MİMARLIK VE TOPLUMSAL SORUNLAR
Mimarlığın en eski çağlardan beri iki amacı vardır:
birincisi tamamiyle yarar güden amaç, yani insanlara sı
caklık ve barınak sağlama amacı; öteki de siyasal amaç,
yani, bir fikri insanların kafasına, o fikrin taştan ifade
sinin gözkamaştıncılığı yoluyla yerleştirme amacıdır.
Yoksulların konutları bakımından birinci amaç yeterliy-
di; ne var ki, tanrıların tapınakları, kralların sarayları
göksel güçler ile bu güçlerin yeryüzündeki sevgili kulla
rına karşı insanlarda korkuyla karışık saygı yaratm ak
amacıyla dikiliyordu. Arada sırada da yüceltilenler tek
tek hükümdarlar değil, bütün toplum oluyordu: Atina’da
Akrapol ile Roma’da Kapitol, azınlıklarla müttefiklere bu
iki mağrur şehrin temsil ettikleri imparatorlukların gör
kemini göstermek amacıyla dikilmiştir. Kamuya ait yapı
larda daha sonraları da plütokratlarla imparatorların sa
rayında estetik gözetiliyordu, ama köylülerin izbeleriyle
şehirli proletaryanın yaşadığı konutlarda böyle bir amaç
güdülmüyordu.
Ortaçağda, toplum yapısının daha karmaşık olması
na rağmen, mimarlıkta artistik güdü aynı derecede, h at
tâ daha da sınırlanmış durumdaydı, zira derebeylerin şa
toları yapılırken gözönünde tutulan amaç sadece sağlam
lıktı ve eğer bu şatolarda bir güzellik eseri bulunursa bu
tamamiyle bir rastlantıyla oluyordu. Ortaçağda en güzel
yapıların ortaya çıkmasına derebeylik değil, Kilise ile ti
caret olanak vermiştir. Katedraller Tannnın ve O’nun Pis
koposlarının görkemini gözler önüne seriyordu. İngiltere
ile Hollanda arasmda yun ticareti yapan ve İngiltere K ral
larıyla Burgonya Düklerini kiralık uşakları sayan tüccar
sınıfı, duyduğu gururu görkemli kumaşçı dükkânlarında,
Flanders’daki belediye yapılarında ve daha az görkemli
olmak üzere birçok İngiliz pazar yerinde cisimlendiriyor
du. Ama ticari yapıları mükemmelliğe ulaştıran ülke, mo
dem plütokrasinin doğum yeri olan İtalya idi. Haçlıları
yolundan alıkoyan, birleşmiş Hıristiyan hükümdarlarını
hayran bırakan Venedik, denizin gelini Venedik, Duka
lar Sarayı ile tüccar prenslerin saraylarının temsilcisi ol
dukları yeni bir görkemli güzellik tipi yarattı. Kuzeyli
köylü baronların aksine, Venedik ve Cenova’nm şehirli
para babalarının yalnızlığa, savunmaya ihtiyaçları olma
dığından, bunlar yan yana yafşıyor ve içindeki görülebilir
her şeyin aşın derecede kılı kırk yarar olmayan herhan
gi bir yabancının gözüne görkemli göründüğü, estetik ba
kımdan doyurucu göründüğü şehirler yaratıyorlardı, ö zel
likle Venedik’te, sefaletin gizlenmesi çok kolaydı: pis ve
bakımsız semtler arka sokaklar tarafından saklandığı için,
gondola binenler bunlan hiçbir zaman görmüyorlardı. O
zamandan bu yana plütokrasi o derece tam ve mükemmel
bir başarı elde edememiştir bir daha.
Ortaçağda Kilise sadece katedraller değil, bizim mo
dem ihtiyaçlarımızla daha yakın ilişkili, başka cins yapı
lar da kurdu: manastır kiliseleri, kadın ve erkek manas
tırları, kolejler. Bunlar yapılırken sınırlı bir Komünizm
biçimi ve banşçı bir toplum yaşayışı gözönünde bulundu
ruluyordu. Bu yapılarda bireysel olan her şey kaba, gös
terişten, süsten yoksun ve sade, komüııal olan her şey ise
gösterişli ve heybetliydi. Birey olarak keşişin alçakgö-
iıüllülüğünü katı döşekli çıplak bir hücre doyuruyor; ta
rikat gururunu ise geniş ve görkemli salonlar, dua yer
leri ve yemekhaneler gözler önüne seriyordu. İngiltere’
de manastırlarla m anastır kiliseleri daha çok turistleri il
gilendiren yıkıntılar halinde yaşamakta, buna karşılık
Oxford ve Cambridge’deki kolejler hâlâ ulusal hayatın
bir bölümü olma durumlarını ve Ortaçağ komünalizminin
güzelliğini korumaktadırlar.
Rönesansın Kuzeye yayılışıyla birlikte, Fransa ve İn
giltere’nin kaba saba baronları İtalyan zenginlerinin ince
lik ve parlaklığını edinmek için çalışmaya koyuldular.
Mediçiler kızlarını krallara, şairlere, ressam ve mimarla
ra verirlerken, Alplerin kuzeyi ile Floransa modellerini
kopya ediyor ve aristokratlar şatolarının yerine, saldırı
lara karşı savunmasız oluşlarıyla, saraya mensup uygar
laşmış kişizadelerin yeni duydukları güven hissini belir
ten güzel köşkler yaptırıyorlardı. Ne var ki, bu güven
duygusunu Fransız Devrimi yoketti ve o andan itibaren
de geleneksel mimarlık üslûpları bütün canlılığım kay
betti. Eski iktidar biçimlerinin belli belirsiz hâlâ yaşadığı
yerlerde bu üslûplar Napolyon’un Louvre’a eklettiği ka
natlarda olduğu gibi, bazı yapılarda hâlâ belli belirsiz ya
şamaya devam etti; ne var ki, Napolyon’un Louvre’a ek
lettiği yapıların, Napolyon’un güvensizliğini gösteren çok
süslü bir bayağılığı vardır. Napolyon’un annesinin kötü bir
Fransızcayla hiç durmadan ona tekrarladığı şu sözü unut
maya çalıştığı anlaşılıyor: ‘Pourvou que cela doure.’
Ondokuzuncu yüzyılda, biri makine üretiminin, öteki
de demokratik bireyciliğin ürünü olan iki tipik mimarlık
biçimi vardır: bir yanda koca koca bacalarıyla fabrika
yapılan, öte yanda da işçi sınıfından ailelerin yaşadığı
sıra sıra küçücük evler. Fabrikalar, endüstrileşmenin do
ğurduğu .iktisadi örgütlenmeyi temsil eder. Toprak ran
tının yüksekliği dolayısıyla büyük yapılann tercih edil
diği yerlerde, bu gibi yapılar toplumsal bir birliğe değil,
sadece mimarlık yönünden birliğe sahiptir: bunlar, içle
rinde oturanların manastırdaki keşişler gibi müşterek
mülkiyet esasına dayanan bir topluluk meydana getirme
yip, ellerinden geldiği kadar birbirlerinin varlığından ha
bersiz kalmaya çalıştığı iş hanlan, blok apartmanlar, ya
da otellerdir. İngiltere’de, toprak değerinin çok yüksek
olmadığı her yerde, her aileye ayn bir ev esası kendini ka
bul ettirir. Londra’ya veya kuzeydeki herhangi büyük
bir şehre trenle yaklaşılırken, uçsuz bucaksız, diziler ha
linde sıralanmış bu cinsten küçük konutlar önünden ge
çilir; bu evlerin her biri bireyci bir hayatm merkezidir,
komünal hayatı ise, oradaki çevrenin karakterine göre
bürolar, fabrikalar ya da madenler temsil eder. Aile dı
şındaki toplumsal hayat, mimarlığın böyle bir sonuç do
ğurabildiği oranda, sadece ve sadece iktisadidir; iktisadi
nitelik taşımayan toplumsal ihtiyaçlar ise ya aile içinde
giderilmek, ya da hiç giderilmemek zorundadır. Eğer bir
çağın toplumsal ülküleri üzerine, o çağın mimarlığında
ki estetik niteliğe bakarak yargıda bulunmak gerekirse,
son yüzyıl bu bakımdan insanlığın ulaştığı en alçak nok
tayı temsil eder.
Fabrikalarla sıra sıra ufak evler, kendi aralarında,
modern hayatm tutarsızlıklarından merak uyandırıcı bir
örnek ortaya koyarlar. Bir yandan üretim gittikçe daha
büyük grupların ilgilendiği bir konu haline gelirken, si
yaset alanlan dışında saydığımız her şeyde, genel tu tu
mumuz gittikçe daha bireyci olma eğilimi kazanmıştır.
Bu sadece, kendi kendini ifade etme kültürünün insan
oğlunu her çeşit gelenek ve teamüle karşı anarşik bir
başkaldınşa yönelttiği sanat ve kültür alanı bakımından
değil, aynı zamanda —belki aşın kalabalıklaşmaya bir
tepki olarak— sıradan insanlann ve özellikle sıradan ka-
dınlann günlük hayatları bakımından da böyledir. Fab
rikalarda, sendikaların doğmasına yol açan zoraki bir top
lumsal hayat vardır; ama yuvasında, her aile kendi başı
na kalmak ister. Kadınlar, ‘Ben kendimi kendime sakla
rım,’ derler; kocalan ise, onlann evde oturup, evin efen
disinin dönüşünü beklediğini düşünmekten hoşlanırlar.
Müstakil küçük bir evin, müstakil bir mutfağın, ev işle
rinde müstakil bir köleliğin ve çocuklann okul saatleri
dışındaki bakımının zahmetlerine kadınlar işte bu duy
gular sayesinde katlanabilmekte, hattâ bunları tercih et
mektedirler. Müstakil evin işi zordur, müstakil evde ha
yat tekdüzedir ve kadın âdeta kendi evine hapsolmuş gi
bidir; ama yine de o, sinirlerini yıpratmasına rağmen bü
tün bunlan daha toplumsal bir hayat tarzına tercih eder,
zira müstakillik onun onuruna hizmet eder.
Bu tip mimarlığın tercih ediliş nedeni kadının duru
muyla bağlıdır. Kadın haklannın savunuluşuna ve kadın
ların oy kullanabilmelerine rağmen ev kadınının durumu,
hiç değilse işçi sınıfından olan ev kadınlannın durumu,
eskisine oranla pek büyük bir değişikliğe uğramamıştır.
Ev kadını hâlâ kocasının eline bakmakta ve ağır işçi gibi
çalıştığı halde ücret almamaktadır. Mesleği ev idaresi ol
duğu için, ev kadını idare edeceği bir evi olmasını ister.
Çoğu insanların ortak niteliği olan kişisel inisiyatifi kul
lanabilme arzusunun, ev kadını için, kendi evi dışında
doyurabilme olanağı yoktur. Koca ise, kendi yönünden,
karısının onun için çalışıyor olmasından ve iktisaden ona
bağımlı bulunmasından zevk duyar; aynca kansı ve evi
onun mülkiyet içgüdüsünü, herhangi başka tip bir mi
marlık tarzında mümkün olabileceğinden daha fazla do
yurur. Karı ve koca zaman zaman daha toplumsal bir ha
yat arzusu duyacak olsalar bile, evlilikte mülkiyet kav
ramından ileri gelen bir duyguyla, bir diğerinin hiç de
ğilse karşı cinsten belki de tehlikeli kimselerle karşılaş
ması olasılığı bu yaşayışta azaldığı için yine de memnun
durlar. Böylece, yaşayışlan bütün esnekliğini kaybetse
bile, toplumsal varlıklarının değişik bir biçimde örgütlen
mesini ne kadın ister ne de kocası.
Evli kadınların hayatlarını evleri dışmdaki çalışmay
la kazanmaları istisna değil de bir kural olsaydı, bütün
bunlar değişirdi. Meslek sınıfları içinde bağımsız çalış
mayla para kazanan kadınlar vardır ve bunlann sayılan
büyük şehirlerde, böyle çalışan kadınların çevrelerinin
doğurduğu ihtiyaçların giderilmesi yolunda birtakım
adımlar atılmasını gerekli kılacak kadar çoktur. Bu gibi
kadınların ihtiyacı olan şeyler ise, onlan yemek tasasın
dan kurtaracak bir tabldot ya da komünal mutfak ve ana
larının çalışma saatlerinde çocuklara bakacak anaokul-
landır. Alışılageldiğine göre evli bir kadının ev dışında
çalışmak zorunluğundan hoşnut olmadığı ve eğer iş günü
sonunda evinde, başka hiçbir işleri olmayan ev kadmla-
n nm yaptıkları sıradan işleri yapmak zorunda da kalı
yorsa, aşın yorgunluktan hasta düşmek olasılığıyla kar
şı karşıya bulunduğu düşünülür. Ama uygun bir mimar
lık tipi sayesinde kadınlar ev idaresi ve çocuk bakımı iş
lerinin çoğundan kurtulabilirler, bu suretle de hem ken
dilerine, hem kocalanna, hem de çocuklarına daha yararlı
olabilirlerdi; aynca, geleneksel kanlık, analık görevleri
nin yerini meslek çalışmasının alması net bir kazanç sağ
lardı. Bunun doğruluğuna her eski kafalı kocanın inan
ması için, kocaların bir haftalığına karılarının görevlerini
yüklenmeyi kabul etmeleri yeterdi.
Emeklerinin karşılığı ücret olarak ödenmediğinden iş
çi kanlannın çalışmaları hiçbir zaman modemleştirilme-
miştir, ama aslında bu çalışmalarm büyük bölümü de ge
reksizdir, gerekli olan bölümü ise çeşitli uzmanlar arasın
da bölünmelidif. Ama bunun gerçekleşmesi için de bazı
reformlar yapılması zorunludur ve bunlann birincisi mi
marlıkta reformdur. Mesele, Ortaçağ manastırlarındaki
komünal yaşayışın sağladığı üstünlüklerin aynını, ama
bekâr kalmak koşulu olmaksızın sağlamaktır; yani ço
cukların ihtiyaçlarının da karşılanması sağlanmalıdır.
İster müstakil evlerde, ister blok apartman odaların
da otursun, işçi sınıfından her ailenin yalnız kendisini dü
şündüğü şimdiki sistemin hiç de zorunlu olmayan nokta
larının neler olduğunu düşünelim önce.
Bu sistemden en çok zarar görenler çocuklardır. Ço
cuklar okul çağına gelene kadar güneşten ve temiz ha
vadan hemen hemen hiç yararlanamazlar; bu çocukların
yedikleri, yoksul, cahil, işi başından aşkm ve büyüklere
başka, çocuklara başka yemek pişirmesini bilmeyen ana
larının önlerine koyabildiği yemeklerden ibarettir; ana
ları yemek pişirirken, ev işleriyle uğraşırken bu çocuklar
hep analarının ayaklan altında dolaşır, işine engel olur,
bunun sonucunda da sinirleri bozulan analarından, belki
arada sırada yerini bir iki okşamaya bırakan sert, haşin
bir davranış görürler; bu çocukların, doğal etkinlikleri
ni zararsız bir biçimde gösterebilmeleri için ne özgürlük
leri vardır, ne bu etkinliklerini gönterebilecekleri yerleri,
ne de çevreleri. Bir araya gelen bütün bu koşullar altın
da bu çocuklar sarsak, sinirli ve cansız olurlar.
Analann gördüğü zarar da çok önemlidir. Ana, ço
cuk bakıcılığı eğitimi görmediği halde dadılık, aşçılık eği
timi görmediği halde aşçılık, hizmetçilik eğitimi görme
diği halde hizmetçilik eder, bütün bu görevleri bir başı
na yüklenir; yüklendiği görevlerin hepsini de ister iste
mez kötü bir biçimde yerine getirir; her zaman yorgun
dur ve çocuklan onun için bir mutluluk kaynağı olacak
larına, birer baş belâsıdırlar; koca işten döndüğü zaman
boş vakte sahiptir, ama kadınm hiç boş vakti yoktur;
böylece, sonunda kadın âdeta kaçınılmaz bir biçimde si
nirli, dar kafalı, yüreğinde kıskançlık taşıyan bir insan
haline gelir.
Erkek evinde daha az oturduğu için, onun uğradığı
zararlar daha önemsizdir. Ama evde oturduğu zaman da
karısının dırdırmdan ya da çocuklarının ‘kötü’ davranış
larından ötürü rahat yüzü göreceği kuşkuludur; zira ka
bahati mimarlıkta bulacağı yerde, tu tar kansını suçlar,
bu ise, erkeğin gaddarlık derecesiyle orantılı olarak de
ğişen tatsız sonuçlar doğurur.
Pek tabii, h er yerde ve her zaman bu böyledir demek
istemiyorum, ama şurasıhı da kesinlikle söyleyebilirim ki,
bu böyle olduğu zaman, ananın olağanüstü bir nefis di
siplinine, basirete ve fiziksel dayanıklığa ihtiyacı vardır.
İnsanlardan müstesna nitelikler isteyen bir sistemin ise
ancak istisnaî durumlarda başarılı olacağı apaçık bir ger
çektir. Sistemin kötülüklerini su üstüne çıkarmayan en
der durumların var oluşu, o sistemin kötü olmadığını ka
nıtlamaz.
Bütün bu dertlerin aynı anda ortadan kaldırılabilme
si için gerekli olan biricik şey, mimarlığa komünal öğe
yi sokmaktan ibarettir. Her biri kendi mutfağına sahip
ufak evler ya da blok apartman katları alaşağı edilmeli
dir. Bunların yerine, ortadaki dört köşe bir avlu çevresi
ne, güney yanı güneş alabilmesi için alçak bırakılacak
yüksek blok yapılar kurulmalıdır. Bu blok apartmanlarda
ortaklaşa kullanılacak bir mutfak, ferah bir yemek salo
nu, eğlenceler, toplantılar ve sinema oynatılması için de
bir başka salon bulunmalıdır. Ortadaki dört köşe avluda,
çocukların ne birbirlerine, ne de kırılabilir eşyaya kolay
ca zarar veremeyecekleri biçimde kurulmuş bir ana oku
lu bulunmalıdır: bu ana okulunda merdiven basamakları,
çocukların dokunabileceği açık ateş veya- sıcak soba bu
lunmamalı, tabaklar, bardaklar, çanak çömlek hep kırıl
maz malzemeden yapılmış olmalı ve genellikle, çocukla
ra ‘sakın ha,’ demeyi gerektirecek her türlü eşya bulun
durmaktan elden geldiği kadar kaçınılmalıdır. İyi hava
larda ana okulu açık havaya çıkmalı, kötü havalarda ise
—çok kötü havalar hariç— b ir yanı tamamiyle açık oda
larda olmalıdır. Çocuklar bütün yemeklerini ana okulun
da yemeli ve ana okulu çocuklara hem ucuz, hem de ana
larının verebileceğinden daha sağlığa yararlı besinler ver
melidir. Çocuklar memeden kesildikleri günden okul ça
ğma gelene kadar, sabah kahvaltısıyla ana okulunda son
yemeklerini yedikleri saat arasındaki bütün zamanlarını,
içinde bulundukları güvenliğe oranla asgari bir gözeti
min gerektiği ve kendilerini eğlendirecek h er türlü fır
satın bulunduğu ana okulunda geçirmelidirler.
Çocuklann kazancı tasavvur edilemeyecek kadar bü
yük olacaktır. Açık hava, güneş, geniş alan ve iyi besin
sağlıklarına yarayacak; çoğu işçi çocuklarının, çocukluk
larını içinde geçirdikleri sürekli bir huzursuzluk, kavga
ve yasak havasmdân kurtulmuş olmaları, özgürlükleri,
onların karakterine iyi etki yapacaktır. Küçük çocuklara
güven içinde ancak özel bir biçimde kurulm uş bir çev
rede verilebilen hareket serbestliği, böyle b ir ana oku
lunda hemen hemen hiç kontrol edilmeksizin verilebile
cek, bunun sonucunda da çocuklarda gözüpeklik ve kas
yeteneği hayvan yavrularında olduğu gibi doğal bir yol
dan gelişecektir. Çocukların hareketlerini sürekli olarak
yasaklar altına almak, onların ileriki hayatlarında bir hoş
nutsuzluk ve utangaçlık kaynağı olarak kendini gösterir,
ama çocuklar hep büyükler arasında yaşadıkları sürece
de bu yasaklardan vazgeçmek çoğunlukla olanaksızdır;
bundan dolayı ana okulu onların sağlıkları kadar karak
terleri için de hayırlı olacaktır.
Ana okulunun kadınlara sağlayacağı üstünlükler de
bir o kadar büyüktür. Kadınlar çocuklarını memeden ke
ser kesmez, özel olarak çocuk bakmak için yetiştirilmiş
kadınlara teslim edecekler ve çocuklar bütün gün boyun
ca bu kadınların bakımında kalacaktır. Ev kadım yiye
cek alışverişi, yemek pişirmek ve bulaşık işleriyle uğraş
mak zorunda kalmayacaktır. Onlar da kocaları gibi sa
bah çıkıp işe gidecekler, akşam eve döneceklerdir; hiç
durmadan çalışmayacaklar, kocalan gibi onların da b ir ça
lışma ve dinlenme saatleri olacaktır. Çocuklarım sabah
ve akşam, sevgi alışverişine yetecek, ama sinirleri boz
maya sebep olmayacak kadar göreceklerdir. Bütün gün
boyunca çocuklanyla beraber bulunan kadm lann onlar
la oynayacak enerjileri hiç kalmaz; bir kural olarak ço
cuklarla, annelerden çok babalan oynar. Eğer çocuklar
hep kendileriyle ilgilenilmesi için durmadan mızmızla
nır, bir an bile rahat vermezlerse, çocuklanna en düş
kün ana babalar bile sinirlenir, çileden çıkarlar. Ama ço
cuklardan ay n geçirilen bir günün sonunda analar da, ço
cuklar da birbirlerine, bütün gün beraber geçirdikleri za
mankine oranla daha büyük bir sevgi gösterirler. Beden
ce yorulmuş, ama kafaca huzur içinde olan çocuklar, ana
okulundaki kadm lann yansız davranışlanndan sonra an
nelerinden görecekleri ilginin tadım daha çok çıkaracak
lardır. Böylece, tasa verici ve sevgiyi öldürücü şeyler bu
lunmaksızın, aile hayatı içinde iyi olan şeylşr yaşaya
caktır.
Mimarlık yönünden kolej salonları mükemmelliğin
de geniş, büyük eğlenti ve toplantı salonlan, gerek er
keklerin, gerek kadınların daracık odaların kasvetli ha
vasından kaçıp ferahlayacakları yerler olacaktır. Güzel
lik ve yer bolluğu artık yalnız zenginlerin tekelinde bu
lunan şeyler olmaktan çıkacaktır. Daracık yerlerde hep
bir arada bulunmanın yarattığı sinirlilik sona erecektir
ve şurası da unutulmamalıdır ki, sinirlilik çok kere aile
hayatını çekilmez hale, getirir.
İşte bütün bunlar mimarlıkta yapılacak b ir reformun
sonuçlan olacaktır.
Yüzyıldan fazla bir zaman önce Robert Owen, işçilere
toplu yaşayışın üstünlüklerini sağlamak amacını güden
‘kooperatif paralel kenarları’yla herkesi kendine güldür-
müştü. O koyu yoksulluk günlerinde her ne kadar Robert
Owen’m ortaya attığı fikir henüz mevsimsiz idiyse de, o
fikrin birçok yanlan, bugün uygulanabilir ve istenir ola
na çok yaklaşmış bulunmaktadır. Robert Owen da, New
Lanark’da son derece aydın esaslara dayanan bir ana oku
lu kurabilmişti. Ne var ki, New Lanark’ın özel koşullan
dolayısıyla yanılıp ‘paralelkenarlarına’ sadece oturulan
yerler gözüyle değil, birer üretim ünitesi gözüyle baktı.
Endüstrileşme eğilimi ta başından beri üretim e çok fazla,
tüketim ve günlük yaşayışa ise çok az önem verme yö
nünde gelişmiştir; bu ise, ancak üretim sayesinde müm
inin olan kâra verilen önemin bir sonucudur. Böylece fab
rika bilimsel bir nitelik kazanmış, iş bölümünü mümkün
olan en ileri noktaya kadar götürmüş, buna karşılık ev
bilimsellikten uzak kalmıştır ve dolayısıyla çeşit çeşit ev
işleri hâlâ, zaten taşıyabileceğinden fazlasını yüklenmiş
bulunan ananın tepesine yığılmaktadır. İnsan etkinliğinin
en rastgele, en örgütsüz ve bütünüyle en yetersiz bölüm
lerinin hiçbir maddî yarar beklenemeyecek
etkinlikler
oluşu, kâr sağlama güdüsünün egemenliğinin doğal bir
sonucudur.
Bununla birlikte şurası da kabul edilmelidir ki, be
nim önerdiğim cinsten b ir mimarlık reformunun karşısı
na çıkacak zorluklan da, doğrudan doğruya işçilerin psi
kolojilerinde aramak gerekecektir. İnsanlar ne kadar kav
ga ederlerse etsinler, ‘yuva’nın mahremiyetini severler
ve yuvalarında gururlannı, mülkiyet duygularını okşa
yan bir şey bulurlar. Manastırlardaki gibi bekârlığın
esas olduğu bir komünal hayatta böyle bir sorun doğmaz
dı; mahremiyet içgüdüsünü ortaya çıkaran şey evlilik ve
ailedir. Arada sırada gazocağı üzerinde yapılabilecek ola
nın dışında, özel yemek pişirmenin bu içgüdüyü doyur
mak bakımından gerçekten de zorunlu olduğuna inanmı
yorum; ben, insanın kendi malı olan eşyayla döşenmiş
özel bir dairenin, o eşyaya alışmış insanlara yeteceğine
inanıyorum. Ne var ki, mahrem alışkanlıkları değiştirmek
her zaman zordur. Bununla birlikte kadınlardaki bağım
sızlık kazanma arzusu, evleri dışında geçimlerini kaza
nan kadınların sayısını derece derece, gittikçe daha çok
artırabilir, bu da öbür yandan, bizim kadınlar için hayırlı
saydığımız bir sistemi doğurabilir. Şimdiki halde kadın
haklarını savunma akımı, işçi sınıfından kadınlar arasın
da hâlâ emekleme çağındadır, ama bir Faşist tepkiyle
karşılaşmadıkça büyüyüp gelişme olasılığı çoktur. Belki
de zamanla bu güdü kadınların komünal mutfağı ve ana
okullarını tercih etmesine yol açacaktır. Bir değişiklik ar
zusunun erkeklerden gelmesi beklenemez. İşçi erkekler,
Sosyalist ya da Komünist bile olsalar, kanlarının duru
munda bir değişiklik ihtiyacını nadiren görürler.
İşsizlik hâlâ korkunç bir belâ olma durumunu korur
ken, insanlar İktisadî prensipleri anlayabilmek başansım
hâlâ gösteremezlerken, ev kadmlannın ev dışında çalış
ması fikrine, çalışacak olan kadınlann işlerini ellerinden
alacağı erkeklerin işlerinden olması ihtimali dolayısıyla,
gayet tabiî karşı çıkılacaktır. İşte bu sebepten ötürü, evli
kadınlann sorunlan, belki de Sosyalizm dışında çözüm
lenemeyecek olan işsizlik sorunuyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Hem zaten benim savunmakta olduğum cinsten ‘koopera
tif paralelkenarları’ kâr sağlama güdüsü bir başma doğu-
ramayacağma göre, bunlann büyük çapta ortaya çıkışlan
ister istemez geniş bir Sosyalist akımın bir parçası ola
rak görülecektir. Bu yüzden, İktisadî etkinliği ayarlayan
şey kâr arzusu olduğu sürece, çocukların sağlık ve karak
terleriyle, kadmlann sinirleri ister istemez zarar görme
ye devam edecektir. Kâr sağlama güdüsü ile bazı şeyler
başanlabilir, bazı şeyler ise başanlamaz; başanlamayan-
lar içinde, işçi sınıfından ev kadınlarıyla çocukların iyi
bir hayat yaşamaları ve— belki daha da Ütopik görüne
cek olan— banliyölere güzellik katma sayılabilir. Ama
bizler her ne kadar banliyölerin iğrenç çirkinliğini Mart
rüzgârları ya da Kasım sisi kadar olağan sayıyorsak da,
aslında bu çirkinlikler, Mart rüzgârları ya da Kasım sisi
kadar kaçınılmaz değildir. Bu banliyöler özel girişim eliy
le yapılacağına belediye eliyle yapılsa, plânlı yapılmış so
kakları, kolej yapılan gibi evleri olsa, her halde insanın
gözünü okşardı; bunun aksini düşünmek için gerçekten
de hiçbir neden yoktur .En aşağı tasalanmız ve yoksul
luğumuz kadar, çirkinlik de, bizim özel girişim kârrna
köle olmak için ödediğimiz fiatın bir bölümüdür.
BÖLÜM IV
Dostları ilə paylaş: |