bırakm asıdır.
Savaşın sonundan beri İngiltere’de parti ayrılıkları
nın esasını meydana getiren, zenginlerle yoksullar arasın
daki mücadele, endüstri adamlarının büyük kısmım para
sorunlarını anlayamaz hale getirmiştir. Finans serveti
temsil ettiğinden, bütün zenginlerde, bankerlerle finansi-
yerlerin izinden gitmek eğilimi vardır. Halbuki aslmda
bankerlerin çıkarlarıyla endüstri adamlannın çıkarlan
birbirine zıttır: deflasyon bankerlerin işine yaradığı hal
de, İngiliz endüstrisini felce uğratmıştır. Şundan zerre ka
dar kuşkum yok ki, eğer ücretli işçilerin oy kullanma
haklan olmasaydı, savaştan bu yana İngiliz politikası fi-
nansiyerlerle sanayiciler arasındaki acı bir mücadeleden
ibaret kalırdı. Bununla birlikte, gerçekte, sanayicilerle fi-
nansiyerler ücretli işçilere karşı birleşmişler, sanayiciler
finansiyerleri desteklemişler ve ülke mahvolma tehlike
siyle burun buruna gelmiştir. Ülkeyi kurtaran şey, finan-
siyerlerin Fransızlar tarafından tepelenmesi olmuştur.
Son yıllarda yalnız Büyük Britanya’da değil, bütün
dünyada finans kapitalinin çıkarları kamu çıkarlarıyla
çatışmaktadır. Bu gidiş kendiliğinden düzeleceğe benze
memektedir. Malî işler sadece finansiyerlerin çıkarları
gözönünde tutularak yürütüldüğü ve bunun toplumun ge
ri kalan yığınları üzerindeki etkileri dikkate alınmadığı
takdirde, modem bir toplumun refaha ulaşması ihtimali
zayıftır. Durum böyle olduğu zaman, finansiyerlerin başı
boş bir şekilde sırf kendi çıkarları peşinde koşmalarına
izin vermek akıllıca bir şey değildir. Bir müze müdürü
nün cam istediği ya da kendisine iyi bir fiyat teklif edil
diği zaman müzedeki eşyadan dilediğini satabilmesi ve bu
na göz yumulması ile ötekinin arasında hiçbir fark yok
tur. Bazı etkinlikler vardır ki, burada özel kâr güdüsü
sonuç itibariyle kamu çıkarından yanadır, ama bazı et
kinlikler de vardır ki, durum hiç de böyle değildir. Bu
gün finans kapitali, geçmişteki durumu ne olursa olsun,
ikinci gruba dahildir. Bunun bir sonucu olarak da, finans
kapitaline gittikçe daha fazla hükümet müdahalesi ihti
yacı duyulmaktadır. Finans kapitaliyle endüstriyi bir bü
tün olarak kabul etmek ve sadece finans kapitali bölümü
nün değil, bütünün kârım en yukarıya çıkarmayı hedef
tutmak zorunluğu vardır. Her ikisi de bağımsız oldukları
zaman finans kapitali endüstriden daha güçlüdür, ama
finans kapitalinin çıkarlarına oranla endüstrinin çıkar
ları kamu çıkarlarıyla daha çok birleşir. Finans kapitali
nin kazandığı aşın güç dolayısıyla dünyanın bugünkü
dar boğaza getirilmesinin sebebi işte budur.
Ufak bir azınlığın çoğunluk üzerinde iktidar sahibi
olduğu her yerde, çoğunluğa egemen birtakım kör inanç
lar vardır ve bu inançlar iktidar sahibi azınlığa yardım
cıdır. Eski Mısırlılarda kâhinler güneş tutulmalanm ön
ceden kestirebilme yolunu keşfetmişlerdi; onların bu ye
teneği halka korkuyla karışık bir saygı duygusu veriyor
du, kâhinler de bu sayede, başka türlü elde edemeyecek
leri iktidara ve hediyelere sahip oluyorlardı. Krallara tan
rısal yaratıklar gözüyle bakılırdı; niteldin Cromwell, I.
Charles’ın kafasını kestirdiği zaman, kutsal bir şeye say
gısızlık etmekle suçlanmıştı. Günümüzün finansiyerleri
de, altına duyulan ve kaynağı kör inanç olan derin say
gıdan güç almaktadırlar. Kendisine altın rezervlerinden,
dolaşımdaki banknot miktarından, enflasyondan, deflas
yondan, kısaca maliye dilinin dağarcığındaki bütün geri
kalan kavramlardan lâf ettiğiniz zaman, sıradan vatan
daş duyduğu huşu ile nerdeyse küçük dilini yutar. Bu gi
bi konularda rahat rahat konuşabilen kişinin çok akıllı
biri olması gerektiğini düşünür ve kendisine söylenen şe
yin doğru olup olmadığını araştırmaya cüret edemez. Sı
radan vatandaş, kendisine altının gerçek işlevinin ne ol
duğu sorulsa, doğru dürüst cevap bile veremeyeceği gibi,
modem iş dünyasındaki alış verişlerde altının gerçekte
ne kadar ufak bir rol oynadığım da idrak edemez. Onda,
ülkesinin ne kadar çok altına sahip olursa o kadar güven
lik içinde bulunacağına dair belli belirsiz bir inanç var
dır, bu yüzden de altın rezervleri çoğaldığı zaman sevinir,
azalınca üzülür.
İşte finansiyerin demokrasi tarafından dizgine alın
mamak için ihtiyaç duyduğu şey de, halkın kafasını çalış
tırmadan, nedenini niçini düşünmeden duyduğu bu say
gıdır. Halkın fikirlerini istediği gibi değiştirmek bakı
mından finansiyerin, hiç kuşkusuz daha başka bir sürü
üstünlüğü vardır. Bir kere finansiyer son derece zengin
olduğundan vakıf üniversiteler kurarak, akademik fikir
lerin en etkili bölümünü kendi hizmetine almayı sağla
yabilir, Finansiyer, zenginler devletinin başında olduğun
dan, siyasal düşüncelerine Komünizm korkusu egemen
olanların tümünün doğal önderidir. İktisadî iktidarı elin
de tuttuğundan, bütün gruplara dilediği gibi zenginlik ya
da yoksulluk dağıtabilir. Ne var ki, ben, kör inançların
yardımı olmaksızın bu silahlardan herhangi birinin tek
başına yetebileceğinden şüphe ederim. İktisat bilimi ka
dın, erkek herkes için büyük önem taşıdığı halde bu ko
nunun okullarda hemen hemen hiç öğretilmemesi, hattâ
üniversitelerde de sadece bir azınlık tarafından öğrenil
mesi dikkate değer bir olgudur. Ayrıca, üniversitelerde
bu konuyu öğrenen azınlık da, öğrendiğini, siyasal çıkar
söz konusu olmadığı takdirde öğrenmesi gerektiği gibi de
ğil, siyasal çıkarlarının gerektirdiği biçimde öğrenmek
tedir. İktisat bilimini plütokrasiden yana taraf tutma
dan öğreten birkaç kurum vardır, ama bunlar çok azdır;
bir kural olarak, konu, İktisadî statükonun yüceltilmesini
sağlayacak biçimde öğretilir. Bana öyle geliyor ki, bütün
bunlar, kör inançların ve esrarengizliğin malî iktidarı el
lerinde tutanların işine yaradığı olgusuyla bağlıdır.
Savaş gibi maliye de, teknik ustalığa sahip hemen
herkesin, aynı zamanda kamu çıkanna karşı olan bir ta
rafgirliğe de sahip bulunmasından zarar görür. Silahsız
lanma Konferansı toplandığı zaman, bu konferansın ba
şarı kazanmasını önleyen en büyük engel, kara ve deniz
kuvvetleri uzmanlarıdır. Bu demek değildir ki, bu adam
lar namus duygusundan yoksundurlar; bu adamların si
lahlanma sorunlarını uygun perspektiften görmelerini,
alışık oldukları düşünüş biçiminden kendilerini kurtara-
mamaları engellemektedir. Maliye alamnda da durum tı
patıp bunun aynıdır. Bugünkü sistem sayesinde para ka
zanan ve pek tabu bütünüyle yansız görüşe sahip olama
yanlar dışında, malî işleri ayrıntılarıyla bilen hemen he
men yok gibidir. İşlerin bu türlü gidişini önleyecek bir
çare bulmak gerekiyorsa, dünya demokrasilerine mâliye
nin önemini anlatmak ve maliye prensiplerini herkes ta
rafından anlaşılabilecek biçimde basitleştirme yollarını
bulmak zorunluğu vardır.
Bunun
kolay olmadığını ka
bul etmek gerektir, ama yine de bunun imkânsız oldu
ğuna inanmıyorum. Çağımızda demokrasinin başarıyla
yürümesini zorlaştıran engellerden biri, modem dünya
nın karmaşıklığıdır; bu karmaşıklık, sıradan erkeklerle
kadınların siyasal sorunlar üzerinde doğru dürüst bir fi
kir sahibi olmalarım, hattâ hangi uzmanın yargılarının
saygıya daha çok lâyık olduğu konusunda karar verebil
melerini gittikçe zorlaştırmaktadır. Bu derdin devası, eği
timi İslah etmekten ve toplum yapısını açıklamak için an
laşılabilmesi bugün revaçta olanlardan daha kolay yollar
bulmaktan geçer. Etkili demokrasiye inanan herkesin bu
reformdan yana olması gerektir. Ama belki de, Siyam ve
İç Moğolistan dışında, demokrasiye inanan kimse kalma
mıştır.
BÖLÜM V
FAŞİZM İN B ABA SOYU
Zamanımızı örneğin I. George dönemiyle karşılaştır
dığımız vakit, entellektüel davranış biçiminde ve bunu
izleyerek de siyasetin çeşnisinde derin bir değişikliğin
yeraldığmı farkederiz. Bir anlamda, iki yüz yıl önceki dö
nemin genel havasına bakarak, bu döneme «akılcı» dö
nem, içinde yaşadığımız zamanın belirgin niteliğine ise
«akla karşı» denebilir. Ancak ben bu kelimeleri kullanır
ken, ne birinin yapışım tamamiyle kabul, ne de ötekinin
yapışım tamamiyle reddettiğim anlamının çıkarılmasını
isterim. Ayrıca, şurasını hatırlamak da önemlidir ki, siya
sal olayların rengini veren şey çok kere, daha eski zaman
lara ait düşüncelerdir; bir kuranım ortaya çıkışıyla onun
uygulama alanında etkinlik kazanması arasmda genellik
le büyük bir ara vardır. 1860 İngiliz politikasında, 1776’da
Adam Smith tarafından ifade olunmuş fikirler egemendi.
Bugünkü Alman politikası, Fichtenin 1807’de ileri sürdü
ğü kuramların uygulama alanına geçirilişidir; 1917'den
bu yanaki Rus politikası, ortaya çıkış tarihi 1848’e daya
nan Komünist Manifestosu’nun doktrinlerini kendinde
toplamıştır. Şu halde, günümüzü anlamak için, oldukça
eski zamanlara dönmek zorunluğu vardır.
Bir politik doktrinin yaygınlığının, bir kural olarak,
iki ayrı cinsten nedeni vardır. Bir yandan, o yaygın po
litik doktrinin entellektüel geçmişi, yani, daha önceki ku
ramlardan geliştirme ya da reddetme yoluyla çıkan ku
ramları daha ileriye götürmüş adamlar vardır, ö te yan
dan, halkı belirli yaradılışlara hitap eden fikirleri kabul
etmeye önceden hazırlayan ekonomik ve politik koşullar
vardır. Yalnız başma bunlar, çok kere olduğu gibi entel
lektüel geçmiş ihmal edildiği takdirde, tam bir açıklama
sağlamaz. Bizleri ilgilendiren özel durumda, savaş son
rası dünyasının çeşitli kesimlerinde belirli nedenlere da
yanan hoşnutsuzluklar ortaya çıkmış ve bu hoşnutsuz
luklar o insanların, çok daha eski bir tarihte icat edilmiş
belirli bir genel felsefeye sempati duymalarına yol açmış
tır. Önce bu felsefenin üzerinde durmak,
ondan sonra
onun bugünkü tutuluş nedenlerine dokunmak istiyorum.
Akla karşı başkaldırma, uslamlamaya karşı bir baş-
kaldınş olarak başlamıştır. İnsanların kafalarına Newton’
un egemen olduğu on sekizinci yüzyılın birinci yansında,
bilgiye giden yolun, tümdengelimli akıl yürütme aracılı
ğıyla kendisinden sonuçlar çıkarılabilecek basit genel ya-
salann keşfedilmesinden ibaret olduğu yaygın inana var
dı. Pek çok kimse, Newton’un yerçekimi yasasının bir
asırlık dikkatli gözlemlere dayandığını unutuyor ve genel
yasalann keşfedilmesi için doğanın verdiği akıl nurunun
yeteceğini sanıyordu. O dönemde doğa dini, doğanın ya
sası, doğa ahlâkı vb. vardı. Bu konuların Euclid usulün
ce açıklığı kendinden gelen belitlerden türetilen kanıt
layın çıkarsamalardan ibaret olduğu varsayılıyordu. Bu
görüşün siyasal ürünü, Amerikan ve Fransız devrimlerin-
de vaazedilen İnsan Haklan olmuştur.
Ama Akıl Tapmağının tamamlanmaya yüz tutar gibi
göründüğü bir sırada, bu tapmağın dibine bir maym dö
şendi ve bu mayının patlatılmasıyla, sonunda tapmak ol
duğu gibi havaya uçuruldu. Mayım döşeyen adam, David
Hume idi. David Hume’un 1739’da yayımlanan «İnsan Do
ğası Üzerine Risale» adlı eserinin bir adı da, «Deneysel
Uslamlama Yöntemini Törel Konulara Uygulama Girişi-
mi»dir. Bu, onun niyetinin tümünü, ama yaptıklarının
sadece yansım anlatır. David Hume’un niyeti, apaçıklığı
nominal olan belirtilerden tümdengelim yoluyla uslam
lama yapma yöntemi yerine, gözlemleme ve tümevarım
yöntemini geçirmekti. Hume, kafa yapışı itibariyle Aris
to’dan çok Bacon’a yakın olmakla birlikte, tam bir akılcıy
dı. Ne var ki, keskin bir zekâ ile dürüstlüğü eşi görülme
miş bir şekilde kendinde birleştirmiş oluşu, onu bazı yı
kıcı sonuçlara sürükledi: alışkanlık halini almış ve man
tığın onayından yoksun bir tümevarım ile nedenselliğe
duyulan inanç, kör inançtan ancak bir gömlek üstün ol
duğu için. Bunu da, bilimin teolojisiyle birlikte, aldatıcı
umutlar ve akıl dışı inançlann atıldığı, modası geçmiş fi
kirler çöplüğüne atılması gerektiği sonucuna vanlması iz
ledi.
Hume’da akılcılık ile şüphecilik uslu uslu, yan yana
bulunuyordu. Onun şüpheciliği sadece incelemeleri için
di ve pratik hayatın işleri içinde unutulmalıydı. Aynca,
pratik hayata mümkün mertebe onun kendi şüpheciliği
nin yalancı çıkardığı bilimsel yöntemler yön vermeliydi.
Böylesine bir uzlaşma ancak, filozofluğuyla pratikliği bir
birine eşit bir adamda mümkün olabilirdi; aynca onun,
bilime yeni ayak atanlara karşı duyduğu gizli inançsızlığı
sürdürüşünde de aristokratça bir tutuculuk çeşnisi var
dır. Genel olarak dünya David Hume’un doktrinlerini ka
bule yanaşmadı, izinden gidenler onun şüpheciliğini red
dederken, Almanya’da Hume’a karşı çıkanlar da bu redde-
dilişin, salt bilimsel ve akılcı bir tutumun kaçınılmaz so
nucu olduğu üzerinde önemle durdular. Böylece, onun
öğretisinin bir sonucu olarak İngiliz felsefesi yüzeysel ha
le gelirken, Alman felsefesi de akla karşı bir nitelik ka
zandı — her iki durum da dayanılmaz bir bilinemezrVik
korkusundan ileri gelmiştir. Avrupa düşüncesi eski iç
tenliğini bir daha hiç kazanamadı; Hume’un bütün ardıl
ları arasında aklı başındalık, yüzeysellik anlamına, de
rinlik de delilik anlamına kabul edilmiştir. Kuvant fiziği
ne özgü felsefe alanındaki en son tartışmalarda, Hume’
un ortaya attığı tartışma konulan üzerinde halâ durul
maktadır. Kant, nedenselliğe, Tanrıya, ölümsüzlüğe, töre
yasasına vb. inanmaya kararlıydı, ama Hume’un felsefe
sinin bütün bunlan zorlaştırdığının farkındaydı. Bundan
dolayı, «sa f» akılla «pratik» akıl arasında bir ayınm icat
etti. «S a f» akıl, büyük bir yer tutmayan, ispatlanabilir
olanla ilgiliydi, «pratik» akıl da büyük bir yer tutan ve
erdem için gerekli olanla. «S a f» aklın doğrudan doğruya
akıl, «pratik» aklın da sadece önyargı anlamına geldiği
apaçıktır. Böylece Kant, skolastisizmin yükselişinden be
ri okullardan kovulmuş olan ve kuramsal akılcılığın dı
şında sayılan bir şeye başvurma yöntemini felsefeye ge
ri getirmiş oluyordu.
Felsefenin üzerinden atlayıp politikaya geçmek sure
tiyle, gelişmiş biçiminde Nasyonal Sosyalizm olarak or
taya çıkan akımı başlatan, Kant’m yakın ardılı Fichte,
bizce Kant’dan daha da önemlidir. Yalnız ondan söz et
meden önce, «a k ıl» kavramı üzerine daha söylenecek şey
ler var.
Hume’a bir cevap bulmakta uğranılan başansızlık
karşısında, hareket noktası olarak onu alan her adım ku
ramsal nedenlere dayanılarak çürütüleceğinden, «akıl» ar
tık mutlak bir şey diye kabul edilemezdi. Bununla birlik
te, meselâ felsefeci radikallerle, eski Müslüman fanatik
ler gibi kimselerin kafa yapılan arasında bir aynlık, hem
de önemli bir aynlık vardır. Eğer felsefeci radikallerin
akıl yapılarına akla yakın, ötekilerinkine de akla uzak
dersek, son zamanlarda akılsızlık bakımından büyük bir
gelişme olduğu açıkça görülür.
Bana öyle geliyor ki, uygulama alanında akıl dediği
miz şey, üç belirgin nitelikle tanımlanabilir. Akıl her şey
den önce, kaba kuvvetten çok inandırmaya dayanır; ikin
ci olarak, akıl kullananının tamamiyle geçerli olduğuna
inandığı kanıtlar yoluyla inandırma çaresini arar; üçüncü
olarak da fikirleri oluştururken, gözlemleme ve tümden
gelimi mümkün olduğu kadar çok, sezgiyi ise mümkün
olduğu kadar az kullanır. Bu belirgin niteliklerin birin
cisi. Enkisizyon’u saf dışı eder; İkincisi, «propaganda ele
geçirmek istediği yığınların saygıları oranında akla daha
çok gömülmelidir» gerekçesiyle Hitlerin övdüğü Ingiliz
savaş propagandasını işlemez hale getirir; üçüncüsü de,
Başkan Andrew Jackson’m Mississippi ile
ilgili olarak
kullandığı, kendisi ve dinleyicileri için bir belit niteliği
taşıyan, ama doğruluğunu araştıran başkaları için kolay
ca kanıtlanamayacak olan, «Evrenin Yaradanı bu büyük
vadinin bir tek ulusun malı olmasını istemiştir,* cinsin
den bir önerme kullanılmasını önler.
Böyle tanımlanan akla güvenmek, insanın kendisiyle
dinleyicileri arasmda belirli bir ortak çıkar niteliği ve gö
rünüşü kazanır. Mrs. Bond, «Gelin bakayım, öldüreyim
sizi; sizi doldurmam, müşterileri doyurmam gerek,» diye
seslendiği zaman, onun bunu ördekleri üzerinde denedi
ği gerçi doğrudur; ama genellikle, akla başvurmanın, mi
deye indirmek istediklerimiz üzerinde etkisiz kaldığı ka
bul edilmektedir. Et yemek isteyenler, bir koyuna kabul
ettirilebilecek kanıtlar bulmaya kalkışmazlar, bunun gibi
Nietsche de, «sefiller» diye nitelediği halk yığınlarını
ikna etmeye kalkışmaz. Marx’dan, kapitalistlerin desteği
ni kazanmaya çalışması beklenemez. Bu örneklerin de
gösterdiği gibi, iktidar sorgusuz sualsiz sadece bir oligar
şinin elinde olduğu zaman, akla başvurmak daha kolay
dır. On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde sadece aristokrat
larla onların arkadaşlarının fikirleri önemliydi ve bu, baş
ka aristokratlara her zaman için akla yakın bir biçimde
gösterilebiliyordu. Siyasal seçim dairesi genişledikçe ve
ayrışık (Heterojen = gayn mütecanis) hale geldikçe, her
kesçe kabul olıman anlaşma doğurabilecek varsayımlar
azaldığı için, akla başvurma gittikçe zorlaşmaktadır. Böy
le varsayımlar bulunamadığı zaman insanlar kendi sez
gilerine güvenme eğilimi gösterirler; ayn ayn grupların
sezgileri de ayn ayn olacağından, bunlardan hangisinin
sezgisine güvenileceği sorunu, mücadelelere ve kuvvet
politikasına yol açar.
Bu anlamda, akla karşı başkaldınşlar, tarihte sık sık
tekrarlanan olaylardır, tik Budizm akla yalandı; daha
sonraki biçimleri ve Hindistan’da Budizm’in yerini alan
Hinduizm akla yakın değildir. Eski Yunanistan’da, «O rp-
hic»ler, Homerin akla yakınlığına karşı başkaldırmalar
dı. Socrates’ten Marcus Aurelius’a kadar, eski dünyanın
kalburüstü adamlarının hemen hepsi akla yakm insanlar
dı; Marcus Aurelius’tan sonra, tutucu Yeni Eflâtuncular
bile kör inançlarla doldu. Müslümanlık Dünyası dışında,
akim sesi on birinci yüzyıla kadar havada kaldı; on birin
ci yüzyıldan sonra skolastisizm yoluyla, rönesans ve bi
lim yoluyla akim sesi gitgide egemen olmaya başladı. A k
lın sesine karşı Rousseau ve Wesley tarafından bir
tepki geldi, ama bilimin ve tekniğin on dokuzun
cu yüzyıldaki zaferleri bu tepkiyi durdurdu. Akla
olan inanç en yüksek noktasma 1860’larda ulaştı; o tarih
ten bu yana gittikçe azaldı, halâ da azalmaktadır. Akılcı
lık ve akla karşı olma Yunan uygarlığının başından beri
yanyana bulunmuştur ve içlerinden biri tamamiyle ege
men hale gelecek gibi göründü mü, her seferinde bir tep
ki dolayısıyla karşı tarafm yeni bir patlamasına yol aç
mıştır.
Akıla karşı modem zamanlardaki başkaldınş, öncel
lerinin çoğundan, önemli bir noktada aynlır. Geçmişte,
Orphic’lerden sonra genellikle benimsenen hedef, manevî
kurtuluşa ulaşmak idi; bu, hem iyiliği, hem mutluluğu
içine alan karmaşık bir kavramdı ve bir kural olarak, zor
birtakım feragatlerle gerçekleştirilirdi. Zamanımızın ir-
rasyonalistleri kurtuluşu değil, iktidarı hedef tutarlar.
Bunlar böylece, Hıristiyanlık ve Budizm ahlâk anlayışı
na aykırı bir ahlâk anlayışı geliştirirler; egemenlik kur
ma tutkuları yüzünden de ister istemez politikaya karı
şırlar. Yazarlar arasındaki soy sop ağaçlarında Fichte,
Cariyle, Mazzini, Nietsche; destekleyicileri arasında da
Treitschke, Rudyard Kipling, Houston Chamberlain ve
Bergson yer alır. Bu akıma karşı Benthamcılar ve Sosya
listler aynı partinin iki kanadı olarak düşünülebilir: her
ikisi de kozmopolittir, her ikisi de demokratiktir, her iki
si de İktisadî özçıkara hitap eder. Aralarındaki ayrılıklar
amaçlarda değil, yollardadır, halbuki (şimdilik) Hitler’de
doruğa ulaşan yeni akım, her ikisinden de amaçlarda ay
rıldığı gibi, hatta bütün Hıristiyan uygarlığı geleneğin
den bile ayrılmaktadır.
Devlet adamlarının benimsemeleri gereken amaçlan.
Faşizmi doğuran irrasyonalistlerin hemen hemen tümü
nün anladığı biçimde en açık ifade eden Nietsche olmuş
tur. Nietsche, Hıristiyanlığa olduğu kadar yararcılara da
(utilitarian) bilinçli bir şekilde karşı olan tutumu içinde,
Bentham’ın doktrinini gerek mutluluk, gerek «en çok sa
y ı» bakımından reddeder. «İnsanlık», der Nietsche, «amaç
tan çok bir araçtır... insanlık sadece bir deney malzeme
sidir.» Onun kafasında kurduğu amaç, sıradan olmayan
bireylerin büyüklüğüdür: «Amaç, gerek disiplin yoluyla,
gerek milyonlarca sefilin yokedilmesi yoluyla geleceğin
insanını biçimlendirebilecek, ama aynı zamanda, bunun
yaratacağı misli görülmemiş acı karşısında mahvolmaktan
da kurtulabilecek o muazzam büyüklük enerjisine ulaş
maktır.» Şurasını belirtmek yerinde olur ki, bu amaç kav
ramı, kendi içinde akla aykın sayılamaz, zira amaç sorun
ları aklın kanıtlan karşısmda boynu bükük değildir. Bun
dan nefret edebiliriz — kendi hesabıma ben ediyorum—
ama Nietsche nasıl bunun doğruluğunu kanıtlayamıyorsa,
biz yanlışlığını kanıtlayanlayız. Bununla birlikte yine de
bunda, irrasyonalizmle doğal bir ilişki vardır, zira akıl ta
rafsızlık istediği halde, büyük insan kültü, hep önerme
olarak, «Ben büyük bir adamım» iddiasını kullanır.
İçinden Faşizmin çıktığı düşünce okulunun kurucu
larının hepsinde belirli ortak nitelikler vardır. Onlar iy i
y i duygudan ya da algıdan çok, iradede ararlar; iktidara,
mutluluktan çok değer verirler; kaba kuvveti kanıta, sa
vaşı banşa, aristokrasiyi demokrasiye, propagandayı bi
limsel tarafsızlığa tercih ederler. Onlar, Hıristiyan usulü
bir sadeliğe karşı, İsparta usulü bir sadeliği savunurlar;
yani, onlar sadeliğe, erdem doğuran bir nefis disiplini di
ye değil, başkalan üzerinde egemenlik kurma yolu diye
bakarlar ve mutluluğu ancak öbür dünyada ararlar. Bun
lar arasında daha sonraki dönemlerde yetişenler, gırtlak-
lanna kadar popüler Darwincilikle dolu olup, yaşama
mücadelesine üstün insan yaratan bir kaynak gözüyle ba
karlar; ne var ki, bu mücadele, serbest rekabet havarile
rinin savunduğunun tersine, bireyler arasındaki bir mü
cadeleden çok, ırklar arası bir mücadele olacaktır. Birer
amaç olarak düşünüldüğünde zevk ve bilgi onlara aşın
derecede edilgin görünür. Onlar zevkin yerine şan ve şe
refi, bilginin yerine de, isteklerinin doğru olduğu
Prag
matik iddiasını koyarlar. Fichte, Caryle ve Mazzini'de bu
doktrinler hâlâ, alışılagelmiş bir ahlakçı ikiyüzlülüğünün
saklayıcı kılığına bürünmüş durumdadır; bu doktrinler ilk
defa Nietsche’de hiç utanç duymadan, çınlçıplak ileri çı
karlar.
Bu büyük akımı resmen başlatmaktan kendisine dü
şen şeref payım Fichte tam olarak
Dostları ilə paylaş: |