‘YARARSIZ’ BİLGİ
Arkadaşlarını ele vermek suretiyle yükselerek kal
burüstü bir adam haline gelmiş olan Francis Bacon, ‘bil
ginin kudret olduğunu’ savunmuştu; bu, hiç kuşkusuz,
olgunluğa ulaşmış bulunanların deyimlerle edindikleri
bir derstir. Ne var ki, bu BÜTÜN bilgiler için doğru de
ğildir. Thomas Browne, sirenlerin ne türküsü çağırdıkla
rını bilmek istiyordu, ama sirenlerin türküsünü tespit
edebilseydi, bu ona yargıçlıktan, ilinin Yüksek Şeriflik
makamına terfi edebilmek olanağını kazandırmayacaktı.
Bacon’un sözünü ettiği bilgi, bilimsel adını verdiğimiz bil
gidir. Bacon bilimin önemi üzerinde kuvvetle dururken,
Arapların ve Ortaçağ başlarının geleneğini bir gecik
meyle sürdürmüş oluyordu, zira Arapların geleneğine,
Ortaçağ geleneğine göre bilgi başlıca, hepsi de fennin kol
ları olan astroloji, simya ve farmakolojiden ibaretti. Bil
gili adam demek, bu dallar üzerindeki çalışmalarını ta
mamlayarak sihirli güçler kazanmış olan adam demekti.
On birinci yüzyıl başlarında Papa II. Silvester’in b ir si
hirbaz olduğuna, şeytanla dost olduğuna herkesin inan
masının biricik nedeni, Papa’nın kitap okuyan bir insan
oluşuydu. Shakespeare zamanında sadece bir fanteziden
ibaret olan Prospero, hiç değilse büyücülük kudreti bakı
mından, yüzyıllardan beri herkesin kabul edegelmiş bu
lunduğu bilgili adam kavramını temsil ediyordu. Bacon
fennin, önceki çağlarda yaşayan büyücü, falcı ve sihir
bazların rüyalarinda bile göremeyecekleri kadar kudret
li bir sihirbaz değneği sağlayacağına —şimdi anlıyoruz
ki, haklı olarak— inanıyordu.
Ingiltere’de Bacon döneminde en yüksek noktasına
ulaşmış olan Rönesans içinde, yalnızca yarar gözeten bil
gi kavramına karşı bir başkaldınş vardır. Yunanlılar Ho-
m er’den zevk aldıkları için, tıpkı bizim müzikhol şarkı
larını belleyişimiz gibi, bir şey öğrenmekte olduklarını
farketmeksizin Homer’i çok iyi bellemişlerdi. Ne var ki,
on altıncı yüzyıl insanları önce dil konusunda derin bir
bilgi edinmeden Homer’i anlamsya başlayamazdı. On al
tıncı yüzyıl insanları Yunanlılar’a hayrandılar ve Yunan
lıların zevk aldığı şeylerden yoksun kalmak istemiyor
lardı; bundan dolayı, gerek klâsikleri okuma yönünden,
gerek bunun kadar makbul tutulamayacak bakımlardan
Yunanlılar’ı kopya ettiler. Rönesansta bilgi, en aşağı içki
ve sevişmek kadar, ‘joie de vivre’in * bir parçasıydı. Ve
bu, yalnız edebiyat alanmda değil, daha katı incelemeler
de de böyleydi. Hobbes’un Euclid’le ilk temasımn öykü
sünü herkes bilir: kitabı açıp da bir rastlantı eseri Pisha-
gor teoremiyle karşılaşan Hobbes, ‘Yahu bu olamaz’, di
ye bağırmış ve kanıtlan geriye doğru okuyarak en sonun
da aksiyoma varınca, aklı yatmış. Bunun Hobbes için şe
hevî hazla dolu bir an olduğundan ve Hobbes’un o anda
geometrinin alan ölçmekteki yaran düşüncesini aklının
köşesinden bile geçirmediğinden kimse kuşku duyamaz.
Antik dillerin uygulama alanında kullanılabilme ola
nağını, teolojiyle ilgili olarak Rönesans’m bulduğu bir ger
çektir. Klâsik Latinceye duyulan yeni ilginin ilk sonuç-
lanndan biri, Papalık makamından verilen düzmece buy-
ruklann saygınlığının sıfıra indirilişi ve Konstantin’in
Hıristiyanlığa kazandınlışı olmuştu. Vulgate ve Septua-
gint’de * ortaya çıkarılan yanlışlar, Yunanca ve İbranice-
yi protestan ilâhiyatçılarının polemik araçlan arasmda
zorunlu öğeler haline getirdi. P uritanlann Stuartlara, Ciz-
vitlerin de Papayla ittifaka sırt çeviren hükümdarlara
karşı direnişlerini haklı göstermek için, Yunanın ve Ro-
ma’mn cumhuriyetçi ruh taşıyan özdeyişleri canlandırıl
dı. Ne var ki, bütün bunlar, Luther’den hemen hemen bir
yüzyıl önce İtalya’da tam anlamıyla hızım almış bulunan
klâsik bilginin canlandınlışı hareketinin nedeni olmak
tan çok, sonucuydu. Rönesansı doğuran bellibaşlı güdü,
cahillik ve kör inançlar akim gözlerine at gözlüğü taktığı
sürece kaybedilmiş olan bir zenginliğin, sanatta ve düşü
nüşte özgürlüğün, kafa zevkinin tekrar kazanılması arzu-
suydu.
Yunanlıların, dikkatlerinin bir bölümünü felsefe,
geometri ve astronomi gibi salt edebî ya da artistik olma
yan konulara ayırdıkları anlaşıldı. Bundan dolayı, bu ça
lışmalara saygı gösterildi, öbür bilimlere karşı ise daha
kuşkulu bir tutum takınıldı. Gerçi Hippocrates ve Galen
adlan tıbba bir onur katıyordu; ama araya giren dönem
içinde tıp hemen hemen sadece Araplarla Yahudilerin uğ-
raştıklan bir konu olmuş ve ayrılmaz bir biçimde büyüy
le kanşmıştı. Paracelsus gibi adamların güvenilmez ün
leri de buradan geliyordu. Rengi tıbbmkinden de bulanık
olan kimya ta on sekizinde yüzyıla kadar saygıdeğer bir
nitelik kazanamadı.
Bir beyefendinin entellektüel araçlanm n Yunanca,
Latince ve bir parçacık geometriyle onun yanısıra azıcık
da astronomi bilgisi olduğu düşüncesi işte bu yoldan yer
leşmiştir. Yunanlılar geometriyi uygulama alanında kul-
lanmadık yer bırakmadılar, astronomi için ise, o da ast
roloji kılığı içinde olmak üzere, ancak çöküş dönemlerin
de bir kullanma alanı buldular. On altıncı Ve on yedinci
yüzyıllarda matematik esas itibariyle Helenlerde olduğu
gibi hiçbir çıkar gözetilmeksizin, bir uygulama alanı dü-
şünülmeksizin incelendi ve büyücülükle ilişkileri dolayı
sıyla saygınlıklarım kaybetmiş bilimlere pek iltifat edil
medi. Daha geniş ve daha pratik bir bilgi kavramına doğ
ru yönelmiş ve on sekizinci yüzyıl boyunca derece dere
ce sürmüş olan değişikliği, bu dönemin sonunda, Fransız
Devrimi ile makineleşmedeki gelişim birdenbire hızlan
dırdı ve Fransız Devrimi beyefendilere yakışır kültüre
bir darbe indirirken makineleşmedeki gelişim de beye
fendilere yakışmaz marifetlere yepyeni ve olağanüstü de
recede geniş bir uygulama alanı açtı. Geçen yüz elli yıl
boyunca insanlar «yararsız bilgi»nin değerinin ne oldu
ğu sorusunu gittikçe daha çok kurcalamışlar ve gittikçe
daha çok, sahip olmaya değer biricik bilginin toplum İk
tisadî hayatının şu ya da bu bölümüne uygulanabilir bil
gi olduğu inancına varmışlardır.
Yararcı bilgi görüşü varlığını yalnız Fransa ve İn
giltere gibi geleneksel eğitim sistemleri olan ülkelerde, o
da ancak kısmen koruyabilmiştir. Meselâ üniversitelerde
Çin klâsiklerini okumuş olup da, Modern Çin’in yaratıcısı
Sun Yat-sen’i yakından tanımayan profesörler hâlâ bu
lunmaktadır. Hâlâ bazıları vardır ki, tarihi sadece arı üs
lûp sahibi yazarların aktardığı kadarıyla, yani Yunanis
tan ’da İskender’e, Roma’da da Neron’a kadar olan ilkçağ
tarihini bilirler de, ilkçağ tarihinden çok daha önemli olan
daha yakın tarihi, sırf bu tarihi aktaran tarihçilerin ede
bî yanları güçlü olmadığı için öğrenmek istemezler. Bu
nunla birlikte Fransa ve İngiltere’de bile eski gelenek can
çekişmektedir, Rusya ve Birleşik Devletler gibi çağları
na daha iyi ayak uyduran ülkelerde ise tamamiyle orta
dan kalkmıştır. Meselâ Amerika’da eğitim komisyonları,
çoğu insanın iş yazışmalarında kullandığı kelimelerin to
pu topu bin beş yüz tane olduğuna işaret eder ve buna
göre bütün geri kalan kelimelerin okulların ders prog
ramlarından çıkarılması gerektiğini bildirir. Bir İngiliz
icadı olan ‘Basic Englich’ * daha da ileri gider ve kelime
dağarcığında bulunması zorunlu kelime sayısını sekiz yü
ze indirir. Konuşmanın estetik değer ortaya koyabilme
yeteneğine sahip bir şey olduğu kavramı ölmekte, bunun
yerini, kelimelerin bütün amacının pratik bilgi aktarmak
olduğu düşüncesi almaktadır. Rusya’da pratik amaçlar
peşinde koşanlar bu işi Amerika’dakine oranla daha can
dan yürekten yapmaktadırlar: buradaki eğitim kuram la
rında her öğretilenin, eğitim ya da yönetim alanındaki
birtakım açık amaçlara hizmet etmesine çalışılır. Bundan
paçasını kurtaran biricik konu teolojidir: Diyalektik ma
teryalizmi burjuva metafiziğinin eleştirmesine karşı sa
vunabilmek için bazı kimseler kutsal yazıları Almanca
aslından okumak, bazı profesörler de felsefe öğrenmek zo
rundadırlar. Ne var ki, ortodoks düşünüş daha güçlü bir
biçimde yerleşmekte olduğundan, bu ufacık gedik de tı
kanacaktır.
Bilgi her yerde, iyiliği kendi içinde bulunan bir şey,
ya da genellikle daha geniş, daha insancıl bir hayat gö
rüşü yaratma aracı değil, sadece, teknik ustalığın ayrıl
maz bir parçası sayılır hale gelmektedir. Bunun bir nede
ni de, bilimsel, teknik ve askeri zorunluk yüzünden top
lumun eskisine oranla daha bir bütünleşmiş hale gelişi
dir. Eskisine oranla şimdi toplum içinde daha büyük bir
karşılıklı bağımlılık ve dolayısıyla bir insanı komşuları
nın yararlı bulduğu biçimde yaşamaya zorlayan daha bü
yük bir toplumsal baskı vardır. Çok zengin ailelere men
* Bir çeşit basit, İngilizce öğretme yöntemi.
sup olanlar, ya da (İngiltere’de) eskilikleri yüzünden bi
rer andaç sayıldıkları için dokunulmazlık kazananlar dı
şında kalan eğitim kurum lan, paralarını diledikleri gibi
harcamaya mezun olmayıp, hüner kazandırmak ve bağlı
lık aşılamak suretiyle yararlı b ir amaca hizmet ettikleri
konusunda Devlet’i inandırmak zorundadırlar. Bu, zorun
lu askerliğe, izci örgütüne, siyasal partilerin kuruluşuna
ve siyasal tutkunun Basın tarafından herkese bulaştm l-
masına yol açan aynı akımın temelli bir parçasıdır. He
pimiz eskisine oranla yurttaşlarımızla daha yakından il-
giliyizdir, eğer erdem sahibiysek onlara iyilikte bulun
mak ve herhalde onlann bize iyilik etmelerini sağlamak
isteriz. Aldığı zevk nitelik bakımından ne kadar incelmiş
olursa olsun, kimsenin tembel tembel hayattan zevk al
ması hoşumuza gitmez. Herkesin büyük davaya (bu bü
yük dava her ne ise) yardım konusunda, bir şeyler yap
ması, hele kötü adamlar bu büyük davaya karşı çalıştık-
la n için, mutlaka bir şeyler yapması ve bu karşı çalış--
m alann durdurulması gerektiğine inanırız. Kafamızın boş
zamanı, dolayısıyla da, bizce önemli sayılacak herhangi
bir şeyle savaşmamızda yardımcımız olacak niteliktekiler
dışında bilgi edinmeye yetecek zamam yoktur.
Dar çerçeveli yararcı eğitim görüşünden yana söyle
nebilecek pek çok şey vardır. Geçimi sağlamaya başlama
dan her şeyi öğrenmeye vakit yoktur, ‘yararlı’ bilgi de
hiç şüphesiz çok yararlıdır. Modem dünyayı yapan bu ya
rarlı bilgidir. Bu bilgi olmasa, makinelerimiz, otomobil
lerimiz, demiryollanmız ya da uçaklarımız olmazdı; şu
rasını eklemek gerekir ki, modem reklâmcılık ve modem
propaganda da olmazdı. Modem bilgi, sağlık alanında bü
yük gelişmeler doğurmuş, aynı zamanda da koca bir şe
h ir halkım zehirli gazlarla yok etme yolunu bulmuştur.
Dünyamızı eski zamanlardan ayıran belirgin nitelik her
ne ise, bunun kaynağı ‘yararlı bilgi’dedir. Hiçbir toplum
henüz buna yeteri kadar sahip değildir ve eğitimin bunu
sağlama yolunda çalışmaya devam etmesi gerektiğine hiç
kuşku yoktur.
Aynca şurasını da kabul etmek gerekir ki, gelenek
sel kültür eğitiminin büyük bölümü budalaca şeylerden
ibaretti. Okul öğrencileri yıllar boyu Latin ya da Yunan
dili grameri öğrenmeye çalışırlar, sonunda ise (birkaçı
dışında) bir Latin ya da Yunan yazarını okumalarını sağ
layacak ne yetenek ne de isteği elde edebilirlerdi. Modem
diller her bakımdan, Latince ve Yunanca’ya tercih edilir.
Modern diller sadece daha yararlı değildirler, aynı za
manda, çok daha kısa zaman içinde çok daha fazla kül
tü r verirler. On beşinci yüzyılda, okunmaya değer ne var
sa hepsi, eğer İtalyanca değilse, ya Latince ya da Yunan
ca olduğundan, bu yüzyılda yaşayan b ir İtalyan için La
tince ve Yunanca kültür kapısını açan biricik anahtardı.
Ne var ki, on beşinci yüzyıldan zamanımıza kadar çeşitli
modem dillerde büyük edebiyatlar boy vermiş ve uygar
lığın gelişmesi o derece hızlı olmuştur ki, sorunlarımızı
anlayabilmek bakımından modem ulusları ve onların nis
peten yeni tarihlerini bilmenin sağladığı yarar yanında,
antikiteyi bilmenin sağlayacağı yarar devede kulak kalır.
Geleneksel eğitim yapan okul öğretmeninin, bilgide can
lanış döneminde hayranlıkla karşılanan görüş açısı, on
beşinci yüzyıldan bu yana dünyanın yaptıklarını görmez
likten geldiği için, aşırı derecede daralmıştır. Doğru dü
şünülecek olursa, gerçekten de, kültüre yalnız tarih ve
modem diller değil, bilim de hizmet eder. Bundan dolayı,
geleneksel öğretim programlarını savunmaksızın, eğiti
min doğrudan doğruya yarar gütmekten başka amaçlan
da olması gerektiği tezini öne sürmek mümkündür. Ya
rarlılığı da, kültürü de daha geniş bir görüşle düşündüğü
müz zaman görülecektir ki, bunlann uyuşmazlığı, h er bi
rinin fanatik savunucularının sandığından daha azdır.
Bir de, kültürün ve dolaysız yararlılığın birleştirile-
bildiği hallerden ay n olarak, teknik yeterliliğe hizmeti
dokunmayan cinsten bilgiye sahip olmanın sağladığı do
laylı yarar vardır ki, bu da çeşit çeşittir. Bu cins bilgi
edinme yolunda atılan adımların daha çok özendirme gör
mesi sayesinde ve
aynca, meslekî
hedeflerden başka
amaç gütmeyen uzmanlık çalışmalarının amansızca tem
posunun yavaşlatılması yoluyla, modern dünyanın en kö
tü yanlarından bazılarının düzeltilebileceği kanısındayım
ben.
Bilinçli eylem bütünüyle bir tek belirli amaç üzerin
de toplandığı zaman, pek çok insanda bunun kesin sonu
cu olarak bir dengesizlik ve bu dengesizliğin yanısıra si
nir bozukluğu başgösterir. İkinci Dünya Savaşı’nda Al
man politikasını yöneten adamlar birtakım hatalar işle
diler; meselâ bunlardan bir tanesi, Amerika’yı müttefik
ler safına iten denizaltı saldırılandır. Bu konu üzerine
ilk defa eğilen herhangi bir kimse, bunun hata olduğunu
görebilir, ne var ki, Alman politikasının yöneticileri, ka
falarını hep bir noktaya vermelerinin ve hiç tatil yap-
mamalannm bir sonucu olarak sağlıklı yargıda buluna
madıklarından, bunu göremediler. İnsan gruplannm, do
ğal dürtüleri uzun süre baskı altında tutan işlere giriş
tikleri her yerde aynı durum görülebilir. Japon emper
yalistlerinde de, Rus Komünistlerinde de, Alman Nazi-
lerinde de hep gergin bir fanatizm vardır ki, bu başarıl
mayı bekleyen birtakım büyük işlerden ibaret bir zihin
dünyası dışında yaşantıları olmamasından ileri gelmek
tedir. Bu büyük işler, fanatiklerin sandıklan kadar önem
li ve iyi olduğu zaman bunların sonuçlan da görkemli ola
bilir; ne var ki, birçok örneklerde görüş darlığı, çok bü
yük bazı karşı güçleri göze ya hiç göstermemekte, ya da
cezalandırılması, terörle karşılanması gereken şeytan işi
olarak göstermektedir. En aşağı çocuklar kadar büyük
lerin de oyuna, yani, zaman zaman, o anda vereceği zevk
ten başka hiçbir amaç taşımayan eylemlere ihtiyaçları
vardır. Ama eğer oyun kendi amaçlarına hizmet edecek
se, çalışmayla bağlı olmayan hususlara ilgi duymak ve
bunlardan zevk almak şarttır.'
Şehirli modem insanların eğlenceleri gitgide daha
edilgin gitgide daha kolektif olma ve başkalarının usta
lıklı eylemlerine edilgin bir şekilde seyirci kalmaktan iba
ret hale gelmektedir. Kuşkusuz, eğlencenin böylesi bile
hiç yoktan iyidir; ama eğitim sayesinde, işle bağlı olma
yan cinsten çok daha zengin ve zekice meraklar edinmiş
bir toplumun zevkini çıkarabileceği eğlenceler kadar iyi
değildir. İnsanlığın makinelerin verimliliğinden yararla
nabilmesini sağlayacak daha iyi bir İktisadî örgütlenme,
daha çok boş zaman kalmasma yol açardı; boş zamanın
çoğu ise, hatırı sayılır beyinsel çalışmaları ve merakı olan
lar dışında, insanlara sıkıcı gelir. Boş zamanı bulunan bir
toplumun mutlu olabilmesi için bu toplumun eğitilmiş,
hem de. teknik bilginin dolaysız yararı kadar, beyinsel
zevk de gözönünde bulundurularak eğitilmiş bir toplum
olması gerektir.
Başarılı bir biçimde sindirilmiş bilgi içindeki kültür
öğesi, bir insanın düşünce ve isteklerinin karakterine bi
çim verir, bu düşünce ve isteklerin sadece o insanın en
önde gelen ihtiyaçları bakımından önem taşıyan konula
ra değil, hiç değilse kısmen, o insanın önde gelen çıkarla
rı dışında kalan geniş konulara da yönelmesini sağlar.
Bilgi sayesinde belirli birtakım yetenekler kazanınca, in
sanın bu yeteneklerini topluma yararlı olacak yolda kul
lanacağı düşüncesi şimdiye dek rahatlıkla kabul edilegel-
miştir. Dar görüşlü yararcı eğitim kavramı, bir insanın
yetenekleri kadar amaçlarını da eğitmek zorunluğu bu
lunduğunu gözden kaçınr. Büyük küçük, insan doğasın
da, çeşitli biçimlerde kendini gösteren hatırı sayılır bir
zalimlik öğesi vardır. Okulda oğlanlar yeni gelen bir öğ
renciye, ya da elbiseleri pek alışılmamış biçimde olan b i
rine kötü davranma eğilimindedirler. Pek çok kadın (epey
ce de erkek) kötü niyetli dedikodularla, ellerinden geldi
ği kadar acı verirler hemcinslerine. îspanyollar boğa gü
reşine bayılırlar; îngilizler avcılık ve atıcılıktan zevk alır
lar. Aynı zalimlik dürtüleri, Almanya’da Yahudi, Rusya’
da da kulak * avı ile çok daha ciddi biçimler almaktadır.
Emperyalizmin her türlüsü, zalimlik dürtülerinin rahat
ça boşalacağı alanlar yaratır ve savaşta bu dürtüler en
yüce kamu görevi olarak kutsanır.
Gerçi çok yüksek eğitim görmüş kişilerin de bazen
zalim olduklarını kabul etmek gerekir, ama hiç şüphe
yok ki, bunlar arasından zalim, kafaları işlenmemiş in
sanlar arasındakine oranla pek seyrek çıkar. Okulda h er
kese çatan oğlanlar arasında beyinsel yeteneği ortalama
bir düzeyde olanına pek seyrek rastlanır. Bir linç olayın
da gözü dönmüşlerin başını çekenler çok kere son dere
ce cahil adamlardır. Bunun nedeni, kafaların eğitilmesi
nin mutlaka olumlu insancıl duygular uyandırabilmesin-
de değildir; gerçi öyle de olabilir, ama asıl neden, eğitil
miş kafaların, komşulara kötülük etmekten daha başka
şeylere merak duymasmda, kendine güvenme duygusunu
insanlar üzerinde egemenlik kurmaktan başka kaynaklar
da arayıp bulmasındadır. Genellikle insanlar tarafından
en çok arzulanan iki şeyden birincisi iktidar sahibi olmak,
İkincisi de hayranlık uyandırmaktır. Cahil kişiler b ir ku
ral olarak bunların her birini, fiziksel üstünlük elde et
mek suretiyle gaddarca yollardan başarır. K ültür ise in
sana iktidarı daha az zararlı biçimlerle kazandırdığı gibi,
hayranlığı da, hayranlığa daha layık yollardan uyandır
ma olanağım sağlar. Galile, dünyayı değiştirmek bakımın-
dan herhangi bir hükümdardan çok fazlasını yapmıştır;
Gaîile’nin iktidarı ise, kendisine eza cefa edenlerin ikti
darını çok aştı. Bundan dolayı da Galile, karşılık olarak
kendisine eza cefa edenlere aynı şeyi yapmayı amaç edin
medi.
‘Yararsız bilgi’nin en önemli üstünlüğü belki de, de
rin düşünme alışkanlığı yaratmaya yardımcı oluşundadır.
Dünyada herhangi bir eyleme girmeden önce düşünmek
ihtiyacını duyan insan çok azdır, hem de sadece, eyleme
girmeden önce gerektiği kadar düşünmeyi gerektiren du
rumlarda değil, aynı zamanda, düşünüldüğü takdirde bel
ki de düşüncenin bize o eyleme hiç girmemeyi salık vere
ceği bazı durumlarda da bu böyledir. İnsanlar bu konuda
yan tutmalarım çeşitli tuhaf biçimlerde gösterirler. Me-
fistofeles genç öğrenciye kuramın kurşunî, ama hayat ağa
cının yeşil olduğunu söyler, herkes de bu lafı, sanki Goet-
he’nin toy bir öğrenciye şeytanın ağzından söylediği ve
ancak şeytanın ağzına yakıştırdığı bir fikir değilmiş de,
Goethe’nin kendi fikriymiş gibi alır kullanır. Hamlet ey
lemsiz düşünceye karşı korkunç b ir uyarma olarak ka
bul edilir de, Otello’yu kimse düşüncesiz eyleme karşı bir
uyarma saymaz. Bergson gibi profesörler, pratik insan
lara olan bir çeşit züppece hayranlıkları yüzünden, felse
feyi yerin dibine batırarak, hayatın en üstün anlarının bir
süvari hücumunu andırması gerektiğini ileri sürerler. Ben
kendi hesabıma eylemin en üstününü, evrenin ve insan ka
derinin derinliğine algılanmasından doğan eylem olarak
kabul ederim, yoksa, insanın kendi kendini romantik,
ama oransız bir biçimde kabul ettirmesi amacına yönel
miş tutkulu bir içtepiden doğan eylem olarak değil. Zev
ki eylemden çok düşüncede arama alışkanlığı, bilgece ol
mayan davranışlara ve aşın iktidar aşkına karşı bir ko
ruyucu olduğu kadar, insanın talihsizlik anlannda ağır
başlılık ve sükûnetini, tasalar arasında kafa huzurunu
korumasına yarayan araçtır da. Yalnız kişisel nitelikli
amaçlara yönelmiş bir hayat büyük ihtimalle, er ya da
geç, çekilmez derecede ıstırap verici olacaktır; hayatın
trajik yanlarına ancak, daha geniş ve daha az korkunç
dünyalara açılan pencereler sayesinde dayanılabilir.
Derin düşünme alışkanlığına 3ahip b ir kafanın, en
hafifinden en ciddisine kadar çeşitli üstünlükleri vardır.
Pireler, treni kaçırmak, iş alanında karşılaşılan terslikler
gibi ufak tefek can sıkıcı olaylarla başlayalım. Bu gibi
tasalar, kahramanlık üzerine, ya da bütün insan sıkıntı
larının geçici olduğu üzerine derin derin düşünmeyi hiç
gerektirmese bile, yine de bunların yol açtığı sinirlilik
pek çok insanın neşesini kaçırmakta, yaşama zevkim boz
maktadır. Bu gibi durumlarda, o anın tasasıyla gerçek
ya da hayalî bağlantısı bulunan, kenara köşeye sıkışmış
bilgi kırıntılarında pek çok avuntu bulunabilir; bulunma
sa bile, hiç değilse bu bilgiler, içinde bulunan tasalı anı
insana unutturm aya yarayabilir. Öfkeden gözü dönmüş
kimselerin saldırısına uğranıldığı zaman, Descartes’m
‘Tutkular Üzerine Risale’ adlı eserindeki «öfkeden kıp
kırmızı kesilenlerden çok niye öfkeden bembeyaz kesilen
lerden korkulmalıdır?» başlıklı bölümü hatırlamak hoş
olur. Bir kimse uluslararası işbirliğini sağlamakta karşı
laştığı güçlüklerden ötürü sabırsızlığa kapıldığı zaman
eğer azizlik mertebesine yükselmiş Kral IX. Louis’yi; bu
Kralm, haçlı seferine çıkmadan önce, Binbir Gece Masal
larında görülen, dünyadaki kötülüklerin yarısını kendin-
^ de toplamış Dağların İhtiyarı ile nasıl işbirliği ettiğini ha
tırına getirirse, sabırsızlığı kalmaz. Kapitalistlerin açgöz
lülükleri ezici bir hal aldığı zaman, insan, cumhuriyetçi
lik erdeminin simgesi Brutus’ün bir site halkına nasıl
yüzde kırk faizle ödünç para verdiğini ve site halkı faizi
ödeyemeyince sırf bu siteyi kuşatmak için nasıl özel bir
ordu kiraladığını hatırlayarak bir anda avunabilir.
Meraklı bilgiler sadece tatsız şeyleri daha tatsız ha
le getirmekle kalmaz, aynı zamanda tatlı şeyleri de da
ha tatlı kılar. Zerdali ile kaysının ilk olarak Çin’de, Han
sülâlesinin ilk dönemlerinde yetiştirildiğini; Büyük Kral
Kaniska’m n aldığı Çinli tutsakların bunlan Hindistan’a
soktuğunu, zerdali ile kayısının oradan da İran’a yayıla
rak, İsa’dan sonra birinci yüzyılda Roma İmparatorluğu*
na ulaştığım; kaysı erken olgunlaşan bir meyve olduğu
için ‘apricot’ (kaysı, zerdali) kelimesinin ‘precocious’ (er
ken gelişmiş) kelimesi ile aynı Latince kökten geldiğini;
‘apricot’ kelimesinin başındaki ‘A’ harfinin yanlışlıkla
bir etimoloji hatası olarak eklendiğini öğrendiğimden be
ri kaysı ve zerdaliden daha çok zevk alıyorum. Bütün bu
bildiklerim bu meyveyi benim için daha lezzetli hale ge
tiriyor.
Yüzyıl kadar önce birtakım iyi niyetli insanseverler,
‘yararlı bilginin yayılması’ amacıyla demekler kurdular,
bunun sonucunda ise ‘yararsız’ bilginin lezzetini değer
lendiremez oldular. Melankoliye düşecek gibi olduğum bir
gün tamamiyle rastlantı eseri, Burton’un ‘Melankolinin
Anatomisi’ adlı eserini açmış ve ‘melankoli maddesi’ diye
bir şeyin var olduğunu, ama bazıları bunun dört durum
dan doğabileceğini düşünürken, ‘Galen’in, melankoliyi sa
dece üç durumun yarattığı, soğuk mizacın bunların dı
şında kaldığı fikrinde olduğunu ve Valerus ile Menardus’
un da Montanus, Fuscius ve Montaltus gibi Galen’in bu
fikrini doğru bulup desteklediklerini öğrendim. ‘Beyaz
nasıl siyah olabilir?’ diyor onlar. Cevapsız kalan bu so
ruya rağmen, Saksonya Kralı Hercules’ün, Cardan’ın,
Guianerius’un ve Laurentius’un karşıt fikirde olduklarını
söylüyor bize Burton. Bu tarihsel düşünceler arasında ya
tışan melankolim, ister üç durumdan, ister dört durum
dan doğmuş olsun, geçti gitti.
Ne v ar ki, kültürün sağladığı hafif karakterdeki
zevkler pratik hayatın hafif karakterdeki tasalarından bir
kurtuluş olarak yer tutarken, derin düşünüşün daha
önemli olan erdemleri de, ölüm gibi, acı ve zulüm gibi,
ulusların gereksiz felâketlere körü körüne kendilerini
atışları gibi, hayatın daha büyük kötülükleriyle ilişkilidir.
Dogmatik dinde artık avunma bulamayanlar eğer haya
tın tozlu, haşin olmasını, kendini kabul ettirme yolunda
atılan gülünç adımlarla dolu olmasım istemiyorlarsa, bun
lar için dinin yerini alacak başka bir şey gereklidir. Şim
diki halde dünya, her biri kendi çıkarından başka bir şey
düşünmeyen, her biri bir santim gerilemektense uygarlı
ğı yıkmaya razı, hiçbiri insan hayatına bir bütün olarak
bakamayan, öfkeli gruplarla dolu bulunuyor. Bu dar gö
rüşlülüğe hiçbir teknik eğitim panzehir sağlayamaz. Me
selenin birey psikolojisi oluşu oranında, bu dar görüşlü
lüğün panzehiri de tarihte, biyolojide, astronomide ve in
sanın kendine saygısını öldürmeksizin bireyin kendini uy
gun perspektiften görmesini sağlayacak bütün öteki in
celeme konularındadır. Gerekli olan ve aranılan, şu ya
da bu belli bilgi parçasında değil, bir bütün olarak insan
hayatının amaçlan kavramını ilham edecek cinsten bil
gide; yani, sanat ve tarihte, kahraman bireyle-rin hayat
larını bilmekte ve insanoğlunun evrendeki tuhaf denecek
kadar rastlantısal ve gelip geçici durumunu az çok an
layabilmekte yatar — insancıl niteliği belirgin olan şey
lerden duyulan gururun doyurulmasını mümkün kılan bu
şeylerin tümünde yatar; görebilme ve bilebilme gücünde,
yüce ruhlulukla duyabilme, anlayışla düşünebilme gü
cünde yatar. Bilgeliğin rahat gelişip boy vermesine en el
verişli ortam, kişilik dışı duygu ile birleşmiş geniş algı
lardır.
Her zaman acılarla dolu olan hayat zamanımızda
bundan iki yüzyıl öncekine oranla çok daha büyük acı
larla doludur. Acıdan kaçmak için atılan adımlar insan-
la n yüzeyselliğe, kendi kendini aldatışa, sınırsız kollek-
tif efsaneler icat etmeye sürüklüyor. Ne var ki, bu bir
anlık gelip geçici hafiflemeler son duruşmada ıstırap kay
naklarım artırm aktan başka bir işe yaramıyor. Gerek bi
reysel talihsizliğin, gerek kamunun uğradığı talihsizliğin
üstesinden ancak, irade ve zekânın karşılıklı olarak bir
birini etkilediği bir süreçle gelinebilir: iradenin rolü kö
tülükten ya da doğru olmayan bir çözümü kabul etmek
ten sakınmak, zekânın rolü ise kötülüğü anlamak, eğer
tedavisi varsa tedavi yolunu bulmak, eğer yoksa, kötülü
ğü ilişkileri içinde görerek, kaçınılmaz kabul ederek ve
başka diyarlarda, başka çağlarda ve yıldızlararası uzayın
dipsiz uçurumunda, kötülüğün ötesinde ne bulunduğunu
hatırlayarak kötülüğü katlanılır hale getirmektir.
BÖLÜM III
Dostları ilə paylaş: |