* Particularism: Özel bir çıkara ya da partiye, ulusa kendini
adama. Yahudi PartUrülarizmi: Tann inayetinin sadece se
çilmiş kavim olan Yahudiler için var olduğunu savunan
akide. (Ç. Notu)
sa da, îngilizler’in Yenilmez Armada’ya karşı direnişle
riyle başlayıp, edebî ifadesini Slxa>espeare’de bulan çok
modem bir gelişmedir. Başlıca yurtseverliğe dayanan si
yasal birlik, Batı’da, din savaşlarının sona ermesinden
beri istikrarlı bir şekilde artmış, hâlâ da hızla artmakta
dır. Bu bakımdan Japonlar olağanüstü yetenekli bir öğ
renci olduklarını ispat etmişlerdir. Eski Japonya’da, tıp
kı Gül Savaşları sırasında İngiltere’ye rahat yüzü göster
meyen derebeylerine benzer, kavgacı derebeyleri vardı.
Ama Japonya’ya misyonerleri taşıyan gemilerle getirilen
ateşli silahların ve barutun yardımıyla Şogun * iç barışı
sağladı; 1868’den bu yana da, Japon Hükümeti, eğitim
ve Şinto dini sayesinde en aşağı herhangi Batılı bir ulus
kadar bağdaşık, azimli ve birleşik bir ulus meydana ge
tirmeyi başardı.
Modem dünyada toplumsal birleşikliğin daha yüksek
derecede oluşu geniş çapta, savaş sanatındaki değişiklik
lere dayanır; barutun icadından bu yana, savaşların hep
si, Hükümetlerin gücünü artırmaya vesile olmuştur. Bu
süreç belki de sona ermiş değildir, ama yeni bir etken
dolayısıyla karmaşık bir hal almıştır; silâhlı kuvvetler
mühimmat bakımından endüstri işçilerine gittikçe daha
bağımlı hale geldikleri için, hükümetlerin de, nüfusun bü
yük bölümünün desteğini sağlamaları gittikçe daha bü
yük' bir zorunluk haline gelmektedir. Bu, propaganda tek
niğine ait bir sorundur ve bu hususta hükümetlerin ya
kın gelecekte hızlı bir ilerleme gösterecekleri varsayıla-
bilir.
Avrupa’nın son dört yüz yıllık tarihi, aynı anda yer
alan bir gelişme ve bir bozulmanın tarihidir: Katolik Ki-
lisesi’nin temsil ettiği eski sentezin bozuluşu ve şu ana
kadar yurtseverlikle bilime dayanan, henüz tamamlan-
mış olmaktan çok ıızak, yeni bir sentezin gelişmesi. Bi
limsel uygarlığın, bizimki gibi temele sahip olmayan yer
lere aktarıldığında, bizler arasında kazandığı niteliklerin
aynım kazanacağı düşünülemez. Hıristiyanlık ve demok
rasi üzerine aşılanmış bilimin meydana getireceği etkiler,
atalara tapınma dini ile mutlakiyet rejimine aşılandığı
zaman meydana getireceği etkilerden tamamiyle değişik
tir.
Bireye belirli bir saygı duyulmasmı bizler Hıristi
yanlığa borçluyuz, ama bilim bu duygu karşısında tama
miyle yansız kalmaktadır. Bilim bize kendiliğinden bir
takım törel fikirler sunmaz; geleceğe borçlu olduğumuz
törel fikirlerin yerini hangi fikirlerin alacağı ise belli de
ğildir. Geleneklerin değişmesi ağır olmaktadır; öbür yan
dan, şimdiki, törel fikirlerimiz hâlâ başlıca endüstri ön
cesi rejiminde geçerli olan törel fikirlerdir; ama bunun
hep böyle gitmesi beklenemez. Derece derece insanlar fi
ziksel alışkanlıklarına uygun düşünceler ve endüstri tek
nikleriyle bağdaşan ülküler edineceklerdir. İnsanların ya
şama biçimlerindeki değişiklikler, eski zamanlardaki de
ğişikliklere oranla çok daha hızlı olmaktadır: dünya son
yüz elli yıl içinde, dört bin yıldakine oranla daha çok de
ğişmiştir. Eğer Büyük Petro, Hamurabi ile bir konuşma
yapabilseydi, her ikisi de birbirlerini çok iyi anlayabilir
lerdi; ama modem bir sermayedarı ya da endüstri kap
tanını ne o, ne de öteki anlayabilirdi. Modem zamanla
rın ortaya çıkardığı yeni fikirlerin hemen hepsinin tek
nik ya da bilimsel nitelik taşıması merak uyandıran bir
olgudur. İyilikseverliğin kör inançlara dayanan törel ina
nışların bukağısından kurtuluşu sayesinde, bilim yeni tö
rel fikirlerin gelişmesinde ancak yakın zamanlarda etkili
olabilmeye bağlamıştır. Alışılagelmiş töre kurallarının ıs
tırap çekmeyi emrettiği yerde (meselâ, doğum kontrolü
nün yasaklanmasında olduğu gibi), daha insaflı törel ku
r allar ahlaksızlık sayılmaktadır; bunun bir sonucu ola
rak da, bilginin törel kuralları etkilemesine izin verenle
re, cehalet havarileri, günahkâr gözüyle bakarlar. Ancak,
bizimki kadar bilime bağımlı bir uygarlığın insan mut
luluğunu fazlasıyla artırabilme yeteneğine sahip bilgileri
ilerde başarıyla yasaklayıp yasaklayamayacağı kuşkulu
dur.
Gerçek odur ki, geleneğe dayanan törel fikirlerimiz,
kişinin kutsallığı fikrinde olduğu gibi, ya salt bireycidir,
ya da modem dünyada önem taşıyan gruplardan çok da
ha ufak gruplara uydurulmuştur. Modem tekniğin top
lumsal yaşayış üzerindeki en dikkate değer etkilerinden
biri, insanların faaliyetinin büyük gruplar içerisinde da
ha fazla — bir tek insanm fiilinin çok kere, kendi men
sup olduğu grubun işbirliği yaptığı ya da mücadele etti
ği tamamiyle uzak birtakım insanlar üzerinde etki yarat-
mâsını mümkün kılacak kadar— örgütlenmesi olmuştur.
Aile gibi küçük grupların önemi kaybolmaktadır, öte
yandan geleneksel töre kurallarının hesaba aldığı sadece
bir tek büyük grup vardır, o da ulus, ya da Devlet’tir.
Dolayısıyla, zamanımızın etkili dini, SADECE geleneksel
olmadıkça, yurtseverlikten ibarettir. Ortalama olarak in
san, canını yurduna feda etmeye hazırdır ve bu törel yü
kümlülüğü öylesine emredici sayar ki, buna başkaldırma
düşüncesi ona tamamiyle olanak dışı görünür.
Rönesanstan on dokuzuncu yüzyıl liberalizmine ka
dar olan bütün döneme belirgin niteliğini veren bireysel
özgürlük akımının, endüstrializmin getirdiği daha büyük-
örgütlenme dolayısıyla bir yerde durması hiç de olasılık
dışı değildir. Toplumun birey üzerindeki baskısı, yeni bir
biçimde, barbar topluluklardaki kadar büyük olabilir ve
uluslar gittikçe daha fazla, bireylerin başarılarından çok
kollektif başarılarıyla övünür hale gelebilirler. Amerika
Birleşik Devletlerinde şimdiden durum böyledir: orada
insanlar şairlerinden çok, sanatçılarından, bilim adamla
rından çok, gökdelenleriyle, demiryolu istasyonlarıyla ve
köprüleriyle övünüyorlar. Aynı tutum, Sovyet hükümeti
nin felsefesinde de egemendir. Her iki ülkede de bireysel
kahramanlara sahip olma isteğinin hâlâ devam ettiği ger
çi doğrudur: Rusya’da kişisel seçkinlik Lenin’e aittir;
Amerika’da atletlere, boksörlere ve film yıldızlarına.
Ama her iki tarafta da, kahramanlar ya ölüdür ya da pek
sudandır ve günümüzde ortaya konulan ciddî işler bu şe
kilde seçkin kişilerin adlarına bağlanmaktadır.
Bireysel çabadan çok, kollektif çabayla yüksek de
ğerde bir şey ortaya konulup konulamayacağı ve böyle
bir uygarlığın en yüksek nitelikte bir uygarlık olup, ola
mayacağı gerçekten de üzerinde durulacak ilgi çekici bir
konudur. Gerek sanat alanında, gerek kafa işlerinde iş
birliği yoluyla, eskiden bireyler tarafından gerçekleştiril
miş olandan daha iyi sonuçlar almabilmesi mümkündür.
Bilim alanında daha şimdiden, bir tek kişinin çalışmasın
dan çok, kollektif laboratuvar çalışmalarına doğru bir gi
diş vardır ve bu eğilim ne kadar güçlenirse o derece bili
min yararınadır, zira böylece işbirliği geliştirilmiş ola
caktır. Ama eğer önemli işler, her ne olursa olsun, kol
lektif bir çalışmayla yapılacaksa, bireyler ister istemez
bir dereceye kadar silikleşeceklerdir: artık o bireyler, vak
tiyle dâhilerin genellikle gösterdikleri kendini kabul etti
rebilme yeteneğini gösteremeyeceklerdir. Hıristiyan tö
resi bu sorun üzerine eğilir, ama genellikle sanıldığının
tersine bir yönden eğilir. Hıristiyanlık özgeciliği ve insa
nın komşusunu sevmesi kuralım desteklediği için, herkes
Hıristiyanlığın bireyciliğe karşı olduğunu zanneder. Hal
buki bu psikolojik bir yanlıştır. Hıristiyanlık birey ruhu
na hitap eder ve kişisel kurtuluş üzerinde durur. Bir in
san komşusu için yaptığı şeyi, daha geniş bir grubun İÇ
GÜDÜSEL olarak üyesi bulunduğu için değil, KENDİSİ
bakımından öyle yapması doğru olduğu için, yapmak zo
rundadır. Hıristiyanlık kökeni itibariyle de, ruhu itiba
riyle de ne siyasaldır, ne de hattâ ailevî; dolayısıyla da
bireyi, doğanın onu yarattığından daha kendi içine kapa
lı yapma eğilimindedir. Eskiden aile bu bireyciliğe bir
çare rolü oynuyordu, ne var ki, aile çökmektedir ve insan
ların içgüdülerine artık eskisi kadar
egemen değildir.
Ailenin kaybettiğini ulus kazanmış bulunuyor, zira ulus,
insanın bu endüstri dünyasında çok dar b ir çerçeve için
de sıkışan biyolojik içgüdülerine hitap etmektedir. Bu
nunla birlikte, dengelilik bakımından, ulus fazlasıyla si
nirli bir birimdir. İnsanoğlunun biyolojik içgüdülerini in
san ırkına adayabilmesi istenirdi, ama bütün insanlık ye
ni bir hastalık ya da evrensel kıtlık gibi büyük bir dış
tehlike tarafından tehdit edilmedikçe, bu, psikolojik ba
kımdan desteklenecek bir şey değildir. Bu gibi şeyler ola
sılık dışı olduğundan, dünya hükümetinin kurulmasını
sağlayacak psikolojik bir mekanizma düşünemiyorum;
dünya hükümeti bütün dünyanın ya bir ulus, ya da ulus
lar grubu tarafından fethedilmesiyle kurulacaktır. Bu,
doğal gelişmeye uygun gibi görünüyor, bu bakımdan bel
ki de bir iki yüz yıl içinde gerçekleşebilir. Batı uygarlı
ğında bilim ve endüstri tekniği, şimdiki gibi geleneksel
etkenlerinin tümünden daha büyük önem taşıyagelmiştir.
Bütün bu yeniliklerin insan hayatı üzerindeki etkilerinin
de gelişerek en son noktasına ulaştığı sanılmamahdır: bu
gün her şey eski zamanlardakine oranla büyük bir hız ka
zanmış bulunuyor, ama yeniliklerin etkilerinin en son nok
tasına ulaşacağı kadar da değil. İnsanoğlunun gelişmesin
de önem bakımından endüsrializmin gelişmesiyle ölçüş-
türülebilecek en son olay tarımın icadıdır ve tarımın^ ken
disiyle birlikte yeni bir fikirler sistemi ve hayat tarzmı
taşıyarak bütün dünya yüzüne yayılması binlerce yıl al
mıştır. Tarımsal yaşayış biçimi daha hâlâ dünya aristok
rasilerini tamamiyle fethetmiş değildir ve aristokrasiler,
belirgin nitelikleri olan tutuculuklarıyla geniş çapta av
cılık aşamasında kalmışlardır; buna bizim avlanma yasa
larımız da tanıklık etmektedir. Aynı şekilde tarımsal dün
ya görüşünün geri ülkelerde ve nüfusun geri kesimlerin
de daha yüzyıllar boyunca sürmesi beklenebilir.
. Ne var ki, Batı uygarlığının ve bu uygarlığın Doğu’
da dünyaya getirdiği çocuklarının ayırdedici niteliği ta
rımsal dünya görüşü değildir. Amerika’da tanının yan
endüstriel bir zihniyete bile girdiği görülebilir, zira Ame
rika’da hiçbir zaman doğuştan köylü bir sımf bulunma
mıştır. Rusya’da ve Çin’de hükümetin endüstriel bir gö
rünüşü vardır, ama nüfusun büyük çoğunluğunu cahil
köylüler meydana getirir. Bununla birlikte bu vesileyle
şurasım da hatırlatmakta yarar vardır ki, okuma yazma
bilmeyen toplumlar hükümet eliyle, Batı Avrupa ya da
Amerika’daki toplumlara oranla daha çabuk değişime uğ
ratılabilirler. Okur yazarlık sağlandıktan sonra, gerekti
ği gibi bir propaganda da yapıldı mı, Devlet, yetişmekte
olan kuşaklara büyüklerini hor görmeyi aşılayabilir, hem
de öylesine aşılayabilir ki, Amerikan delişmenliğinin en
aşın ucunda bulunanların bile hayretten ağızlan açık ka
lır; böylelikle de bir kuşak içinde tam bir düşünce deği
şikliği meydana getirilebilir. Rusya’da bunun hani hani
uygulanmakta olduğunu görüyoruz; Çin’de yeni başlıyor.
Bundan ötürü bu iki ülkenin, daha ağır gelişmekte olan
Batı’da hâlâ yaşayan geleneksel öğelerden tamamiyle te
mizlenmiş katışıksız bir endüstri düşüncesi geliştirmeleri
beklenebilir.
Batı uygarlığı öyle bir hızla değişime uğramıştır ve
uğramaktadır ki, bu uygarlığın geçmişine âşık olanlar
âdeta yabancı bir dünyada yaşadıklarını sanmaktadırlar.
Ne var ki, içinde yaşanılan zaman hiç değilse Romalılar
zamanından beri var olan ve öteden beri Avrupa'yı Hin
distan’dan, Çin’den ayıran öğeleri daha açık ve seçik ola
rak meydana çıkarmaktadır. Enerji, hoşgörüsüzlük ve so-
yuk zekâ, Avrupa’nın en iy i çağlarım öteden beri Doğu’
nun en iyi çağlarından ayıran öğeler olmuştur. Eski Y u
nanlılar edebiyat ve sanatta çok üstün olabilirler, ancak
onların bu alanlarda Çin’e üstünlükleri sadece bir dere
ce meselesidir. Enerji ve zekâdan zaten yeteri kadar söz
etmiş bulunuyorum; ne var ki, hoşgörüsüzlük Avrupa’
nın belirgin nitelikleri arasından en inatçısı; birçok insan
ların akıllanmn alamadığı kadar inatçı olduğundan, bu
konuda bir şeyler söylemek zorunluğu vardır.
Eski Yunanlılar’m, kendilerinden sonra gelenlere
oranla daha az hoşgörüsüz oldukları bir gerçektir. Bunun
la birlikte onlar Sokrates’i ölüme mahkûm ettiler; Eflâ
tun ise, Sokrates’e olan hayranlığına rağmen, kendisinin
bile yanlış olduğuna inandığı bir dini Devlet’in aşılaması
ve bu din üzerine kuşku gölgesi düşürenlerin kovuşturul
ması gerektiği tezini savunmuştur. Konfüçyenler, Taoist-
ler ve Budistler böylesine Hitlerkâri bir doktrini onayla-
yamazlardı. Eflâtun’un beyefendi kibarlığı tipik bir A v
rupalI niteliği değildir; Avrupa, şehirli nitelikleri taşımak
tan çok, savaşçı ve işlek zekâlı olagelmiştir. Avrupa'nın
ayırdedici niteliği, Plutarkhos’tan naklen, Siraküza’nın
Arşimed tarafından icat edilen mekanik araçlarla nasıl
savunulduğunun hikâyesinde bulunabilir.
Yunanlılar arasında bir zulüm kaynağı, yani demok
ratik kıskançlık çok gelişmişti. Aristides, adil oluşu do
layısıyla kazandığı ün çevresindekileri kızdırdığı için, hal
kın oyuna başvurularak sürgün edilmişti. Bir demokrat
olmayan Efes’li Heraklitos şöyle demişti: «Bütün Efesli
erkekler kendilerini assalar ve şehri tüysüz delikanlılara
bıraksalar yeridir; zira içlerinde en iy i adam olan Her-
maderus’u, «İçimizde en iy i hiç kimse istemiyoruz: eğer
böyle biri olacaksa, gitsin başka yerde, başkalarının ara
sında olsun,» diyerek aralarından kovdular.» Çağımızın
tatsız özelliklerinden birçoğu Eski Yunanlılar arasında da
vardı. Eski Yunanistan’da Faşizm de vardı milliyetçilik
de, militarizm de, Komünizm de, patronlar da, soysuz po
litikacılar da; Eski Yunanistan’da bayağı kavgalara da
rastlanırdı, din yüzünden kovuşturmalara da. Onlar ara
sında iyi bireyler vardı, ama bizde de var; o zaman da,
şimdi olduğu gibi ,en iyi bireylerin önemli bir yüzdesi
sürgün, hapis ve ölüm cezasıyla karşılaşıyordu. Eski Yu
nan uygarlığının bizim uygarlığımıza gerçekten de üstün
bir yanı bulunduğu doğrudur; bu üstünlük, eski Yunan
polisinin yetersizliğidir, zira namuslu insanların önemli
bir yüzdesi polisin bu yetersizliği sayesinde kaçıp kur-
tulabiliyordu.
Avrupa’yı Asya’dan ayıran cezalandırma dürtülerinin
tam anlamıyla ifadesine ilk fırsat veren şey, Konstan-
tin’in Hıristiyanlığı kabul edişi olmuştur. Son>yüz elli yıl
içinde bir aralık kısa süreli bir liberalizmin görüldüğü
doğrudur, ama beyaz ırklar, Hıristiyanların Yahudiler-
den kalıt aldıkları teolojik bağnazlığa dönmektedirler. An
cak bir tek dinin doğru olabileceği fikrini ilk kez Yahudi-
ler icat etti, ama bütün dünyayı bu dine döndürmeye ni
yetleri olmadığından, onlar sadece bu dinden olmayan
Yahudileri cezaya çarptırıyorlardı. Yahudi inanışını özel
bir vahiy yoluyla alıkoyan Hıristiyanlar buna bir de, Ro-
malılar’dan aldıkları dünya egemenliği fikri ile, Yunan
lılardan aldıkları metafiziksel kurnazlık zevkini kattı
lar. Bütün bunlar bir araya gelince, dünya yüzünde şim
diye dek görülmüş en amansız din ortaya çıktı. Japonya’
da ve Çin’de Şinto dini ile Konfüçyenizm’in yanısıra Bu
dizm’in varlığı uysallıkla kabul ediliyordu; Müslümanlık
dünyasında Hıristiyanlarla Yahudilere, haraçlarım ver
dikleri sürece kimse ilişmiyordu; halbuki Hıristiyanlık
|