Histopatoloji
Çölyak hastalığı tanısında ince barsak biyopsisi altın standarttır.
Çölyak hastalığında ince barsak biyopsisi yapılmasının gerekçeleri:
Çölyak hastalığı bir enteopatidir, bu nedenle histopatolojik
bulgular görülmelidir. Seroloji, teknik nedenlerle ya da IgA eksikliği
nedeniyle negatif olabilir. Histopatolojik bulguları tümüyle normal olan
bir bireyde glutensiz beslenmeye gerek yoktur. Endoskopi güvenilir bir
işlemdir. Biyopsi yapılmadan glutensiz beslenme başlandığında çölyak
hastalığı tanısını desteklemek ya da dışlamak zorlaşır.
Çölyak hastalığında ince barsakların sadece mukozası etkilenir.
Submukoza, muskularis propria ve seroza hastalıktan etkilenmez.
Hastalıkta ince barsak mukozal lezyonları hastalığın şiddeti ve
yaygınlığına bağlı olarak değişkenlik gösterir (92).
İyi bir histolojik değerlendirme için mutlaka üst gastrointestinal
28
endoskopi yapılırken duodenum 2. kıtasından en az 4-6 biyopsi örneği
alınmalıdır (84).
Günümüzde çölyak hastalığında ince barsak patolojisini
değerlendirmek için modifiye Marsh kriterleri kullanılmaktadır (Tablo 6)
(93).
Tablo-6: Çölyak Hastalığının Histolojik Skorunun Değerlendirilmesi
Marsh skoru
- Evre 0 - Normal/Preinfiltratif tip
- Normal mukoza
- Evre 1 - İnfiltratif tip
- İntraepitelyal lenfosit artışı
- Evre 2 - Hiperplastik tip
- İntraepitelyal lenfosit artışı
ve kript hiperplazisi
- Evre 3
- Destrüktif tip - İntraepitelyal lenfosit artışı,
kript hiperplazisi ve değişik
derecelerde villöz atrofi
- Evre 4
- Hipoplastik tip - Villöz atrofi ve kript
hipoplazisi
Modifiye Marsh Skoru
Evre 0
: İntraepitelyal lenfosit artışı <40/100 ve en az 4 villus izlenmeli
( >4/100 EC IEL, normal villus)
Evre 1
: >40/100 EC IEL, normal villus ve kriptler
Evre 2
: >40/100 EC IEL, kript hiperplazisi, normal villuslar
Evre 3a
: >40/100 EC IEL, villuslarda hafif düzleşme, kript hiperplazisi
Evre 3b
: >40/100 EC IEL, orta düzeyde villuslarda düzleşme,
kript
hiperplazisi
Evre 3c
: >40/100 EC IEL ,total villus düzleşmesi ,kript hiprplazisi
Evre 4
: Hipoplazi
EC: Epitel hücresi IEL: İntraepitelyal lenfosit
29
Ayırıcı Tanı
Malabsorbsiyon ve steatore pankreatik yetmezlik, kolestatik
karaciğer hastalıkları, terminal hastalıklar ve rezeksiyonları veya ince
barsak bakteri aşırı çoğalması sonucu meydana gelir. Bazı hastalarda
pankreatik yetmezlik çölyak hastalığı ile birlikte bulunabilir. Glutensiz
diyete cevap vermeyen hastalarda bu ihtimal düşünülmelidir.
Yetişkenlerde çölyak hastalığı Whipple hastalığından kolayca ayırt
edilebilir, çünkü ince barsak biyopsisinde histolojik bulgular bu
hastalıklarda oldukça farklıdır (8).
Mukozal değişiklikler giardia enfeksiyonunda görülebildiği gibi
strongyloides, coccidiosis gibi parazitik enfeksiyonlarda da
görülebilmesine rağmen bu değişiklikler nadiren villus atrofisi içerir.
Akut viral gastroenteritlerden sonra meydana gelen yapısal değişiklikler
çölyak hastalığından ayırt edilemez. İnfantlardaki inek sütü allerjisi ve
soya proteini intoleransının biyopsi bulguları çölyak hastalığından
farksızdır. Tam tanı konulamayan çocuklarda gluten kesilmesiyle
meydana gelen morfolojik düzelme ile birlikte glutenin tekrar
uygulanmasından sonra kötüye gitme tanıda temeldir (8).
Nadir bir durum olan Kollagenöz Sprue’da glutenin kesilmesine
cevap yetersizdir ve absorbtif epitelyumdaki lamina propriada kollajen
depolanması gelişir. Tedaviye yanıt alınamayan hastalarda: laktoz
intoleansı, bakteriyal aşırı çoğalma, inflamatuar barsak hastalığı, T
hücreli lenfoma, otoimmun enteropati, ülseratif jejunitis de akla
gelmelidir (8).
30
TEDAVİ
Glutensiz Diyet
Günümüzde çölyak hastalığının tek tedavisi ömür boyu sıkı
glutensiz diyettir. Glutensiz beslemenin başlanmasıyla günler, haftalar
içinde klinik bulgularda düzelme, 6-12 ay içinde antiorlarda negatifleşme
ve 12 aydan sonra da histolojide düzelme beklenir. Beklenen yanıt
olmadığında, öncelikle çölyak hastalığı konusunda deneyimli bir patolog
tarafından biyopsi yeniden gözden geçirilmelidir. İstemli ya da istem dışı
gluten alımı (katkı maddeleri, ilaçlar) yönünden yeniden
sorgulanmalıdır. Laktoz-fruktoz intoleransı, geçici pankreas yetmezliği,
bakteriyel aşırı çoğalma olasılığı yönünden hasta incelenmeli,
saptandığında laktoz- fruktozsuz beslenme, pankreas enzim desteği,
ağızdan antibiyotik ve probiyotik kullanılmalıdır. Tedaviye beklenen
yanıtın olmadığı hastalarda inflamatuar barsak hastalığı, otoimmun
enteropati, refrakter çölyak hastalığı, lenfoma gibi diğer tanı olasılıkları
da gözden geçirilmelidir (12,80).
Gerçekte gluten içeren hububatların diyetten tamamen çıkarılması
pek çok hasta için zordur. Glutensiz diyet pahalıdır ve gluten gıda
endüstrisinde çok geniş yer alan maddedir. Çünkü buğday unu pek çok
gıda içinde bulunmaktadır.
Hastalar arasında gluten toleransı açısından fark vardır. Bazı
hastalar gluten alımından sonra semptom geliştirmeyebilirken,
bazılarında çok hassas olup dakikalar sonra akut kolerayı hatırlatan masif
su gibi diyare gelişebilir. Hatta bazen diyare o kadar ciddi olabilir ki
gliadin şoku olarak adlandırılan akut dehidratasyon meydana gelebilir.
Tedavi edilmemiş hastalarda yüzeyel epitel hücre hasarına
sekonder olarak laktaz eksikliği gelişebilir. Bu nedenle glutensiz diyetin
başlangıcında süt ve süt ürünlerinden kaçınılmalıdır (94). Diyet sonrası
31
eğer tolere edebiliyorsa süt ürünleri tekrar diyete eklenir. Orta
miktardaki yulafın kısa dönem için alınmasının toksik olmadığı
bilinmektedir (8).
İmmunsupresif Tedavi
İnvitro çalışmalar çölyak hastalığı olan hastalardan alınan
biyopsilerde glukokortikoidlerin zararlı etkilerini önlediğini göstermiştir.
Antiinflamatuar etkilerine ek olarak su ve sodyumun mukozal
transportuna yararlı etkilerinin olduğunu ortaya koymuştur. Ancak
glukokortikoidler rutin tedavide endike değildir. Şiddetli diyare,
dehidratasyon, kilo kaybı, asidoz, hipokalemi, hipoproteinemi gibi akut
çölyak kriz durumunda kullanılmalıdır (8).
Azotiyopürin ve 6 merkaptopürin semptomların kontrolü için 10
mg/gün’den daha fazla glukokortikoid ihtiyacı olanlarda kullanılabilir.
Refrakter çölyak hastalığı olan hastalarda siklosporin kullanımının hayat
kurtarıcı olduğu bildirilmesine rağmen etkisi kanıtlanmamıştır.
Gillet ve arkadaşları, refrakter çölyak hastalığı olan hastalarda
immun tedaviye cevap vermeyen vakalarda TNF alfa antikoru
(infliximab) tedavisinin oldukça etkin olduğunu bulmuşlardır (14).
Destekleyici Tedavi
Ciddi çölyak hastalığı olan hastalarda glutensiz diyete ilave olarak
malabsorbsiyonun sebep olduğu nutrisyonel eksiklikleri düzeltmeyi
sağlar. Anemik hastalar demir ve folat almalıdır. Nadiren vitamin B12
tedavisi gereklidir. Purpurası, ekimozu ve kanaması olan hastalarda
protrombin zamanında uzama olabilir ve vitamin K verilmesi gerekebilir.
Şiddetli diyare ve dehidratasyonu olan hastalarda intravenöz sıvı ve
elektrolit desteğine ihtiyaç duyarlar. Hipokalsemili, klinik ve radyolojik
32
olarak osteopenik kemik hastalığı aşikar olan hastalar 2-3 g/gün
kalsiyum tedavisi ve oral D vitamini verilmesine ihtiyaç duyarlar.
Çölyak hastalığının komplikasyonu olarak gelişen osteopenik kemik
hastalığı üzerinde bifosfonatların rolüne ait veri yoktur (70).
Yeni tanı konulmuş klinik olarak malabsorbsiyonu belirgin
hastalarda vitamin A, tiamin, riboflavin, niasin, pridoksin, vitamin C ve
vitamin E’ den oluşan mutivitamin preperatları gerekebilir. İntestnal
absorbsiyon normale döndükten sonra uzun süreli vitamin verilmesine
gerek yoktur (94).
Gelecekte çölyak hastalığı tedavisinde genetik olarak değiştirilmiş
buğday, gliadinin sindirimini sağlayan bakteriyel endopeptidazlar,
zonulin’i baskılayıcı ilaçlar, DQ2 ve DQ8 ile bağlanmayı engelleyen
peptidler, barsakta tTG aktivitesini önleyen ilaçlar, antiinterlökin ilaçlar
gibi yöntemlerin geliştirilebileceği ileri sürülmektedir (12).
33
VİTİLİGO
Vitiligo herhangi bir yaşta ortaya çıkabilen, değişik büyüklükte ve
sayıda, iyi sınırlı, süt beyazı renkte yamalar şeklinde görülen, melanosit
yıkımı ile karakterize kazanılmış bir deri hastalığıdır (95,96,97,98).
Nadiren de olsa konjenital olabilir.
Hastalığın asemptomatik olmasına, mortalite ve fiziksel
morbiditeye etkisi olmamasına rağmen görülen alanlardaki
depigmentasyon ciddi kozmetik bozukluğa yol açmakta ve özellikle
koyu deri rengi olan kişilerde psikolojik bir bozukluğun kaynağı
olabilmektedir.
Tarihçe
Vitiligo, patogenezi ve genetiği hakkında az şey bilinen bir
hastalık olsa da göze batan görünümünden dolayı binlerce yıldır
bilinmektedir. Antik çağlardan beri bilinmekte olan vitiligo hakkındaki
en eski belgelere Ebers Papirüslerinde rastlanmıştır. Bu belgelerde
lepradan farklı bir hastalık olarak tanımlanmıştır. Tarih boyunca
Shwetakustha, Suitra, Kilas, Baras gibi isimler almıştır. Vitiligo
teriminin orijini hakkında değişik görüşler vardır. Latince’ de leke ya da
hata anlamına gelen vitium veya Milattan sonra 2. yüzyılda Roman
Fizikçi Celsus’ un kullandığı dana anlamına vitelius kelimelerinden
türediğine inanılmaktadır. Vitiligodaki depigmente alanlar benekli
danalardaki beyaz yamalara benzetilmiştir (6,7).
Epidemiyoloji
Toplumlarda yaş, cinsiyet ve ırk ayrımı yapmadan % 0,14-8,8
oranlarında görüldüğü düşünülse de olası insidansı % 0,5-2 arasındadır
34
(95). Vitiligo en sık görülen pigmenter bozukluktur (99). Ülkemizde de
sıklığı % 0,15-0,32 olarak bildirilmektedir (100).
Vitiligo herhangi bir yaşta gelişebilir. Hastalığın başlangıcı
doğumla 81 yaş arasında herhangi bir yaşta olabilir (95). Konjenital
vitiligo çok nadirdir. Vakaların % 50’si 10 ile 30 yaşlar arasındadır.
Her iki cins eşit oranda etkilenir. Bazı çalışmalarda kadın
prevalansının yüksek olması kozmetik nedenlerle kadınların daha büyük
endişesinden kaynaklanıyor olabilir. Vitiligo güneşe maruz kalan
alanlarda ve daha koyu tenlilerde daha sıklıkla gözleniyor gibi
görünmektedir. Hastalık tüm ırkları etkileyebilir.
Etyoloji
Vitiligonun etyolojisi tam olarak bilinmemekle beraber,
multifaktöryel olduğu ileri sürülmektedir. Genetik predispozisyonun
varlığı ve birçok tetikleyici faktör hastalığın nedeni olarak
görünmektedir (6,101).
Ailesel vitiligo vakalarının sıklığı, kuvvetle altta yatan genetik bir
eğilim olasılığını düşündürür (95). Hastaların % 30’lara varan kısmında
diğer aile bireylerinde de vitiligoya rastlandığı rapor edilmiştir
(102,103). Ancak vitiligodaki kalıtsal geçişin Mendel kurallarından
farklı olarak poligenik olduğu düşünülmektedir (95,103).
İmmun yanıtın düzenlenmesinde rolleri olan insan lökosit antijeni
(HLA) ile vitiligo arasındaki ilişkiyi ortaya koymak amacıyla yapılan
birçok çalışmada farklı ırk ve etnik kökene sahip hastalarda çeşitli HLA
antijenlerine dikkat çekilmiştir. Ülkemizde yapılan bir çalışmada HLA-
DRB1 antijenleri ile vitiligo arasında anlamlı ilişki saptanmıştır (102).
Vitiligo hastalığının başlangıcında sıklıkla ruhsal ya da fiziksel bir
35
stres öyküsü bulunmaktadır (96). Hastaların yaklaşık % 40’ında
vitiligonun başlangıcından ya da yayılımından önceki 6 aylık süre içinde
major emosyonel stres tarif edilmektedir. Fakat genel popülasyonun %
40’ı da yaşamlarının herhangi bir zamanında stres öyküsü verir, bu
nedenle vitiligo hastalarındaki stresin önem derecesi ve melanosit
kaybına neden olan biyokimyasal mekanizmaları aktive edip etmediği
henüz açık değildir (104).
Vitiligonun bir özelliği de normal görünümdeki deriye uygulanan
travma sonucunda depigmentasyon oluşmasıdır. Bu olay Koebner
fenomeni olarak nitlendirilir ve hastaların yaklaşık üçte birinde saptanan
karakteristik bir özelliktir (95,96). Klinikte sürtünme, cerrahi skarı,
radyoterapi ya da yanık bölgesinde, gerileyen psoriazis, kontakt dermatit
alanlarında yeni vitiligo lezyonlarının ortaya çıkması şeklinde izlenir (6).
Bu fenomenin aktif hastalık göstergesi olduğu ileri sürülmüşse de, bu
görüşün klinik güvenirlik derecesi tartışmalıdır (105).
Patogenez
Vitiligo etyopatogenezi ile ilgili çeşitli teoriler ileri sürülmüştür.
En çok üzerinde durulan üç teori hala güncelliğini korumaktadır. Bunlar,
humoral veya hücresel immunolojik olayların sonucunda melanositlerin
tahrip olduğu görüşünü ortaya koyan otoimmun teori, nöral
mediatörlerin melanositlerin üzerine tahrip edici etkilerine dayanan nöral
teori ve melanin sentezindeki ara maddelerin ve metabolitlerin toksik
etki göstererek melanositlerin tahrip olmalarına yol açtığı otositotoksik
teoridir (6,101,106,107).
36
Otoimmun teori
Vitiligolu olgularda hem hücresel hem de humoral anomaliler
tanımlanmıştır. Jeneralize hastalığı olanların % 80’inde normal
melanosit yüzeyine karşı antikor tespit edilmiştir. Bu antikorların hücre
kültüründe normal melanositlere ve melanoma hücrelerine sitotoksik
olduğu gösterilmiştir. Vitiligoda melanosit yüzey antijenlerine karşı
antikor tespit edilmiş ve özellikle hastalığın yaygın ve aktif olduğu
durumlarda, antikor düzeyi ile korelasyon olduğu gösterilmiştir
(108,109). Ayrıca bu hasta gruplarının yaklaşık % 80’inde 40-45 kd, 75
kd genel doku antijenlerine, 65 kd ve 90 kd pigment hücreleri-spesifik
antijenlerine karşı antikor saptanmıştır (110-114). Tirozinaz enzimine
karşı gelişen antikor hem yaygın hem de lokalize vitiligoda gösterilmiş;
antikor aktivitesi hastalığın aktıf döneminde, sabit olduğu döneme göre
belirgin bulunmuştur (101,115).
Nonsitotoksik, antikeratinosit intraselüler antikorlar hastalığın
aktivitesi ve şiddeti ile korelasyon gösterirler (111). Artmış antikor titresi
direkt olarak yapısal bağlantılı bileşik olan benzenlere (fenoller, katekol,
hidrokinon ve hidrokinon monobenzil eteri gibi) karşıdır ve bu
depigmentasyona neden olur (116). Bir çalışmada vitiligo olgularında
insan melanoma hücrelerine karşı gelişen spesifik IgA’nın varlığı
gösterilmiştir. Bununla birlikte başka bir çalışmada vitiligolu hastaların
serumunda anti-pigment IgG 1,2 ve 3 bulunmuştur (6).
Periferal T lenfositlerin analizi hastalığın patogenezini anlamada
katkıda bulunmaktadır. Otoimmun hastalıklarda kanda CD4 T lenfositler
sıklıkla artmıştır (6,101,117). Bazı çalışmalarda, stabil vitiligolu
olgularda periferal CD4 T lenfositlerin ve CD4/CD8 oranlarının artmış
olduğu saptanmıştır (118,119). Bazılarında ise periferal CD4 T
lenfositlerin ve CD4/CD8 oranlarının azaldığını bildirmişlerdir
37
(120,121). Başka bir çalışmada ise hastalığın seyrine göre CD4 ve CD8
konsantrasyonlarının farklı olduğu, aktif hastalık sırasında belirgin
değişiklikler olduğu gösterilmiştir (122).
Hayvan modelleri otoimmun hipoteze olan güveni artırmaktadır.
Vitiligolu kedi, köpek ve atlarda 85 kd pigment yüzey antijenlerine karşı
antimelanosit antikorlar tespit edilmiştir. Ayrıca tüylerde beyazlaşma ile
karakterize Smythline tavuklarında depigmentasyon immunsupresif
tedavi veya bursektomi ile azalabilmektedir (123,124).
Bu spesifik immun anormalliklerin hastalığın bir nedeni mi yoksa
bir etkisi mi olduğu bunların melanositlere zarar mı verdiği yoksa başka
bir nedenden kaynaklanan melanosit hasarlanmasını arttırdıkları ya da
bağlantısız bir olay mı oldukları henüz bilinmemektedir (95). Hastalığın
otoimmun temellerinin en başta gelen sebeplerinden biri de hastalığın
bazı sistemik hastalıklarla birlikte görülmesi ve bu hastalarda
otoantikorların varlığıdır (125).
Vitiligonun klinik ve subklinik tiroid disfonksiyonları ve/veya
tiroid antikorları ile ilişkisi % 40’lara ulaşan oranlarda günümüze kadar
çok iyi dökümente edilmiştir (126). Vitiligo ile diabetes mellitus
arasında da ilişki iyi bilinmektedir ve diabetin her iki tipi de bu deri
hastalığına eşlik edebilmektedir (127,128). Diabetes mellitusun vitiligolu
hastaların % 1-7,1’inde görülürken, vitiligo diabetes mellituslu hastaların
% 4,8’inde görülür (95). Hastalarda sık görüldüğü bildirilen bir diğer
otoimmun hastalık da vitamin B12 düşüklüğü ile giden pernisyöz
anemidir (100).
Vitiligo daha çok mukokutanöz kandidiazis, Addison hastalığı ve
hipoparatiroidizm ile karakterize bir hastalık olan otoimmun
poliglandüler sendrom tip 1’in sık bir belitisidir. Bu bozukluk normalde
timus ve lenf nodları gibi immunite ile ilişkili organlarda AIRE
38
genindeki mutasyonlarla meydana gelir. Otoimmun poliglandüler
sendrom tip 1 ve bununla ilişkili vitiligonun protein fonksiyonunu
etkileyen AIRE’deki mutasyonların sonucu gelişen immun
disregülasyonu olduğu düşünülür (129).
Otoimmun poliendokrinopati-kandidiazis-ektodermal displazi
(APECED) olan hastalarda vitiligo insidansı % 13 olarak bildirilmiştir.
Bu ilişki de vitiligonun otoimmun bir hastalık olduğunu düşündürür (95).
Otositotoksik teori
Otositotoksik hipotezin temeli oksidatif stresin hücre ölümüne yol
açması olup, buradan yola çıkarak melanin sentezindeki tirozin
anologları, dopa, dopakrom gibi toksik ara ürünlerin birikiminin
melanosit yıkımına neden olduğu temeline dayanmaktadır
(102,130,131).
Hücresel oksidatif stresteki artışın, reaktif oksijen türevlerinin
artmasına veya antioksidan düzeylerinin yetersiz kalmasına bağlı olarak
geliştiği düşünülmektedir. Epidermal H2O2 birikiminin patogenezde asıl
rolü oynadığı ileri sürülmektedir (131). Vitiligodaki aşırı H2O2 üretimi
birkaç mekanizma ile gerçekleşmektedir.
İlki tetrabiopterin
metabolizmasındaki bozulma ve aşırı 6-tetrahidrobiopterin (6BH4) ve 7-
tetrahidrobiopterin (7BH4) üretimidir (95,131). 6BH4 tirozin
oluşumunda görevli fenilalanin hidroksilaz enzimi için kofaktör olup,
7BH4’nin non-enzimatik aşırı birikimi bu enzimi inhibe etmektedir
(132).
Bir diğer mekanizma, melanosit membranında lokalize serbest
radikal toplayıcısı tiyoredoksin redüktaz (TR) enziminin inibisyonudur
(6,95,133). Bu enzim, vitiligo keratinositlerine nispeten daha yüksek
konsantrasyonda bağlanan kalsiyum tarafından inhibe olur (6,95).
39
Yüksek ekstraselüler kalsiyum seviyesinin süperoksit radikallerinde
artışa, epidermiste okside ve indirgenmiş tiyoredoksin dengesinin
bozularak, melanogenezis için anahtar enzim olan tirozinazın
inhibisyonuna, ardından vakuolizasyon ve hücre ölümüne neden olduğu
ileri sürülmektedir (6).
Azalan katalaz aktivitesi, bozulmuş katekolamin sentezi ve artmış
epidermal monoaminooksidaz (MAO) ve nitrik oksit sentaz aktivitesi
epidermal H2O2 birikiminden sorumlu olduğu düşünülen diğer
etkenlerdir (95,131,134).
Nöral teori
Vitiligoda nöral teori, ilk olarak stres ve şiddetli emosyonel
travmanın, hastalığı tetiklediği gözlenerek ortaya konulmuştur (95). Sinir
uçlarından salınan nörokimyasal bir ajanın melanositlerin yıkımına yol
açtığını ileri süren teori daha çok segmental vitiligo etyopatogenezinden
sorumlu tutulmuştur (102,135). Melanositlerin kökenini nöral yarıktan
alması, dermatomal vitiligo olgularının varlığı, sinir hasarı görülen vücut
alanlarında lezyonların bulunmayışı, nörofibromatozis ve tüberoskleroz
gibi nörodisplazilerde hiperpigmente ve hipopigmente lezyonların
varlığı, depigmente lezyonlardaki melanositlerin sinir sonlanmaları ile
yakın ilişkisi, vitiligo lezyonlarında adrenerjik aktiviteyi gösteren
terleme ve vazokonstrüksiyon artışı bu teoriyi destekleyen ana
bulgulardır (6,102,136).
Vitiligo hastalarında Nöropeptid Y (NPY) immunoreaktivitesinde
artış, sinir büyüme faktör (NGF) reseptörleri ile kalsitonin geni ile ilişkili
peptid (CGRP) arasındaki dengede değişim gözlenmiştir (105). NPY’
nin vitiligo patogenezinde hem immunolojik hem de non-immunolojik
yolla rol oynadığı ileri sürülmektedir. İntraepidermal sinir uçlarındaki
40
sinir liflerinin melanositlerle teması, NPY’ nin melanositlere doğrudan
etki ettiğini düşündürürken, NPY’ nin melanosit gelişiminde potent
inhibitör olarak kabul edilen TNF alfa, IL-2, IL-6, IFN gama üretimi
yoluyla dolaylı bir etkiye de neden olduğu ileri sürülmektedir (137).
Vitiligoda katekolamin yolağında değişim, katekolamin-O-metil
transferaz (COMT), monoamin oksidaz (MAO) aktivitelerinde artış ve
vitiligolu hastaların derilerinde beta-2 adrenoreseptör ekspresyonunda
artış tanımlanmıştır. Vitiligolu hastaların idrarlarında, bir dopamin
metaboliti olan homovalinik asit ve bir epinefrin ve norepinefrin
metaboliti olan vanil mandelik asit yüksek saptanmıştır (6,135,138). Bu
değişiminin melanotoksik bileşiklerin üretimini indükleyerek ve
melanositlerin doğal detoksifikasyon sistemini zayıflatarak
melanositlerde fonksiyon bozukluğuna ve hasara neden olduğu
düşünülmektedir (95).
Dostları ilə paylaş: |