
leridir. Birçok zararlı böceği, içinde yaşadıklan görece
ufak bölgelerden insanlar bilmeden yeni ortamlara taşı
mış, böcekler de götürüldükleri yeni ortamda sınırsız za
rarlara yol açmıştır. Seyahat ve ticaret, mikro-organiz-
malar kadar böceklerin de işine yarar. Sarı humma eski
den yalnız Batı Afrika’da vardı, ama köle ticareti yoluy
la Batı yarıküresine taşındı.. Şimdi ise, Afrika kapılan-
nın açılmasıyla, kıtayı boydan boya geçerek Doğuya doğ
ru ilerlemektedir. Bu hastalık Doğu kıyısına ulaştıktan
sonra artık onu, nüfuslannı yanya indirebileceği Çin’in
ve Hindistan'ın dışında tutmajç hemen hemen olanaksız
hale gelecektir. Uyku hastalığı ise öbüründen de tehlike
li, gitgide yayılan bir Afrika hastalığıdır.
Ne iyi ki, bilim, böceklerden bulaşan salgın hastalık
larla başedebilme çarelerini bulmuştur. Bu böceklerin ço
ğunun düşmanı parazitlerdir ve bu parazitler öyle çok
böcek öldürmektedir ki, geri kalanlar ciddî b ir sorun ol
maktan çıkmaktadır, ayrıca, bgceklerle uğraşan bilgin
ler de bu gibi parazitleri incelemekte, yetiştirmektedirler.
Bu bilginlerin hazırladığı resmî raporlar birer harikadır;
raporların çoğu şu gibi cümlelerle doludur: «Trinidatlı
çiftçilerin istekleri üzerine, şekerkamışı
ç e k irg e s in in
do
ğal düşmanlarını aramak üzere, falanca, Brezilya’ya ha
reket etmiştir.» Bu mücadelede şekerkamışı çekirgesinin
kazanma şansının çok az olduğu söylenebilir. Ne yazık
ki, savaş devam ettiği sürece, teknolojinin insanlığa ka
zandırdığı bütün bilgiler Acem kılıcı gibi iki ağızlı ol
maktadır. Meselâ, yakın bir tarihte ölen Profesör Fritz
Haber, azotun katılaştınlmasını sağlayacak bir yöntem
bulmuştu. Profesör bu yöntemi sırf toprağın verimliliği
ni arttırm ak amacıyla icat etmişti, ama Alman hükümeti
bunu yüksek güçte patlayıcı maddeler yapmakta kullan
dı ve Profesörü, gübreyi bombaya tercih ettiği için, kı
sa bir süre önce sürgün etti. Bir dahaki büyük savaşta her
iki tarafın bilginleri, başbelâsı böceklerini birbirlerinin
ekinlerine salacaklar ve barış olduğu zaman belki de iş
işten geçmiş, bu böceklerin yok edilmesi olanaksız hale'
gelmiş bulunacaktır. Bilgimiz arttıkça, birbirimize daha
çok zarar verebileceğiz. İnsanoğullan eğer birbirlerine
karşı duydukları garez dolayısıyla öfkelerine kapılıp da,
böceklerin ve mikro-organizmaların yardımına başvur
maya kalkışırsa —ki, bir büyük savaş daha çıkarsa böy
le yapacakları muhakkaktır— o savaşın biricik galibi ola
rak ayakta sadece böceklerin kalması hiç de olanak dışı
değildir. Kosmos açısından bakıldığında belki de buna
üzülmemek gerekir; ama bir insan olarak, hemcinslerim
hesabına göğüs geçirmekten kendimi alamıyorum.
BÖLÜM XII
EĞİTİM VE DİSİPLİN
Herhangi ciddî bir eğitim kuramı iki bölümden mey
dana gelmiş olmalıdır: yaşayıştaki -amaçların ne oldu
ğuyla ilgili bir anlayış ve ansal değişim yasalarını incele
yen psikolojik dinamik bilimi. Yaşayıştaki amaçların ne
olduğu konusunda birbirinden ayrılan iki insan, eğitim
üzerinde asla birleşmez. Bütün Batı uygarlığı dünyasmda
eğitim mekanizmasına iki törebilimsel kuram egemendir:
Hıristiyanlık kuramı ile, milliyetçilik kuramı. Ciddî ola
rak ele alındıkları zaman, bu ikisi, Almanya’da açıkça
ortaya çıkmakta olduğu üzere, uzlaşmaz şeylerdir. Ken
di hesabıma ben, ikisinin ayrıldıkları yerde Hıristiyanlı
ğın öbürüne tercih edilir olduğu, .ama birleştikleri yerde
her ikisinin de yanıldığı tezini savunuyorum. Benim, eği
timin amacı olarak h er ikisinin de yerine ileri sürebilece
ğim şey uygarlıktır ve uygarlık, yine benim kastettiğim
sekliyle, kısmen bireysel, kısmen de toplumsal tanımı olan
bir terimdir. Uygarlık bireyde, hem ansal, hem' de törel
niteliklerden meydana gelir: ansal nitelikler denilince,
belirli bir genel bilgi asgarisi, insanın kendi mesleğinde
teknik ustalık sahibi olması ve fikirlerini kanıtlara daya
narak oluşturma alışkanlığını edinmesi akla gelmelidir;
törel nitelikler denilince de, yansızlık, iyilikseverlik ve
azıcık kendini tutabilme düşünülmelidir. Bunlara ayrıca.
ansal ya da törel olmayıp, psikolojik olan bir nitelik de
eklemeliyim: uygarlık, yasalara saygıyı, insanlar arasın
da adaleti, insan ırkının herhangi bir kesiminin sürekli
zarar görmesine yönelmeyen amaçlan ve bunların yanısı-
ra, araçlann amaçlara akıllıca uyarlanmasını gerektirir.
Eğitim amaçları bunlar olacaksa, bunlan gerçekleş
tirmek için neler yapılabileceği ve özellikle, bu yolda ne
derece bir özgürlüğün en etkili olabileceği, psikoloji bili
minin ele alması gereken bir soru olarak ortaya çıkar.
Eğitimde özgürlük sorusu üzerine şimdilik, kısmen
amaçlar arasındaki ayrılıklardan, kısmen de psikolojik
kuramdaki aynlıklardan doğan üç ana düşünce okulu var
dır. Bir yanda, ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, çocuk
ların tamamiyle özgür olması gerektiği tezini savunanlar;
bir yanda, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar çocukların ta
mamiyle yetkeye bağımlı bulunmaları gerektiğini ileri
sürenler; bir yanda da, çocuklann tamamiyle özgür, ama
özgürlüğe rağmen her zaman iyi olmaları gerektiğini sa
vunanlar bulunuyor. Sonuncu grup, geniş bir gruptur ve
bunlann bu kadar geniş b ir grup meydana getirmelerini
haklı gösterecek mantıksal nedenler yoktur; alabildiğine
özgür çocuklar da, yetişkinler gibi, tüm erdemli olmaz
lar. Özgürlüğün, mükemmellik için b ir güvence olduğu
inancı, Rousseau’culuktan gelme bir kalıntıdır ki, hayvan
lar ve bebekler üzerinde yapılacak bir inceleme bu kalın
tının mezan olur. Bu inancı besleyenler, eğitimin hiçbir
olumlu amacı bulunmadığını, sadece kendiliğinden geliş
me için elverişli bir ortam sağlanması gerektiğim düşünür
ler. Bana fazlasıyla bireyci ve bilginin önemine karşı faz
lasıyla kayıtsız görünen bu okulun fikirlerini kabul ede
miyorum. Bizler, işbirliği gerektiren toplumlarda yaşa
maktayız, işbirliğinin ise kendiliğinden meydana gelen
dürtülerden doğacağım ummak ham hayaldir. Sınırlı bir
alanda yaşayan büyük bir nüfusun varlığım sürdürebil
mesi ancak bilim ve teknik sayesinde mümkün olabilir;
bundan ötürü eğitim, bilim ve tekniğin gerekli asgarisini
aktarmalıdır. Özgürlük kapısını en çok aralayan eğitim
ciler, başarılan bir dereceye kadar iyi niyete, kendini
tutmaya ve terbiye edilmiş zekâya dayanan kişilerdir; bu
nitelikler ise, bütün dürtülerin tamamiyle başıboş bıra
kılması halinde doğamaz. Bundan dolayı, yöntemleri ka-
tılaştmlmadıkça, bu kişilerin tuttuklan yolda sürekli ba-
şan elde etmeleri olasılığı pek yoktur. Toplumsal görüş
açısından bakıldığında eğitim, sadece gelişme fırsatı ve
ren bir şey olmakla kalmamak, bundan daha olumlu bir
şey olmak zorundadır.. Eğitim, hiç kuşkusuz gelişme fır
satım hazırlamalıdır, ama aynı zamanda, çocuklann ken
di kendilerine elde edemeyecekleri ansal ve törel b ir do
natım da sağlamalıdır.
Eğitimde özgürlük derecesini yüksek düzeyde tutm a
dan yana olan kanıtlar insanın doğal iyiliğinden değil,
yetkenin, gerek bu yetkeden ıstırap çekenler, gerek yet
keyi uygulayanlar üzerindeki etkilerinden çıkanlmıştır.
Kendilerine yetke uygulanan kişiler ya boynu bükük, ya
da isyankâr olurlar; her iki tutumun da kaybettirdiği şey
ler vardır.
Boynu bükük tip, gerek düşünce, gerek eylemde inisi
yatifini kaybeder; üstelik, isteklerin engellenmesi duygu
sunun yarattığı öfke, kendinden zayıflan ezme biçiminde
b ir boşalma kapısı bulmaya yöneltir insanı. Zorba kurum-
la n n kendi kendilerini sürdüren kurum lar oluşu bundan
dır: insan babasından çektiğini oğluna çektirir ve okul
sırasında düşürüldüğü onur kinci durumları hatırlayarak,
bunlan aynen, kurduğu imparatorluğun ‘yerli’ halklanna
uygular. Böylece, aşın derecede otoriter eğitim öğrenci
leri sözle de, eylemle de ne kendilerinden bir orijinallik
doğan, ne de böyle bir orijinalliği hoşgören çekingen za
limler haline getirir. Bu eğitimin eğiticiler üzerindeki et
kisi daha da kötüdür: böyle eğitimciler, ruhlara dehşet
duygusu vermekten hoşlanan ve bundan başka hiçbir şey
le tatm in olmayan sadist disiplinciler haline gelebilirler.
Bu adamlar bilgiyi temsil ettiklerine göre, öğrenciler, bil
giden korku duymayı öğrenirler; bilgiden duyulan korku
ya İngiliz üst sınıf insanları arasında, insan doğasının b ir
parçası gözüyle bakılır, ama aslında bu, otoriter pedagoga
duyulan pek yerinde nefretin bir parçasıdır.
Öbür yandan, isyankârların bulunması h er ne kadar
zorunlu ise de bunlar, varolan şeylere karşı adilce davra
namazlar pek. Ayrıca, isyanın da çeşitli yollan vardır ve
isyan edenler içinde akıllılar çok azdır. Galileo hem is
yankârdı, hem de akıllı; dünyanın düz olduğu kuranıma
inananlar da isyankârdılar, ama bunlar aynı zamanda
aptaldılar. Yetkeye karşı durmanın esas itibariyle erdem
olduğunu ve alışılagelmemiş fikirlerin mutlaka doğru çı
kacağım varsaymak, tehlikeli bir eğilimdir: lâmba direk
lerini devirmekten ya da Shakespeare’in şair olmadığını
savunmaktan hiçbir hayırlı sonuç çıkmamıştır. Ne v ar ki,
bu aşın isyankârlık çoğunlukla, fazla yetkenin canlı ru h
lar üzerindeki bir etkisidir. İsyankârlar b ir de eğitimci
olduklan zaman, öğrencilerindeki meydan okuyucu ruhu
kamçılayabilirler; bunlar, meydan okuyucu yanlarım kam -
çıladıklan öğrencileri için aynı zamanda mükemmel b ir
ortam yaratmaya da çalışmaktadırlar, halbuki bu iki amaç
birbiriyle hiç uyuşmaz.
İstenilen, ne boynu eğik, ne de isyankâr olmaktır; is
tenilen, iyi huy ve gerek insanlara, gerek yeni fikirlere
karşı hoşgörülü tutumdur. Bu nitelikler kısmen, eski tarz
eğitimcilerin çok az ilgi gösterdikleri fiziksel nedenlere
bağlıdır; ama ondan da' çok, can alıcı dürtülere set çekil
diği zaman ortaya çıkan aldanıştan doğan beceriksizlik
duygusundan kurtulmaya bağlıdır. Büyüdükleri zaman
gençlerin hoşgörülü insanlar olması isteniyorsa, genel
likle, onların kendi çevrelerinin de hoşgörülü olduğunu
hissetmeleri gereklidir. Bu ise, çocuğu sadece Tann’run
izzeti ya da vatanın büyüklüğü gibi soyut bir amaç için
kullanmaya kalkışmayıp, onun önemli isteklerine de bir
dereceye kadar duygudaşlık göstermeyi gerektirir. Öğ
retme sırasında, öğrenciye, kendisine öğretilenin —hiç
değilse gerçeklerin— öğrenilmeye değer olduğunu hisset
tirmek için her türlü çaba harcanmalıdır. Öğrenci isteye
rek işbirliği yaptığı zaman, yarı yarıya az yorularak, iki
kat çabuk öğrenin Eğitimde oldukça büyük bir özgürlüğe
yer verilmesi için bütün bunlar geçerli nedenlerdir.
Bununla birlikte, kanıtlan aşmlığa vardırmak da ko
laydır. Çocuklann köleliğin kötü yanlarından kaçınırken
aristokratlığın kötü yanlannı benimsemeleri istenilir bir
şey değildir. Yalnız büyük davalarda değil, aynı zamanda
günlük, ufak tefek hususlarda da başkalarını düşünmek
uygarlığın temelli öğelerinden biridir ve bu öğe bulun
madığı takdirde toplumsal hayat çekilmez hale gelir. Bu
rada sadece, ‘lütfen’ gibi, ‘teşekkür ederim’ gibi biçimsel
terbiyeyi düşünmüyorum ben: biçimsel görenekler en çok
barbarlar arasında gelişmiş olup, kültür alamnda ileri
doğru atılan her adımda kaybolmaktadır. Ben asıl, .insa
nın zorunlu çalışmada adilce bir payı bulunmaya istekli,
dengenin sağlanmasında güçlük çıkmaması için ufak te
fek yardımlara hazır olmasını kastediyorum. Akıllıca dü
şünüş başlıbaşma bir terbiyedir ve çocuğa bir kadiri m ut
laklık duygusu ya da, yetişkinlerin sırf çocuklarm zevk
lerine hükmetmek için varolduklan inancım vermek iste
nilir b ir şey değildir. Aylak zenginlerin varoluşlanna iti
raz edenler de, eğer çocuklanm yetiştirirken onlara çalış
manın zorunlu olduğu fikrini aşılamazlar ve bu fikrin sü
rekli olarak uygulanmasını mümkün kılacak alışkanlık-
la n onlara kazandırmazlarsa, kendi kendileriyle çelişkiye
düşmüş olurlar.
Özgürlük savunucularının gerektiği kadar önemseme
dikleri bir başka husus daha vardır. Yetişkinlerin karış
madığı, başıboş bırakılmış çocuk topluluklarında, güçlü
olanın kurduğu bir zorbalık vardır ki, yetişkinlerin zor
balıklarından çok daha gaddarca olabilir. İki üç yaşların
da iki çocuğu yan yana oynamaya bırakırsanız, bunlar
bir iki sefer kavga ettikten sonra hangisinin baskın çı
kacağını anlarlar ve o andan itibaren de zayıfı bir köle
olur. Çocukların sayısı arttığı takdirde, içlerinden bir iki
tanesi tam bir üstünlük kurar ve geri kalanların özgürlük
leri kısıtlanır; halbuki büyükler işe karışsa ve zayıfları,
ötekiler kadar kavgacı, ötekiler kadar acar olmayanları
korusa, bunların özgürlükleri o derece kısıtlanmaz. Baş
kalarını düşünme çocuklarda genellikle kendiliğinden
meydana gelmez; bunun öğretilmesi gerektir ve öğretil
mesi için de yetke uygulanması zorunluğu vardır. Yetiş
kinlerin çocuklara karışmaktan yana olmayışlarına karşı
ileri sürülebilecek en önemli kanıt belki de budur.
Özgürlüğün istenilir biçimleriyle törel eğitimin zo
runlu asgarisini birleştirebilme
s o r u n u n u
eğitimcilerin
henüz çözmüş olduklarını sanmıyorum. Kabul etmek ge
rektir ki doğru çözüm, önce ana baba tarafından, çok ke
re olanaksız kılınmaktadır. Tıpkı ruh hekimlerinin klinik
deneyleriyle hepimizin deli olduğu sonucuna varmaları
gibi, modem okullardaki yetkililer de, anaları babalan
yüzünden idare edilemez hale gelmiş öğrencilerle temas-
la n sonucu, bütün çocukların «idaresi güç», bütün ana
babalarm da son derece aptal olduklan yargısına varmak
tadırlar. Ana baba zorbalığı (ki bu çok kere vesveseli bir
şefkat biçimini alır) dolayısıyla iyice zıvanadan çıkmış ço-
cuklann, yetişkinlere kuşkulu bir gözle bakmayacak ha
le gelebilmeleri için, bunların yerine göre kısa ya da uzun
b ir süre, ama tam bir özgürlük içinde bırakılm alan gere
kebilir. Buna karşılık evinde akıllıca davranış gören ço
cuklar, onlar için önem taşıyan bir yoldan kendilerine
yardım edildiğine inandıkları sürece, daha kolay kontrol
altma alınabilirler. Çocukları seven ve çocukların varlı
ğından sinirlenmeyen, çileden çıkmayan yetişkinler, öğ
rencilerin dostluğunu kaybetmeksizin disiplin kurma yo
lunda büyük başarılar gösterebilirler.
Öyle sanıyorum ki, modem eğitim kuramcıları, ço
cuklara karışmamanın olumsuz yararına gerektiğinden
çok, buna karşılık çocuklarla beraber bulunmak zevkinin
olumlu yaranna da gerektiğinden az değer vermektedir
ler. Pek çok kimselerin atlara ya da köpeklere gösterdi
ği yakınlığa benzer bir yakınlığı çocuklara gösterirseniz,
çocuklar büyük bir olasılıkla öğütlerinize kulak verecek
ler, yasaklarınızı da, belki huysuzluğa kaçmayan ufak te
fek homurdanmalarla, ama kızmaksızm kabul edecekler
dir. Çocuklara gösterilen yakınlık eğer, onları toplumsal
bir çaba için gösteri alanı ya da, —ki bu da aynı kapıya
çıkar— kişisel iktidar dürtülerinin boşalma yolu olarak
görmenin yarattığı bir yakınlıksa, bu yakınlığın hiçbir
y aran yoktur. Kendisine gösterdiğiniz ilgi eğer, onun iler
de sizin partinize ya da kral ve vatan için ölecek bir gru
ba kazandınlacak bir oy sahibi olacağı düşüncesinden doğ
muş bir ilgiyse, bu ilginizden ötürü hiçbir çocuk size m ü
teşekkir kalmaz. Çocuğa gösterilecek ilgi, herhangi daha
yüksek bir amaç söz konusu olmaksızın, sırf çocuklarla
beraber bulunmanın yarattığı zevkten ileri gelen ilgi ol
malıdır. Bu niteliğe sahip öğretmenler, çocuklann özgür
lüğüne sık sık kanşmak zorunda kalmayacaklan gibi, ka-
nşm ak gerektiği zaman, psikolojik bir aksaklığa meydan
vermeksizin kanşabileceklerdir de.
Aşırı çalışmadan ötürü yorgun düşmüş öğretmenle
rin çocuklara içgüdüsel bir yakınlık gösterebilmeleri, ne
yazık ki, tamamiyle olanaksızdır; bu gibi öğretmenler ço
cuklara karşı tıpkı, fasulyeden bıkıp da lokantada pilâki
adı altında yine fasulyeyle karşılaşınca yemeğe kurşunu
sıkan hikâye kişisinin bu yemeğe karşı beslediği duygu
nun aynını beslerler ister istemez. Ben o inançtayım ki,
eğitim bir kişinin bütün mesleği olmamalıdır: mesleği
çocuk eğitimi olan bir insan bu işi günde en çok iki saat
yapmalı, geri kalan saatlerini çocuklardan uzakta geçir
melidir. Sürekli olarak çocuklarla beraber bulunmak, he
le sıkı bir disiplinden kaçınıldığı zaman, son derece yo
rucu bir şeydir. Yorgunluk ise, sonunda sinirleri bozar ve
bu sinir bozukluğu —sinirleri bozulan öğretmen kendini
hangi kurama inanarak yetiştirmiş olursa olsun— enin
de sonunda şu ya da bu biçimde bir yerden patlak verir.
Çocuklarla olan ilişkilerde m utlaka gösterilmesi gereken
dostluk, sadece kendi kendim kontrol edebilme yeteneğiy
le korunamaz. Ama bu dostluk varken de, «yaramaz» ço
cuklara karşı nasıl davranılacağına dair peşin peşin bir
takım kurallar koymak gereksiz sayılmalıdır, zira bu ko
nuda verilecek doğru kararlara büyük b ir olasılıkla, öğ
retmeni kendi dürtüleri götürecektir; verilecek karar da
ne olursa olsun, eğer çocuk sizin ondan hoşlandığınızı his
sediyorsa, doğru bir karar olacaktır. Ne kadar akıllıca
olursa olsun, hiçbir kural, şefkatin ve düşünceli
H a v r a n ı ,
şın yerini tutamaz.
BÖLÜM XIII
STOACILIK VE ZİHİN SAĞLIĞI
Önceleri salt törel disiplin yoluyla (pek başarısız bir
biçimde) üstesinden gelinmeye çalışılan eğitim • sorunları
şimdi daha dolaylı, ama aynı zamanda daha da bilimsel
yöntemlerle çözülmektedir. Özellikle psiko-analiz hay
ranlarının az bilgilileri arasında, stoikçe bir nefse hâki
miyete artık ihtiyaç bulunmadığını düşünme eğilimi v ar
dır. Ben aynı görüşte olmadığımdan, bu denememde, nef
se hâkimiyeti zorunlu kılan bazı durumlar ve gençlerde
nefse hâkimiyet yaratılmasını sağlayacak bazı yöntem
ler, aynı zamanda da, bunun yaratılışı sırasında kaçınıl
ması gereken bazı tehlikeler üzerinde durmak istiyorum.
İşe derhal, stoacılık gerektiren problemlerin en güç
ve en temellisinden başlayalım: yani, Ölüm’den. Ölüm
korkusunu yenmeye çalışmamn çeşitli yolları vardır. Ölü
mü bilmezlikten gelebiliriz; ölümün adını hiç ağzımıza al
mayabilir ve ölüm üzerinde durduğumuzu farkettiğimiz
zamanlar düşüncelerimizi başka yönlere çevirmeyi dene
yebiliriz. Bu, Wells’in ZAMAN MAKİNASI’ndaki kele
bek insanların başvurduğu yöntemdir. Yahut bunun ta-
mamiyle tersine bir yol tutar, fazla yakınlığın hor görme
duygusunu uyandıracağı umuduyla, sürekli olarak insan
hayatının kısalığı üzerinde derin düşüncelere bırakırız
kendimizi; bu da, tahtından indirildikten sonra V. Char-
les’in manastırda benimsediği yöntemdir. Cambridge Ko
leji öğretim üyelerinden biri daha da ileri gitmişti; bu öğ
retim üyesi, odasında bir tabutun içinde yatar ve Kolejin
çimlerle örtülü bahçesine çıktığı zaman, eline aldığı bah
çıvan beliyle solucanları ikiye biçerek bir yandan da şöy
le söylenirdi: «Al bakalım! Daha yiyemedin beni.» Geniş
bir çevre tarafından benimsenen üçüncü bir yol daha v ar
dır, o da, insanın gerek kendini, gerek başkalarını, ölü
mün ölüm olmayıp, yeni ve daha güzel bir hayata açılan
kapı olduğuna inandırmasıdır. Değişik oranlarda birbi
rine karışan bu üç yöntem çoğu insanlar için, rahatsız edi
ci ölüm gerçeğini kapatarak onların huzurunu sağlar.
Bununla birlikte bu üç yöntemin her birine karşı ileri
sürülebilecek itirazlar vardır. Freud’cuların cinsiyetle
bağlı olarak işaret ettikleri gibi, duygusal bakımdan ilgi
çekici bir konu üzerinde düşünmekten kaçınmaya çalış
mak, mutlaka başarısızlığa uğrayacak ve türlü türlü ru h
sal bozukluklara yol açacaktır. Ama bir çocuğun hayatı
nın ilk yıllarında, çocuğu ölümle ilgili sivri bilgilerden
uzak tutmak, doğallıkla mümkün olabilir. Bunun olup
olamaması bir şans meselesidir. Ana babadan, ya da k ar
deşlerden biri öldüğü zaman, çocuğun ölümü duygusal
yönden tanımasını önlemenin hiçbir yolu yoktur. Bir şans
eseri, ilk yıllarda ölüm olgusu çocuğun gözünde bir can
lılık kazanmamış bulunsa bile, er ya da geç kazanacaktır;
kazandığı zaman da, fazlasıyla hazırlıksız bulunanlarda
büyük olsılıkla ciddî, bir denge kaybına yol açacaktır.
Bundan ötürü, ölüme karşı, onu sadece bilmezlikten gel
me yönteminden daha başka bir yol tutulmasını sağlama
ya çalışmalıyız.
Ölüm üzerinde hiç durmadan kara kara düşünmek de
en aşağı öteki kadar zararlıdır. Hangi konu olursa olsun,
düşünceleri sadece bir konuya saplandırmak, hele düşün
celer semereli bir eylemle sonuçlanamadığı zamanlar, bü
yük hatadır. Pek tabiî, kendi ölümümüzü geciktirebilme
yolunda bir eylemde bulunabiliriz ve belirli sınırlar için
de her normal kişi de böyle yapar. Ama eninde sonunda
ölmekten kesin olarak kurtaramayız kendimizi; dolayısıy
la bu, semeresiz bir düşünce konusudur. Üstelik bu, in
sanın başka insanlar ve olaylara ilgisini de kaybettirebi-
lir; halbuki zihin sağlığını koruyan biricik şey, insanın
kendi dışındaki şeylere duyduğu ilgidir. Ölüm korkusu in
sanda, dış güçlerin kölesi olduğu duygusunu uyandırır;
köle zihniyetinden ise hiçbir hayırlı sonuç doğmaz. Dü
şünme yoluyla insan kendini ölüm korkusundan tama-
miyle kurtarabilseydi, bu konuda düşünmekten vazgeçer
di; insanın düşüncelerini işgal ettiği sürece, ölüm korku
su devam ediyor demektir. Dolayısıyla bu da ötekinden
daha iyi bir yöntem değildir.
Ölümün daha iyi bir hayata açılan kapı olduğu inan
cının, mantıken, insanları ölüm korkusu duymaktan k u r
tarması gerekirdi. Tıp mesleği adına ne iyi 'ki, birkaç en
der olay dışında bu inanç, gerçekte insanları ölüm kor
kusundan kurtarmamaktadır. Öbür dünyaya ve öbür dün
yada yaşanacağına inananların, ölümün her şeyin sonu ol
duğuna inananlara oranla hastalıktan daha az korktukla
rını ya da savaşta daha cesur davrandıklarım görmüyoruz.
Merhum F.W. Myers, bir yemek sofrasında yanındaki ada
ma sorduğu soruyu anlatırdı. Mr. Myers adama, öldüğü
zaman kendisine ne olacağı konusundaki düşüncesini sor
muş, adam da soruyu duymamazlıktan gelmiş, ama ısrar
edilince şu cevabı vermiş: «Şey, öyle sanıyorum ki, ebe
di mutluluğa erişeceğim; ne var ki, bu gibi tatsız konu
lardan söz açmamanızı tercih ederim.» Bu apaçık mantık
tutarsızlığının nedeni, hiç kuşkusuz, dinsel inancın sade
ce bilinçli düşünce alanında var olup, bilinçdışı mekaniz
maları değiştirmeyi başaramamış bulunmasıdır. Ölüm
korkusu ile mücadelenin başarılı olabilmesi için, bu mü
cadelede başvurulacak yöntemin, davranışlarımız içinde
genellikle bilinçli düşünce diye adlandırılan bölümü etki
lemekle kalmayıp, davranışlarımızın tüm ünü etkileyen
b ir yöntem olması gerekmektedir. Ender durumlarda din-
sel inanç davranışlarımızın tümünü etkileyebilir, ama in
sanlığın çoğunluğunda değil. Davranışlarla ilgili neden
lerden ayrı olarak, bu başarısızlığın iki başka kaynağı da
ha vardır: birincisi, ateşli bir tarzda iman ikrarında bulu
nanlarda bile eksik olmayan ve kuşkuculara karşı bir öf
ke biçiminde kendini gösteren kuşlcu; İkincisi ise, öbür
dünyadaki hayata inananların, inançları sağlam olmayan
ların ölüme bağlayacağı -dehşet duygusunu en aşağı dü
zeye indirmek yerine, bu duygu üzerinde daha kuvvetle
durmaları ve böylece, inançları saltık olmayanların korku
sunu arttırmalarıdır.
Şu halde, ölümün var olduğu bir dünyaya gençleri
uydurabilmek için ne yapmalıyız? Bir araya getirilmesi
çok zor olan üç hedefe ulaşmalıyız. (1) Ne onlara ölümün
söz etmek istemediğimiz bir konu olduğu duygusunu aşı-
lamalıyız, ne de onları bu konu üzerinde düşünmeye özen- >
dirmeliyiz. Eğer onlara ölümün söz etmek istemediğimiz
bir konu olduğu duygusunu aşılarsak, gençler ölümün il
gi çekici bir giz olduğu sonucuna varırlar ve üzerinde da
ha da çok düşünürler. Bu noktada, modem cinsel eğitim
de takınılan tutum aynen uygulanabilir. (2) Bununla b ir
likte yine de, eğer elimizden geliyorsa, onların ölüm ko
nusu üzerinde sık sık ve uzun uzun düşünmelerini önle
yecek biçimde davranmalıyız. Gençlerin kendilerini müs
tehcen edebiyata kaptırmaları karşısında ileri sürülen iti
raz nedeni, aynen ölüm düşüncesi üzerinde fazlaca dur
ma karşısında da geçerlidir; yani, bu durum gençlerin
yeterliliğini kaybettirir, iyi ve tam gelişmeyi önler, aynı
zamanda da gerek kendini bu gibi düşüncelere kaptırmış
olanlar,- gerek başkaları için elverişsiz davranışlara yol
açar. (3) Herhangi bir kimsede, ölüm konusunda, sadece
bilinçli düşünce yoluyla elverişli b ir tutum yaratabilece
ğimizi ummamalıyız; hele, ölümün ölümsüzlükten daha
az dehşet verici olduğunu göstermek amacım taşıyan
inançlardan, bu gibi inançlar (genellikle) bilinçaltına İş
leyemeyeceği için, hiçbir yarar doğmaz.
Bu çeşitli hedefleri etkili kılabilmek için, çocuğun
ya da gencin deneyimine göre başka başka yöntemler be
nimsememiz gerekmektedir. Çocukla çok yakın ilişkisi
bulunanlardan ölen olmasa, çocuğa ölümü hiçbir duygu
sal önem taşımayan, olağan bir gerçek diye kabul ettire
bilmek epeyce kolaylaşır. Ölüm soyut ve kişilik dışı kal
dığı sürece, bundan dehşet verici b ir şey gibi değil, ola
ğan bir şey gibi ve doğal bir ses tonuyla söz etmelidir.
Çocuk, «Ben ölecek miyim?» diye soracak olursa, ona şöy
le cevap vermelidir: «Evet, ama herhalde çok uzun b ir
zaman sonra.» Ölümle ilgili bir gizem duygusunu önle
mek çok önemlidir. Ölüm, oyuncakların eskimesiyle aynı
kategoriye sokulmalıdır. Ama mümkünse, çocuklar he
nüz çok küçükken, ölümü onlara çok uzak bir şey olarak
göstermek en iyisidir.
Çocuğun önem verdiği bir kimse ölünce, sorun deği
şir. Örneğin, çocuğun erkek kardeşini kaybettiğini varsa
yalım. Ana baba mutsuzdur ve her ne kadar onlar ne de
rece mutsuz olduklarını çocuğun bilmesini istemeyebilir
lerse de, çocuğun, onların çektiği acıyı BİR DERECE an
laması doğru ve zorunludur. Doğal sevgi son derece önem
lidir ve çocuk, büyüklerin bu sevgiyi taşıdığını hissetme
lidir. Ayrıca, eğer ana baba insanüstü b ir çabayla üzün
tülerini çocuktan saklarlarsa, çocuk, «Ölsem um urların
da olmayacak,» diye düşünebilir. Böyle bir düşünce ise
çocukta çeşitli hastalıklı gelişmelerin başgöstermesi sonu
cunu verebilir. Dolayısıyla, her ne kadar böyle bir ru h
sal sarsıntı çocukluğun ileriki yıllarında geldiği zaman za
rarlı olursa da (çok küçükken bu sarsıntı hissedilmez),
geldiği vakit fazla küçümsemememiz gerektir. Kardeşi
ölen çocuğa ne bu ölümden söz etmekten kaçınmalıdır,
ne de üzerinde fazla durmalıdır; pek fazla belli etmeden,
çocukta yeni ilgiler ve en önemlisi yeni sevgiler yarat
mak için mümkün olan her şey yapılmalıdır. Öyle sanı
yorum ki, çocuğun herhangi bir kimseye aşırı derecede
sevgi beslemesi çoğunlukla, başkasının bir kusuru sonu
cudur. Eğer ana babadan biri haşinse,' çocukta haşin ol
mayana, eğer her ikisi de haşinse, öğretmenine karşı böy
le aşın bir sevgi doğabilir. Böylesine bir sevgi genellikle
korkunun ürünüdür: böylesine sevgiye hedef olan ise, ço
cuğa güvenlik duygusunu verebilen biricik kişidir. Ço
cukluk döneminde böyle bir sevgi sağlığa yararlı değil
dir. Böylesine bir sevgi beslenildiği zaman, sevilen kişi
nin ölümü çocuğun bütün hayatını yıkabilir. Dıştan ba
kıldığında her şey yolunda gibi görünse bile, çocuk ilerde
her seveceği insanı korka korka sever. Baba (ya da ana)
ve çocuklar boş yere yalnızlığın acısını çekerler ve sade
ce kendi hayatlarını yaşadıklan halde, başkaları tarafın
dan kalpsizlikle nitelendirilirler. Bundan dolayı ana ya
da baba, böylesine bir sevgiye hedef olduğu için sevin-
memelidir. Eğer çocuk genellikle dost bir çevre içinde
yaşıyorsa ve mutluysa, sevdiklerinden birini kaybettiği
zaman, bunun acısını daha kolay atlatabilir. Normal ge
lişme ve mutluluk fırsatlannm bulunması koşuluyla, ya
şama dürtüsü ve umut yetmelidir.
Bununla birlikte, yetişkinlik çağının elverişli olabil
mesi için, ergenlik çağında çocuğun ölüme karşı daha
olumlu bir tutum takınmasını sağlamak gerektir. Yetiş
kinler ölümü fazla düşünmemelidirler, ama bunu, bile bi
le düşüncelerini başka şeylere çevirerek değil( zira bu
hiçbir zaman başarılı olmayan yararsız bir iştir), ilgi duy-
duklan şeylerin ve uğraşlannın çokluğundan yapmalı
dırlar. Ölümü düşündükleri zaman ise, ölümün önemini
küçümsemeye çalışarak değil, ölümün üstüne yükselmek
ten bir gurur duyarak, serinkanlılıkla ve bilerek belirli
bir stoacılık içinde düşünmelidirler. Dehşet verici her şey
de olduğu gibi, burada da prensip aynıdır: dehşetten kur
tulmanın mümkün olan biricik yolu, dehşet veren şeyi ka
rarlı bir şekilde düşünmektir. İnsan kendi kendine şöyle
demelidir: «Evet, bu benim de başıma gelebilir, ama ne
çıkar?» İnsanlar bunu savaşta karşılaşılan ölüm gibi du
rumlar karşısında başanrlar, zira o sırada uğrunda ken
di hayatlarını veya çok sevdikleri birinin hayatını ver
dikleri davaya kuvvetle inanmışlardır. Yetişkinlerin ha
yatında böylesine bir tutumun gerçek ve köklü olabilme
si için, ergenlik çağındayken gençlerin ruhunda, cömert
heveslerin kıvılcımı tutuşturulmalı, genç de hayatım ve
mesleğini bunların çevresinde kurmalıdır. Ergenlik çağı
cömertlik çağıdır ve bu çağın, çocukta cömert alışkanlık
lar oluşturulması için kullanılması gerektir. Bu ise, ba
banın ya da öğretmenin etkisi yoluyla sağlanabilir. Da
ha iyi bir toplumda bu işin anneye düşmesi gerekir, ama
şimdiki halde, bir kural olarak kadınların genel görünü
şü, benim bu iş için düşündüğüm kadın tipine uymamak
tadır; şimdiki kadınlar fazlasıyla kişiseldirler, yeteri ka
dar da aydın değildirler. İşte bu nedenlerden ötürü de er
genlik çağındaki çocukların (ister erkek olsun, ister kız)
öğretmenleri arasında, m eraklan bakımından daha kişilik
dışı yeni bir kadm kuşağı yetişinceye kadar, mutlaka er
kek öğretmenlerin bulunması zorunluğu vardır.
Stoacılığın hayattaki yeri son zamanlarda, özellikle
ilerici eğitimciler tarafından biraz fazla küçümsenmekte-
dir. Feleğin sillesi insanı tehdit ettiği zaman, bu durum
la mücadele edebilmenin iki yolu vardır: ya bu silleden
kaçınmaya çalışırız, ya da silleye cesaretle göğüs gereriz.
Birinci yol, korkaklık derecesine düşmeden başanlabilir-
se, alkışlanacak bir yöntemdir; ama korkunun esiri ol
maya hazırlanılmamış bir kimse için ikinci yol, er geç baş
vurulacak, zorunlu yoldur. İşte bu tutum da stoacıkğı
meydana getirir. Bir eğitimci için bu konuda en büyük
tehlike, gençlere stoacılık aşılanırken başvurulacak yön
temin, sadistçe duyguların doyurulmasına da olanak ver
mesidir. Eskiden disiplin anlayışları o derece sertti ki, eği
tim, zorbalık dürtülerinin bir boşalma kapısı haline gel
mişti. Çocuğa acı çektirmekten zevk almak gibi sadistçe
olan asgari disiplini sağlayabilmek mümkün müdür? Es
ki kafalılar, pek tabiî, böyle sadistçe bir zevk duydukla
rını inkâr ederler. Şu hikâyeyi herkes bilir: Babası kızıl
cık sopasını kullanırken, oğluna. «Evlâdım, bu sopa se-
ninkinden çok benim canımı yakıyor,» demiş. Çocuk da
cevap vermiş: «Öyleyse babacığım, siz beni dövmeyi bı
rakın da ben sizi döveyim, olur mu?»
Samuel Butler, THÊ WAY OF ALL FLESH adlı ese
rinde, sert ana babaların sadistçe zevklerini, modem psi
kolojiyi inceleyen herhangi bir kimsenin inanacağı biçim
de anlatmıştır. Şu halde, bu konuda yapacağımız nedir?
Ölüm korkusu, stoacılık yoluyla en iyi şekilde müca
dele edilen korkulardan sadece bir tanesidir. Yoksulluk
korkusu vardır, fiziksel acı korkusu vardır, varhklı ka
dınlar arasında çok rastlanan doğum korkusu vardır. Bu
gibi korkuların hepsi de güçlerini kaybetmektedir ve az
çok küçümsenebilir. Ama eğer insanların bu gibi şeylere
aldırmamaları gerektiği biçiminde düşünmeye başlayacak
olursak, aynı biçimde belâların hafifletilmesi yolunda hiç
bir şey yapılmaması gerektiğini de düşünmeye başlaya
biliriz. Uzun zamanlar, kadınların doğum yaparken uyuş"
turucu madde almaması gerektiği düşüncesi egemen ol
muştur; Japonya’da bu görüş günümüzde de sürmekte
dir. Erkek doktorlar, kadınların doğumda uyuşturucu
kullanmalarının zararsız olduğu tezini savunuyorlardı;
hiç kuşkusuz bilinçaltı bir sadizmden ileri gelen bu gö
rüşü haklı çıkaracak hiçbir neden yoktu. Ama doğumda
çekilen acıyı azaltma yollan geliştirildikçe, zengin kadın
lar da bu acılara katlanmaya o derece isteksiz olmaya
başladılar: cesaretleri, ona ihtiyaç duyulan nedenden ön
ce kayboldu.-Burada, bir dengenin varlığı zorunludur ve
bu zorunluluk apaçıktır. Hayatı başından sonuna kadar
yumuşak, tatlı kılmak olanaksızdır, bundan ötürü de in
sanlar hayatın tatsız bölümlerine katlanm alanm sağlaya
cak bir tutum alabilmelidirler; ne var ki, bu tutumu ka-
zandınrken, zalimliğe mümkün mertebe az fırsat ver
meye çalışmalıyız.
Çocuklarla uğraşan herhangi bir insan, kısa zaman
da, aşın şefkatin hata olduğunu öğrenir. Şefkatin çok azı
daha da büyük bir hatadır gerçi, ama bu konuda, başka
her şeyde olduğu gibi, ifrat da tefrit de kötüdür. Her za
man ufacık bir talihsizlikle karşılaşsa, her seferinde ağ
lamaya devam edecektir; ortalama yetişkinlerde bulun-,
ması normal olan nefse hakimiyet çocuğa ancak, yayga
ranın hiçbir şekilde şefkatle karşılanmayacağım ona öğ
retmekle kazandınlır. Çocuklar, ara sıra sert davranan
bir yetişkinin kendileri için en iyisi olduğunu çabucak an
larlar; sevilip, sevilmediklerini onlara içgüdüleri söyler
ve çocuklar, şefkatli olduğunu hissettikleri kimselerin,
onların iyi gelişmelerini sahiden istemeleri dolayısıyla
gösterecekleri her türlü sertliğe katlanırlar. Kuramsal
alanda çözüm işte bu kadar basittir: eğitimciler bilgece
bir sevgiden ilham alsınlar yeter; bu ilham onlara en doğ
ru olanı yaptıracaktır. Bununla birlikte, gerçekte durum
daha karmaşıktır. Ana baba ya da öğretmen yorgunluk,
sinir bozukluğu, tasalar, sabırsızlık gibi etkenlerin tesiri
altında kalır; yetişkinlerin bu gibi duygulan, sonunda
yine onlann hayrınadır diye, çocuklar üzerine boşaltma-
lanna göz yuman bir eğitim kuramı ise tehlikelidir. An
cak, eğer kuram doğruysa kabul edilmeli ve tehlikeler
ana babaya ya da öğretmene iyice anlatılmalıdır ki, bu
tehlikelerden korunabilmek için gerekli olan her şey ya-
pılabilsin.
Şimdiye kadar tartışmasını yaptığımız konular üze
rinde varılabilecek sonuçlan artık toparlayabiliriz. Hayat
ta karşılaşılabilecek tehlikeler hakkında çocuklara bilgi
vermekten ne kaçınmalıdır, ne de bu bilgiler zorla veril
melidir; bu bilgiler, durum onu kaçınılmaz kıldığı zaman
verilmelidir. Acıklı konulardan söz edilmesi gerektiği za
man, konu üzerinde gerçeğe sadık kalınmalı ve heyecan
gösterilmemelidir; yalnız aile içinde bir ölüm olduğu va
kit heyecan göstermemezlik edilemez, zira bu gibi bir du
rumda üzüntüyü saklamak doğal değildir. Yetişkinler
kendi davranışlarında güleryüzlü bir cesaret örneği orta
ya koyabilmelidirler ki, çocuklar da farkına varmadan bu
nu büyüklerinden kapabilsinler. Ergenlik çağında çocuk
ların önüne kişisel olmayan sürü sürü ilgilenilecek konu
lar konulmalı ve eğitim onlara kendileri dışındaki amaç
lar için yaşamak fikrini verecek biçimde yürütülmelidir;
ancak, bu fikir onlara apaçık öğütler yoluyla değil, dolay
lı bir biçimde, farkettirmeden verilmelidir. Başlanna bir
talihsizlik geldiği zaman, yine de uğrunda yaşanmaya de
ğer şeylerin varolduğunu hatırlamak suretiyle bu talih
sizliğe göğüs germe öğretilmelidir onlara; ama gelecek
talihsizliklere hazırlıklı bulunmak için bile olsa, muhte
mel talihsizlikler üzerinde uzun uzun kafa yormamalıdır-
lar. İşleri küçük çocuklarla uğraşmak olanlar, eğitimin
zorunlu öğesi disiplinden sadistçe bir zevk almadıkların
dan iyice emin bulunmak için kendilerini sıkı bir kontrol
altında tutmalıdırlar; disiplin kurma nedeni daima, çocu
ğun karakter ve zihninin geliştirilmesi olmalıdır. Zira
zihnin gelişmesi için de disipline ihtiyaç vardır; disiplin
siz zihin incelik kazanamaz. Ne var ki, zihin disiplini bam
başka bir konudur ve bu denemenin kapsamı dışındadır.
Bütün bunlara ekleyeceğim b ir tek şey daha var, o
da, en iyi disiplinin, içten gelen b ir dürtüyle doğan disip
lin olduğudur. Disiplinin böyle içten gelebilmesi için ço
cuğun ya da ergenlik çağındaki gencin zor bir işi başar
ma tutkusunu duyması ve bu yolda çaba harcamaya istek
li olması gerektir. Böyle bir tutkuyu çocuğun akima ge
nellikle çevresindeki bir kişi getirir; buna göre, kendi
kendine doğan disiplin bile, sonunda, eğitimsel bir y ar
dıma dayanmaktadır.
BÖLÜM XIV
KUYRUKLUYILDIZLAR ÜZERİNE
Eğer bir kuyrukluyıldız olsaydım, çağımız insanlan-
ni dejenere olmuş bir soy sayardım.
Eski zamanlarda, kuyrukluyıldızlara her yerde derin
bir saygı duyulurdu. Kuyruklu yıldızlardan biri Sezar’ın
öleceğini önceden göstermiş; bir başkası ise İmparator
Vespasian’ın ölümünün yaklaştığına işaret sayılmıştı. Ak
lı başında bir adam olan İmparator, kendisi dazlak, bu
na karşılık yıldız saçlı olduğuna göre onun başka bir an
lam taşıyor olması gerektiği tezini savunmuş, ama bu son
derece mantıksal görüşü paylaşan pek çıkmamıştı. Say
gıdeğer Bede, kuyrukluyıldızların «krallıklarda devrim
ler çıkacağına, vebaya, savaşa, rüzgâra ya da sıcağa alâ
met» olduğunu söylemişti. John Knox kuyrukluyıldızlara
tanrısal öfkenin kanıtlan gözüyle bakar, başka İskoç Pro-
testanlan ise bunlann, «Katoliklerin kökünü kazıtması
için Krala bir ihtar» olduğunu düşünürlerdi.
Kuyrukluyıldızlar yönünden Amerika, özellikle de
New England haklı olarak ilgi çekici bir yerdir. 1652 yı
lında, tam ünlü Mr. Cotton’un hastalandığı sırada bir kuy
rukluyıldız görülmüş ve o ölünce kaybolmuştu. Aradan
on yıl bile geçmeden, Boston şehrinin günahkâr halkına,
«şehvetperestlikten ve sarhoşluk yoluyla, yeni moda el
biseler giymek yoluyla Tannnın salih mahlûkatına karşı
küfürde bulunmaktan,» vazgeçmelerini ihtar için, bir kuy
rukluyıldız göründü. Seçkin ilâhiyatçı Increase Mather,
kuyrukluyıldızlarla güneş tutulmalarını, Harvard Üni
versitesi Rektörlerinin ve Koloni Valilerdim öleceklerine
işaret sayar ve cemaatine, «yıldızlan alıp, onlann yerine
kuyrukluyıldızları göndermemesi için,» Tanrıya dua et
melerini söylerdi.
Kuyrukluyıldızların da aklı başında gezegenler gibi
güneşin çevresinde hiç değilse düzgün bir elips çizdikle
rinin Halley tarafından keşfedilmesi ve Newton’un, kuy
rukluyıldızların da yerçekimi yasasına boyun eğdiklerini
kanıtlaması üzerine bütün bu kör inançlar yavaş yavaş
defedildi. Nispeten eski usul öğretime bağlı kalan üniver
sitelerde, bir süre Profesörlerin bu buluşlardan söz etme
lerine izin verilmedi, ama sonunda gerçek saklanamadı.
Günümüzde, ister yukarı sınıftan, ister aşağı sınıftan,
ister öğrenim görmüş, ister görmemiş herkesin tasa için
de kuyrukluyıldızları düşündüğü ve bir kuyrukluyıldız
görününce dehşete düştüğü bir dünya düşünmek zordur.
Çoğumuz hiç kuyrukluyıldız görmemi şizdir. Ben iki tane
gördüm, ama umduğumun tersine hiç de etkileyici bir
yanlan yoktu. Kuyrukluyıldızlar karşısındaki tutum u
muzda meydana gelen bu değişikliğin nedeni sadece akıl
cılık değil, aynı zamanda yapay aydınlatmadır. Modern
bir şehrin sokaklannda geceleyin gökyüzü görünmez, ıs
sız bölgelerde ise geceleri, pınl pırıl farlarıyla yolu ay
dınlatan otomobillerde yolculuk ederiz. Gökyüzünü kara
ladığımız için, yıldızlann, gezegenlerin, meteoritler ve
kuyrukluyıldızlann varlığından hâlâ haberdar olanlar sa
dece birkaç bilim adamıdır. Zamanımızın dünyası daha
önceki herhangi bir çağdakine oranla çok daha fazla in
san yapısı niteliği taşımaktadır. Bunda kazancımız oldu
ğu kadar, kaybımız da vardır: İnsanoğlu egemenliğinin
güvenliği içinde saçma, kibirli ve bir parça kaçık olmak
tadır. Bununla birlikte bir kuyrukluyıldızın, 1662’de Bos
ton’da gösterdiği törel yönden iyileştirici etkiyi şimdi
gösterebileceğini sanmıyorum; şimdi kuyrukluyıldızlar
dan daha güçlü bir ilâç gerekiyor.
(
BÖLÜM XV
RUH NEDİR?
Bilimde son ilerlemelerin en acı yanı, bu ilerlemele
rin h er birinin bize sandığımızdan daha az şey bildiğimi
zi öğretmesidir. Benim gençliğimde, insanın ruhtan ve be
denden meydana geldiğini; bedenin uzay ve zamanda,
ama ruhim sadece zamanda bulunduğunu hepimiz bilir
dik, ya da bildiğimizi sanırdık. Ölümden sonra ruhun ya
şayıp yaşamadığı konusunda fikir ayrılıkları bulunabilir
di, ama ruhun varlığı tartışma götürmez bir gerçek sayı
lırdı. Bedene gelince, sıradan insanlar' bedenin varlığını
apaçıklığı kendinde bulunan bir gerçek sayarlar, bilim
adamları da böyle düşünürdü, ama filozoflar bedenin var
lığını şu ya da bu modaya göre çözümlemek, onu çoğun
lukla bedenin sahibi olan adamın veya o adama dikkat
etmiş herhangi birinin zihnindeki fikirler haline indir
gemek eğilimindeydiler. Bununla birlikte, filozofları pek
ciddiye alan olmadığı için, bilim oldukça ortodoks bilim
adamlarının elinde bile, hiç rahatı bozulmadan maddeci
kaldı.
Eskiden h er şeyi böyle güzel güzel basite indirgeyive-
ren anlayış bugün kalmamıştır: fizik uzm anlan bize ke
sinlikle, madde diye bir şey olmadığım, fizyologlar ise
aynı kesinlikle, zihin diye bir şey bulunmadığını söylü
yorlar. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir olaydır. Şimdiye
kadar kim bir kunduracının çıkıp da kundura diye bir
şey bulunmadığını, ya da bir terzinin çıkıp da bütün in
sanların gerçekte çırılçıplak olduklarım iddia ettiğini duy
muştur? Ama eğer böyle bir iddiada bulunan çıksaydı
bile, bu iddia, fizik uzmanlarıyla bazı fizyologların ileri
sürmekte bulundukları iddialardan daha acayip kaçmaz
dı. Önce fizyologları ele alacak olursak, bunların bir kıs
mı, bize zihin faaliyeti olduğunu iddiaya kalkışmaktadır
lar. Ancak, zihin faaliyetlerini fiziksel faaliyetlere indir
gemede çeşitli zorluklarla karşılaşılmaktadır. Bu zorluk
ların yenilebilir ya da yenilemez olduklarmı henüz ke
sinlikle söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Doğrudan doğ
ruya fizik bilimiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz şey,
şimdiye kadar bedenimiz dediğimiz nesnenin, aslında,
hiçbir fiziksel gerçeğe tekabül etmeyen, incelikle işlen
miş bilimsel bir yapı olduğudur. Böylece modem, sözde
maddeci, kendini tuhaf bir durum içinde bulmaktadır, zi
ra sözde maddeci zihin faaliyetlerini bir dereceye kadar
başarıyla beden faaliyetleri haline indirgeyebildiği hal
de, bedenin kendisinin zihin tarafından icat edilmiş kul
lanışlı bir kavram olduğu gerçeğini tevil edememekte
dir. Böylece, bir kısır döngü içinde dolaşıp durduğumuzu
görüyoruz: zihin, bedenin bir türüm üdür, beden ise zih
nin bir icadıdır. Bunun doğru olamayacağı apaçıktır, do
layısıyla ne zihin, ne de beden olan, ama her ikisinin de
kendisinden çıkabileceği başka bir şey aramamız gereki
yor.
Bedenden başlayalım. Sıradan adam, maddesel nes
nelerin mutlak varolduğunu, zira bunların varlığını beş
duyumuzun apaçık ortaya koyduğunu düşünür. Başka
her şeyin varlığından kuşku duyabilse bile, insanm kafa
sını toslayabileceği herhangi bir şeyin gerçek olması ge
rekmektedir; bu, sıradan adamın metafiziğidir. Buraya
kadar her şey güzel, ne var ki, bu noktada fizikçi ortaya
çıkar ve insanın hiçbir şeye toslamadığını gösterir: kafa
nızı taştan bir duvara çarptığınız zaman bile, aslında du
vara dokunmazsınız. Siz bir şeye dokunduğunuzu sandı
ğınız zaman, bedeninizin çarptığınızı sandığınız bölümü
nü meydana getiren bazı elektron ve protonları, dokun
duğunuzu sandığınız cismin bazı elektron ve protonları ta
rafından çekilir, ya da itilir, ama fiilî bir temas yoktur.
Başka elektron ve protonlara yaklaşmaktan dolayı bede
ninizdeki elektron ve protonlar rahatsız olur ve bu rahat
sızlığı sinirler yoluyla beyne iletirler; beyinde meydana
gelen etki, dokunma duygunuz için gerekli olan etkidir
ve uzun deneylerle bu duygu aldatıcı kılmabilir. Halbuki
elektronlarla protonlar ise sadece kabataslak bir ilk yak
laşmadan (takarrüp) ayn ayrı, çeşit çeşit cinsten olayla
rın istatistikî ihtimallerini ya da dalga sıralarını deste
haline getirme yolundan ibarettir. Böylece madde, zihni
dövmek için kullanılacak elverişli bir değnek olamayacak
kadar hayalî bir nitelik almış bulunuyor. Evvelce göze o
derece su götürmez bir gerçek olarak görünen hareket
halindeki maddenin, fiziğin ihtiyaçlarına cevap vermek
te tamamiyle elverişsiz bir kavram olduğu ortaya çıkıyor.
Bununla birlikte modern bilim ruh ya da maddenin
varolduğuna dair herhangi bir işaret vermiyor; gerçek
ten de buna inanmamak için varolan nedenler, maddeye
inanmamak için varolan nedenlerin hemen hemen aynı
dır. Madde ile zihni, tahtı ele geçirmek için savaşan ars-
lan ile masal ejderhasına benzetmek mümkündür; sava
şın sonu ikisinden birinin zaferini değil, her ikisinin de
hanedan armaları alanında yapılmış birer keşiften ibaret
olduğunu ortaya koymuştur. Dünya uzun zaman daya
nabilen nesnelerden değil, olaylardan meydana gelmiştir
ve değişen özelliklere sahiptir. Olaylar, aralarındaki ne
densel ilişkilere göre gruplar halinde toplanabilir. Eğer
nedensel ilişkiler bir sınıftansa, bunların sonucu olan olay
lar grubuna fiziksel bir nesne denebilir, eğer nedense!
ilişkiler başka bir sınıftansa, bunların sonucu olan gru
ba da zihin denebilir. Bir insanm kafası içinde geçen her
olay, her iki gruba da aittir; olay, bir cins gruba ait ola
rak düşünüldüğü zaman o adamın beyninin meydana ge-
tiricilerindendir; başka cinsten bir gruba ait olarak düşü
nüldüğü zaman da, zihninin meydana getiricilerinden.
Bundan dolayı gerek madde, gerek zihin, sadece olay
ları örgütlemek için elverişli birer yoldan ibarettir. Zih
nin ya da maddenin bir parçasının ölümsüz olduğunu v ar
saymak için hiçbir neden yoktur. Güneşin, dakikada mil
yonlarca ton madde kaybetmekte olduğu kabul ediliyor.
Zihnin en temelli belirgin özelliği bellektir, ancak belirli
bir kişiyle ilgili belleğin, o kişinin ölümünden sonra da
canlı kalacağını varsaymak için bir neden yoktur. Aslın
da, bunun tam tersini düşünmek için her türlü neden var
dır, zira bellek açıkça, belirli bir beyin yapısıyla bağın
tılıdır ve yapı ölümle birlikte çürüdüğüne göre, bu çürü
meyle beleğin de varolmaktan çıkacağını kabul etmek
gerektir. Her ne kadar metafizikal maddecilik doğru ka
bul edilemezse de, maddeciler haklı olsaydı dünyamız ne
olurdu ise, duygusal bakımdan dünyamız hemen hemen
yine odur. Öyle sanıyorum ki, maddecilerin karşısında
olanlar öteden beri iki istekten hareket etmişlerdir: birin
cisi, zihnin ölümsüz olduğunu ispat etmek, İkincisi de ni
haî gücün fiziksel değii de zihinsel olduğunu ispatlamak.
Her iki bakımdan da, ben, maddecilerin haklı oldukları
inancındayım.. Gerçi isteklerimiz, dünya yüzünde büyük
bir güce sahiptir; eğer insanlar dünya üzerindeki kara
ları, yiyecek ve servet çıkarmakta kullanmasalardı, bu
gezegenin üstündeki karaların büyük bir bölümünün gö
rünüşü bambaşka olurdu. Ne var ki, gücümüz son derece
sınırlıdır. Şimdilik güneşe, aya, hattâ dünyanın iç taraf
larına ulaşamıyoruz ve gücümüzün ulaşamadığı bölgeler
de olan şeylerin zihinsel nedenleri bulunduğunu varsay
mak için en ufak bir neden yoktur. Meseleyi daha basit
leştirirsek, yani dünyanın yüzü hariç, her olan şeyin, bi
risi olmasını istediği için olduğunu varsayamayız. Yeryü-
zündeki gücümüz tamamiyle, dünyanın güneşten aldığı
enerjiye bağımlı bulunduğuna göre de, biz ister istemez
güneşe bağımlı durumdayız; güneş soğuyacak olursa is
teklerimizin hiçbirini gerçekleştiremeyiz. Hiç kuşkusuz,
bilimin gelecekte gerçekleştirebileceği şeyler konusunda
dogmatizme - kaçmak ukalâlık olur. İnsan varlığım, şim
di bize mümkün görünenden çok daha fazla uzatmayı öğ
renebiliriz, ama modern fizik biliminde, özellikle de te r
modinamiğin ikinci yasasında eğer bir parçacık gerçek
varsa, insan ırkının sonsuza dek sürüp gideceği umudunu
besleyemeyiz. Bazıları bu sonucu iç sıkıcı bulabilirler,
ama eğer kendi kendimize karşı dürüst isek, bundan mil
yonlarca yıl sonra olacak şeyin, duygusal yönden bizim
için şimdi ve burada pek de fazla bir şey ifade etmeyeceği
ni kabul etmemiz gerektir. Bilim, kosmos üzerindeki id
dialarımızı azaltmakla birlikte, öte yandan da yeryüzün-
deki rahatımızı büyük çapta artırm aktadır. Teologların
bilimden dehşet duymalarına rağmen, genellikle bilimin
hoşgörüyle karşılanması işte bundandır.
I
I
Çağımızın en büyük filozof, bilgin ve sosyal eleştirmecilerinden olan
Dostları ilə paylaş: |